“Belgesel” deyince insanın usuna ilkin “doğa belgeselleri” düşüyor. “Yahu, bu
yalnızca ilginç... Sinema falan değil...” diye çığlıklar atsak da sağ olsun
televizyonların yerleştirdiği kavramlar yaygınlaşıp gidiyor.
Ardından, “Doğa belgeseli sinema olmaz mı?” sorusu var. “Elbette olur. Dik âlâsı
olur... Ama bunun için, elinde kaliteli makinası olan bir şipşak fotoğrafçının
değil, gerçek bir sinemacının çekmesi gerekir.” diye eklemek zorunda kalıyoruz.
“Tarih...”
Belgeselin ikinci büyük açmazı...
Üzerinde yaşadığı ekine bütünüyle yabancı, “Mülk-ü Osmanî’de taş mı kalmadı,
verin gitsin!..” diye antik Anadolu kalıntılarını Avrupalı antikacılara peşkeş
çeken padişahlardan arta kalan bir anlayışla, ama kimilerinin o taşlara seve
okşaya baktıklarını görüp, bu taşların değerli olabileceği konusunda kuşkuya
düşmüş ya da bunu bir yarı aydın modası sanmış olanların, bu değerin ne olduğunu
da anlayamayan tavrıyla “Herif amma da yapmış ha!..” diyerek bakmalarını belki
biraz anlayabilirim.
Güngör Dilmen’in “Midas’ın Kulakları” oyununda, Apollon’la Pan, çalgılarıyla
yarışırken, Apollon’un lirini Midas’dan başka kimse anlayamaz, bu yüzden de
sesini duyamaz. Ama bütün yarı aydınlar hayretler içindedir:
“Amma da güzel çalıyor ha!..”
Belgesel sinema piyasasında da tarih konusunda artan ekonomik istem/talep, pek
çok kişiyi tarihe yöneltti. Bu konuda belgesel yapmanın en kolay yolu da
“ilginç” olanı yakalayıp seyirciye aktarmaktı.
Bu yapıldı.
Ama, daha önemlisi, sinema adına neredeyse hiç bir şey yapılmadı.
Antik Anadolu’ya, Bizans’a, Selçuklu’ya, dahası bize en yakını Osmanlı’ya bile,
bakan belgeselleri dikkatle izleyelim. Yönetmenin bakışı, yolu yanlışlıkla
Ephesos’a düşmüş birinin anlamaz bakışıyla aynıdır:
“Amma da yapmış herif ha!..”
Eğer belgeselin biraz daha albenisi olmasını istemişse, gizemli uzaklıklardan
gelen bir müzik ile bu gizemi tamamlayan ve şiirselmiş gibi görünen bir de metin
eklemiştir!..
Ama bu, “sinema” değildir...
Belgeselci dostlarım beni bağışlasınlar; konu “tarih” olunca, Türk Belgeseli’ni,
Sabahattin Eyüboğlu’nun “Hitit Güneşi” ve “Siyah Kalem”i ile 1956 ve 57’de
Berlin’de aldığı ödülleri hak ederek bugüne getiremedik!..
Oysa bu filmler, bir “sanat sineması” örneği olarak belgeselciliğimizin ilk
filmleridir.
* * *
“Sinema”nın iki yanı var, bunu biliyorum.
Film, sanat yapıtı olarak da değerlendirilebilir, tecimsel “meta” olarak da...
Meta olarak ekonomik isteme/talebe göre biçimlenir; eğilir, bükülür... Ama bu
arada sanatlığını yitirirse sinema olmaktan çıkar. Amerikan Sinemasının başına
gelen budur. Bu yüzden de sinema yapıtları için, bulaşık deterjanı satar gibi,
reklâmla tüketici aranır olmuştur.
Üstelik belgeselin, sinemalarda izleyiciye sunularak kâr getiren bir piyasasının
olmaması, onun güçlü bir “meta” olarak değerlendirilmesine de engel...
Bence, sorumuz şu:
Belgesel, nasıl yeniden “sinema”ya dönüştürülebilir?
Belgeselin kâr getirebilir bir meta olması, onu yeniden sanatlaştırmakla
olanaklıdır. Bu da, konusu ne olursa olsun, belgeselin bütün sanat yapıtları
gibi, gerçekte yönetmenini anlatması demektir. Bunun için, bir “birey” olarak
yönetmenin, yaşantısından artırdıklarını başka “birey”lerle paylaşma çabası
içinde olması ve filmini bu amaçla yapmış olması gerekir.
