Artun YERES ile Söyleşi

Sayın Artun Yeres, isterseniz söyleşimize yakın zamanda Donkişot yayınevinden çıkan “Göstermenin Sorumluluğu” adlı kitabınızla başlayalım. Kitabınız sizin seçtiğiniz yönetmenlerin seçme filmografileri, kısa hayat hikayeleri ve yönetmenlerin düşüncelerinden kolajlar içeriyor. Hemen belirtmek gerekir ki okuyucu aradığı her yönetmeni bulamayacak bu kitapta.Her seçimin politik olduğunu unutmadan sizin bu kitaptaki seçimlerinizi ve kitabı oluşturma sürecinizi öğrenebilir miyiz.

Yaklaşık kırk yıllık bir süre içinde kendi arşivimi oluşturmak için toplamış olduğum bu notları günün birinde bir kitap olarak hazırlamayı doğrusu hiç düşünmemiştim. Bu notlarımın kitaplaştırılması, dostluğumuz uzun yıllara dayanan Veysel Atayman’ın önerisi ve ısrarıyla oldu.Bu konuda biriktirdiğim notları sıkı bir elemeden geçirdim. Kitapta bir çok önemli yönetmen yer almamaktadır.”Göstermenin Sorumluluğu”nda yer alan yönetmenler sinemada devrim yapmış ya da devrimci görüşlü yönetmenlerdir. Bu özelliklere sahip belki bir iki yönetmeni atlamışımdır.

Emperyalizmin bizlere dayattığı kültürel tektipleşme, bırakalım bazı yönetmenlerin sinemalarını isimlerini bile unutturdu.Artık kimse sizin işaret ettiğiniz Littin, Paradjanov ya da Rocha isimlerini telaffuz bile etmiyor.Bizim, yani sinema yapmaya çalışan filmler seyreden bizlerin hiç mi kabahati yok bunda.

Benim gençlik yıllarımda olduğu gibi, bugün de genç sinema severler bir yol bulup kendi filmlerini çekmek için kişisel çabaları ile didinip duruyorlar. Sonunda bir ya da iki kişi bu işin üstesinden gelmeyi başarabiliyor.Genellikle de gerisini pek getiremiyorlar.Türlü zorluklardan sonra gerçekleştirilen filmlerin tecimsel sinemanın egemen olduğu sinema solanlarında yer bulup gösterime girmesi ise mucizelere kalıyor.

Örgütlenme özürlü bir toplumda başarılar, kişisel çabalara kalıyor.Bu gerçekleşse bile kalıcı ve yol açıcı olamıyor.Senin de belirttiğin gibi bir Littin, bir Rocha genç sinema severler tarafından ne tanınıyor (Belki sadece isimleri biliniyordur) ne de araştırılmaya değer görülüyor. Kim bilir belki de demode yönetmenler olarak değerlendiriyorlar.

Diyelim ki bu adamlar ne yapmış ne demiş gibi bir merak duyduk.Bu yönetmenlerin filmlerini nasıl ve nerede izleme olanağı bulacağız.Hiç bir yerde !Hadi zorunlu nedenlerle filmlerini bir yana bırakalım ve önce yönetmenlerin kendileri ve filmleri hakkında bilgi edinmeye çalışalım.Eğer yabancı bir dil bilmiyorsak nafile!

“Bizim bunda suçumuz yok mu ?” diye soruyorsun sevgili Uygar, olmaz olur mu elbetteki var.Eğer ülkemizde gerçek anlamda bir Sinematek yoksa bunun suçlusu da bizleriz.


Sinema ve Savaş Karşıtlığı
2002 yılında başlattığınız ve günümüze kadar neredeyse bir düzineyi bulan, resim-fotoğraf-sinema birlikteliği taşıyan ilginç kısa filmler ortaya koyuyorsunuz. Bu filmlere tekrar dönmek üzere ilkin 2003 tarihli savaş karşıtı “Çirkin Ares 2003” e bakalım. Filminizin 1960 sonlarına giden farklı bir öyküsü var...