Bu çaba ne denli başarıya ulaşırsa, ürün o denli uzun yaşayacak, dolayısıyla o
denli sanat yapıtı olacaktır. Ne denli sanat yapıtı ise, o denli de “sinema”
olacaktır.
Yani bütün sanatların üreticileri gibi, belgesel yönetmeni de aynı zamanda
gerçek bir ozan olmak durumundadır. Bu durumda belgesel, bir meta olarak da,
sanat piyasasında yerini alabilecektir.
“Sanat piyasası”ndaki ürünlerin özelliği, tüketildikçe değerlenmesi, çok daha
fazla tüketilmeye açılması, yani bir anlamda kendi kendine çoğalmasıdır.
Peki, belgeselin tanıtım, belgeleme, propaganda ya da öğretim, ya da kim bilir,
çok daha başka işlevi, hiç olmamalı mı?
Olabilir elbette...
Ama, bu işlevleri üstlenen ürün, aynı zamanda bir “sinema yapıtı” ise amacına
ulaşma şansı çok daha fazladır.
Bilmeliyiz ki, bir filmin işlevi yalnızca bunlarsa, ürünümüz tüketilince
bitecek. Zamanı çoğala çoğala aşma gibi bir özelliği hiç olmayacak... Öyleyse
bunu “belgesel sinema” olarak değerlendirme ve algılama şansımız da olmayacak.
Belgeselin tecimsel yeri, belki aynı zamanda “tanıtım” piyasası, aynı zamanda
“belgeleme”, ya da ne bileyim “öğretim” piyasası olabilir. Ama öncelikle sanat
piyasası olmak durumundadır...
* * *
“Belgesel sinema”, yönetmenin gerçeklikleri kullanarak kendini anlattığı bir
sanat dalıdır. Bu anlamda “konu”yu oluşturacak gerçeklikler, yalnızca yönetmenin
kendi yaşantısından artırdıklarını paylaşmak için kullandığı araçlardır.
Belgesel sinemacı için “Tarih” de bu araçlardan biridir.
“Tarih”, yönetmenin “yaşantı”sını paylaşacağı, bilinmedik dostluklar kurma
çabasının aracıdır. Kendini tarihsel gerçekliklere yükleyip başkalarına aktarma
çabasıdır.
Başka bir sanattan örnek vermek istiyorum:
Salah Birsel’in “Salah Bey Tarihi” dizisi: “Kahveler Kitabı”, “Ah Beyoğlu, Vah
Beyoğlu” ve “Boğaziçi Şıngır Mıngır”. Belki bilimsel değil, ama sanatsal bir
tarih... Öznel bir tarih... “Kendi”ni, yani “birey”i anlattığı bir tarih...
Halikarnas Balıkçısı da öyle değil midir? Kitabını okurken, anlattığı
gerçeklikleri kafamızdaki “bilgi bankası”na koyarız ama asıl, Balıkçı’yla
“tanış” olmaz mıyız? Onun yaşantısını, biz de yaşamış olmaz mıyız?
Azra Erhat’a bir mektubunda, kitaplarından birini nasıl yazdığını anlatıyor:
Ben yurdu yazarken kendimi ekonomize etmedim ki. Yerine göre bütün bir lyrizm,
ya da sıkı bir incelemeyle dahedip yazdım.(...) Yazarken bütün gönül sevgimi
verdim, kendimi alıkoyamazdım yani.
Oysa biz Balıkçı’nın deyimiyle kendimizi “ekonomize ettik”.
Belgeselciler olarak, bu “ekonomizasyon”dan kurtulmak, “bütün gönül sevgimizi
vermek”, “sıkı bir incelemeyle dahedip yapmak”, yani sanatsal bir ortamın içinde
soluk almak, ürünlerimizi bu ortamın içinde vermek durumundayız.
“Ekonomik istem”i bu ortamın içinde biz, üstelik denetimimiz altında
yönlendirmek, dahası oluşturmak zorundayız.
Eğer kendimizi sinemacı sayıyorsak!...
Eğer toplumsal istem bizi iteleye kakalaya sanat dışına düşürmesin istiyorsak!..
Sinemacı değilsek, yaptıklarımız, “bulaşık deterjanı” gibi pazarlanacak
demektir. Yatırımı yapılır, reklâm giderleri hesaplanır... Uygulanır, tüketilir
ve biter... Bunda başarı ölçütü, “para kazanmak” olur. İyi de kâr getirebilir.