Sadece altmışların sonuna değil daha eskilere uzanan bir öyküsü var.Filmimle anlatmak istediğim ; insanın insana uyguladığı zulmün, yüzyıllardır değişmediği, hatta gelişmiş öldürücü silahların daha da arttığını ve artmaya da devam ettiğini bir kez daha anımsatmak.

Bilindiği gibi halklar yüzyıllardır birbirleriyle savaşıyorlar. Ne var ki kararları Onlar yerine Onları yöneten krallar, hükümetler, şimdi ise silah üreticileri veriyorlar. Talan edilen ülkeler, topluca katledilmiş kitleler. Bütün bunların ne adına gerçekleştirildiğine gelince, bu zulmü bir erdem(!) gibi tanımlayan resmi tarihin sorgulanmasıyla başlamalı işe.

Yine çalışmalarınızdan biri olan ve savaş karşıtlığı duruşuyla “Çirkin Ares 2003 ” ve “Guernica” filmlerinize paralel giden bir başka filminiz “Hiroshima 08:15 “ üzerinde duralım isterseniz.

“Hiroshima 08:15 “ tıpkı “Guernica” gibi savaşa karşı bir protesto filmidir. Bir tek bombayla yok edilen bir kent ve katledilmiş milyonlarca insan.Bir insanlık suçu olan bu tarihi günün unutulmaması için her zaman hatırlatılması gerekiyor diye düşünüyorum

Bu üç çalışma içinde kullandığınız kaynağın tekliği açısından diğerlerinden ayrılan “Guernica” çalışmanıza gelecek olursak burada siz tek bir ressamın(Picasso), tek bir tablosundan(Guernica) hareket ettiniz.”Guernica” sizin için ne ifade ediyor; bu noktada filminizin yapısı üzerinde biraz durabilir miyiz.

“Guernica” sadece benim için değil , insan olmaya çaba gösteren herkes için tek bir şey ifade etmektedir : Savaşın acımasızlığına, anlamsızlığına, doğanın, insanın ve uygarlığın katledilmesine bir başkaldırı.

Bilindiği gibi, “Guernica” adlı bu resim, sembolik olarak toplu bir katliamı gösterir .Ve ne yazık ki böylesine katliamları yerküremizdeki her ülke yaşamış ve yaşatmıştır.

Picasso her şeyi söylemiş zaten.Ben sadece sinematografik bir dille bir kez daha tekrarlamış oldum.Sadece finalde kendi yorumumu ekledim. Tabloya bakınca ilk anda pek farkedilemeyen bir çiçek var.Finalde bu çiçeğe kameramı yaklaştırıp onu renklendirdim.Bu anlatımı bir başka savaş karşıtı filmim olan “Çirkin Ares 2003”de de tekrarlamıştım.O filmin finalinde küçük bir çocuğun yakın plan yüzünü kesme yöntemiyle giderek büyülterek ekranı kaplatmış ve ardından renklendirmiştim.

“Guernica“ adlı çalışmanızla bu sene Ermenistan’ın Erivan kentinde yapılan film festivaline davet edildiniz.Bir başka çalışmanız 46.Tokyo film festivalinden ödülle döndü. Türkiye’de bazı özel gösterimlere davet edildiniz, ediliyorsunuz. Bir süreç gerektirdiğini unutmadan soruyorum, sizce sanatın barışa nasıl bir katkısı olabilir.

“Sanatın barışa katkısı olabilir mi?“ Bu soruya evet yada hayır gibi kesin yanıtlar vermekten her zaman kaçınmışımdır. Bence sanatın işlevi çağına tanık olmaktır.

Savaş karşıtı olmaya gelince, savaş karşıtı olmak, yaşamı (barışı) sevenlerin seçimidir.Ne var ki ölümü sevenlerin sayısı da az değildir.Anımsarsak, Franco İspanya’sında ulusal slogan ; “Yaşasın Ölüm”dü. Ölümü sevenler, tüm canlı kişileri cansız nesnelermiş gibi görür.Bir nesneye ancak ona sahip olduğu ya da egemenliği altına aldığı zaman ilgi duyar.

Yaşam severler ise insanları usuyla, sevgiyle biçimlendirmeye çalışır. Bu iki farklı yaşam biçimi, yüzyıllardır bir şeytanlar ırkı ile insan soyu arasında süregelen çatışmanın ardında tehdit edilen halkların özgürlükleridir. Özgürlük için savaş karşıtı olmak bana göre yeterli değildir.Kapitalizm ve Emperyalizm insan emeğinin kanını emerek yaşamını sürdürdüğü sürece, biz istediğimiz kadar savaş karşıtı resimler, müzikler, filmler, şiirler, romanlar yontular yapalım ya da yürüyüşler, paneller düzenleyelim, dernekler kuralım sadece vicdani yükümlülüklerimizi gerçekleştirmiş olmakla kalırız. Ve ne yazık ki hemen ertesi gün gazetelerde televizyonlarda insan kıyımlarının süregeldiğine tanık
oluruz.

Bana göre savaş karşıtı olmak için kapitalizmle ve emperyalizmle savaşılmalıdır. Barışı engelleyenlerle savaşamıyorsak “Barış” ı savunmamızın pek işe yarayacağını sanmıyorum.Ve ne yazık ki düşünce yoksunluğundan çok düşünce kusurundan acı çeken bir toplumun bireyleriyiz.


Resim ve Sinema
Sizin “Yalnızlık baladı : Edward Hopper” ; “Aynadaki Suret : Egon Schiele” ya da “Gizemin Yansıması : Magritte” ... gibi resim-sinema ilişkisine farklı bir yorumlar getirdiğiniz ve deneysel ya da belgesel diye tek bir tanım getirmenin yanlış olacağı çalışmalarınıza geçelim şimdi de izin verirseniz.

Sizin bu noktada resim-sinema ilişkisi üzerine görüşlerinizi alabilir miyiz.

Şöyle bir örnekle başlayalım. Bir ağaca bakıyoruz.Bu sadece bir ağaçtır. Oysa aynı ağaç sinema yoluyla aktarıldığında “Anlamı nedir , ne anlatıyor”, diye sormamız doğaldır.Yönetmen, ağacı nasıl göstermek istediğine ilişkin çok sayıda karar verme olanağına sahip kişidir.Sinemada olduğu gibi resim de sadece bir aynanın otomatikliğiyle gerçekliği yansıtmaz. Resim-Sinema gerekliliği görüntülerini göstergelere dönüştürdüğü anlamlarla doludur.

Bilindiği gibi resimde “zaman“ dondurulmuştur. Sinema da ise bir resim gösterildiğinde “zaman“ tümden değişime uğrar.Sinema, bir resmi aynen yansıtabildiği gibi resimdeki bir ayrıntıyı bütünden ayırabilir ve değişime uğratabilir.Resimdeki farklı imgeleri yeniden yorumlayan yönetmen izleyiciyi amaçladığı sonuca götürür. Yönetmen resmi zaman içine yayar.Bir resim filme alındığında, ister istemez yönetmenin savını doğrulayan bir malzeme olur çıkar. Ben de yapmakta olduğum ressamlarla ilgili bu filmlerimde bir resmi aynen yansıtmanın ötesinde resimdeki bir ayrıntıyı ya da ayrıntıları resmin bütününden ayırarak kamera aracılığıyla bir “seçme” ye gidiyorum. Bu öznel bakışla resim farklı bir anlama dönüşüyor. Bunu da sinematografik bir dille kurgu yoluyla ( kurgunun yanı sıra özel efektlerden ve müzikten de yararlanıyorum)gösteriyorum. Örneğin bir ayrıntı planın önünde ve arkasında yer alan komşu planlara göre resmi değişime uğratarak, resmi farklı bir anlama dönüştürebiliyorum. Böylece o resim ya da ressam hakkındaki kişisel yorumumu görsel olarak anlatmış oluyorum.

Kendi kendime sorduğum bir soruyla söyleşimize son verelim istersen : “ Resimlenmiş bir yaşam öyküsü müdür, kimi ressamların resimleri ? “ .


Söyleşi : Uygar ASAN, Ekim 2004
SinemaTutkunu Haber Ağ'ı (SHA)
SinemaTutkunu@yahoogroups.com