Ama,“Kuzeyli Nanook”, “Saine Nehri Paris’e Rastladı” ya da “Sıradan Faşizm”
olmaz.
Sinema, “zaman”ı durdurup “insan”ı yakaladığı oranda sinemadır.
Belgeselde gerçekliklerle oynuyor olmamız, bizi gerçekliğin tutsağı
yapmamalıdır. Eğer ürünümüz sinema olacak ise, o gerçeklikler yalnızca
yaşantımızı aktarmanın araçlarıdır. Zaten biraz dikkatlice bakarsak, yaşamda
“gerçeklik” denilen şeyin, “bize göre”den başka bir şey olmadığını görüvermez
miyiz?!.
* * *
Belgeselde “tarih” de bir araçtır; araçlardan biridir.
İnsanı anlatacaktır, “ben”i anlatacaktır.
“Şeyh Bedreddin Destanı”nda, Bedreddin olayının Nazım’ı anlattığı gibi,
“Leopar”da İtalyan Burjuva devriminin Visconti’yi anlattığı gibi...
Konusu tarih de olsa, belgesel yönetmeninin gerçeklikler karşısında “Amma da
yapmış herif ha!”dan başka söylenecek sözü olmalıdır.
Herkesin yaşantısından artırdıkları, dolayısıyla “sözü” birbirinden farklıdır,
özneldir. Bu yüzden söylenecek sözün hangisi olması gerektiği konusunda bir şey
söylemek isteğinde değilim.
Ancak, bir örnek verebilirim. En iyi bildiğim örneği... Ben bu örneği
izleyenlerden olmaya çalıştım:
İlginç olsun diye öyle anlatılmaya zorlansa da “tarih”, içinde garip
yaratıkların değil, “insan”ın yaşadığı bir gerçekliktir. Tarihtekiler de bizim
gibi birer insandı. Yerdi, içerdi, sevişirdi, def-i hacet ederdi. Bıraktığı
düşünsel, sanatsal, bilimsel, teknolojik vb ürünlerden kimileri kendinden
sonrakilerin ekin belleğine katıldı.
Biz bu ekinin içinde soluk aldık...
Günümüz insanı olarak, bu etkileri kendimizden sonrakilere aktarmak,
görevimiz...
Bizden önceki insanı, bugüne yansıyan ürünleriyle anlatmak, bir yandan kendimin
ve yaşantımdan artırdıklarımın sonrakilere aktarılmasıdır; öte yandan “insan”ın
bugünkü katkılarının geleceğe kalabilecek, üzerine yeni ekinler kurulabilecek
nitelikte olması için gerekli ortamı oluşturur ve yaşatır.
Bir örnek mi?
İşte Evliya Çelebi, işte tarih... Üstelik konu, bir belgesel konusu... Biz olsak
nasıl yapardık, Behçet Necatigil Hoca şiir diliyle ne yapmış?
Biraz da bozmayı göze alıp, kısaltarak aktarıyorum:
BïMÅRİSTÅN-I BÅYEZïD HAN (III, 468-470)
Edirne’de dârüşşifa-
Ki diller ile takrîr ve kalemler ile tahrîr
Olunamaz.
Bâyezid Han câmiinin taşra, büyük haremi sağında
Bağ-ı irem içre bir darüşşifa.
Mezkûr bağın ortasında
Eflâke ser çekmiş bir kârgîr
Kubbe-i bâlâ.
Aydınlık hamamlar câmekânı gibi,
Zirvesi geniş açık,
İnce mermer, altı sütûn üzerinde
Kiyâniyân tacı gibi, bir kubbecik.
Kubbenin tâ zirvesine üstâd
Altın yaldız, bir çeşit mil üzre demirden
Bir bayrak yapmış.
Ne cânibden eserse rûzigâr
Ol cânibe meyleder ol bayrak,
Garîb temâşâ!
(...)
Ammâ bu hâkir Evliyâ garib bir şey gördüm:
Merhûm ve mağfûr Bâyezîd Veli aleyhirrahme
Hazretleri vakıfnâmesinde,
Hastalarâ deva, dertlilere şifâ, dîvânelerin ruhuna gıdâ
Ve def-i sevdâ olmak üzere,
On adet hânende ve sâzende gulâm tahsîs etmiştir ki,
Üçü hânende, biri nâyzen, biri kemânî
Biri mûsikaarî, biri santûrî, biri ûdî
Olup haftada üç kerre gelerek
Hastalara, delilere mûsikî faslı verirler.
Bi-emr-i Hayy-i Kadîr, nicesi
Avâz-ı sâzdan hoş hâl olurlar.
Hakkaa ki ilm-i mûsikîde nevâ, rast, dügâh,
Segâh, çârgâh, sûzinâk makamları
Anlara mahsustur.
Amma makam-ı zengule ile makam-ı bûselikte
Râst karar kılsa hayat verir âdeme.
Cümle sâz ve makamlarda rûha gıdâ vardır.
EVLİYA ÇELEBİ (1)
Söyleneceklerin yapıtlara yansıyabilmesi için sinemacı, belgeselci, bir sanat
ortamı içinde yaşamalı, orada soluk alıp vermeli, bu ortamdan sürekli
beslenmelidir.
Böyle bir sanat ortamı yaratma ve yaşatma gereksemesi, bizim bir araya
gelmemizin, Belgeselciler Birliği’ni ortaya çıkarmamızın önemli bir nedeni değil
mi?
Birliğimizde, bütün sanatların izlenebileceği, konuşulup tartışılabileceği,
sanatçılarıyla aynı ortamda bulunabilecek bir etkinlikler zinciri
oluşturabiliriz. Sözgelimi “Belgesel Sinema’da Tarih” konulu bu toplantıda tarih
anlatmış pek çok sanatçıdan kaçı içimizde bulunuyor?
“Salah Bey Tarihi”ini nasıl ürettiğini Salah Birsel’den dinleyebilmeliydik.
Dinleyebilmeliyiz.
Öneriyorum: Belgeselciler Birliği, çeşitli “insan” ürünleri konulu etkinlikler
izlencesi düzenleyebilir. Bunlar, sanat, bilim, siyaset adamı gibi kişilerin
kendilerini ve çalışmalarını anlatacakları ve bizlerle sohbet edecekleri paralı
etkinlikler olabileceği gibi, hafta sonlarında yakın, daha uzun tatillerde belki
daha uzaklara düzenlenecek tarih, arkeoloji, doğa, kent vb konulu geziler
olabilir. Oluşacak gezi gruplarının başında, gezilecek yerle ilgili bir
sanatçı(hangi sanatın üreticisi olduğu önemli değil) ya da bilim adamı
bulunmalıdır. Bu toplantılarda, gezilerde yapacağımız sohbetler, bir yandan
belgesel çalışmalarımızın konu seçimine ve içeriğine ister istemez yansıyacak,
daha üstün nitelikli ürünler çıkmasını sağlayacak, öte yandan birbirimizle olan
ilişkimiz artacak, gözlem, deneyim alışverişi, birlikte yaratma kapıları daha
kolaylıkla açılabilecektir.
Dahası, bu etkinliklerden kazanılacak para, diğer etkinliklerimizin
harcamalarını karşılayabilir. Dışarıdan katılacaklar arasından yeni
belgeselciler yetişebilir.
Böyle bir ortama gereksememiz var.
Böyle bir ortamın Türk Belgesel Sineması’nda yapabileceği niteliksel
değişikliğin başka sanatlardaki örnekleri az değildir.
“Belgesel ve Tarih” konusunda sözlerimi yine bir ozanın tarihe bakışı ile
bitirmek istiyorum.
Fazıl Hüsnü Dağlarca diyor ki:
YOOO
Eskiymiş deme
Eskide bir göz vardır bakar
Ta geleceklerdeki
Ülkeme.
Gövdesi bütün yaratıkların
Mavilikten daha tez
Yepyeni durur yüreği hep
Sevgi eskir mi
Eskimez.
İlk ayak gezer yaradılışta
Sanki yadsır o ilk çağı
Bir giysi
Bir eylem midir
Eskinin öbür ayağı.
Yıldızları tutar
Kara ellerle elin
Sonsuz
Kımıldanışlarıdır
Doğrunun iyinin güzelin.
Unutulmuşta olanın işte
Yaşı yaşımızdan ileri
Hangi evrene erişsek
Oradadır
Yeri.
Hadi eskil anıtlara in
Bu yazıyı sök:
Ne der
Devrimlere
Ağaç dağ deniz gök?
DAĞLARCA (2)
Dipnotlar
(1) YENİ DERGİ / BİMARİSTAN-I BAYEZİD HAN / Sayı:34 S:7
(2) TÜRK DİLİ / KAZILAR / Sayı:288 S:498