François Truffaut 1967’de, “Fahrenheit 451”inde bir tehlikeden söz ediyordu:
Yöneticilerin okur-yazar insanlardan oluşan toplumlar istemediklerinden...
“Fahrenheit 451”de yönetimi, açık seçik ve doğrudan okur-yazarlığa karşı bir
toplum anlatılıyordu.
Günümüzde, bu filmin yapımından henüz 30 yıl geçmişken dünya toplumu düpedüz bu
“korku ütopyası”na dönüşmüştür.
Fahrenheit 451’in toplumunda yaşıyoruz!
Yaşıyoruz da ayırdında değiliz!..
Bütün alanlarda “sanat”ı doğru algılayabilen insanlar günden güne azalıyor.
Radyo ve televizyon gibi yeni kitle iletişim araçlarının yeni “sanat dilleri”
oluşturması engelleniyor, eski sanatların ya yaygınlığı önleniyor ya da birer
birer sanatlıktan çıkarılmaya çalışılıyor.
Artık kitaplar eskisi kadar basmıyor. 1960’larda 24 milyonluk Türkiye’de
kitaplar 5000 basardı. Bugün 70 milyonluk ülkede 1000-1500 basıyor. Basit bir
hesapla 1960’dan bu yana kitap okuma yaklaşık 15 kat düşmüştür.
Bütün sanatlar, bu, planlı programlı saldırı karşısında gerilemektedir. Artık
sanat ustalığı, teknik ustalıkla bir tutuluyor. Sanatçı yetiştirme savındaki
okullarda öğrenilebilen, yalnızca “teknik”!.. Sanat eleştirmenleri,
eleştirdikleri sanatların yalnızca tekniğine bakıyor...
“Perspektifi nasıl kullanmış”, “bilgisayar efektleri ne denli başarılıymış”
falan...
Neredeyse bilgisayar klavyesini on parmakla ve en hızlı yazabilmek, en iyi
romancı olmanın ölçüsü olacak!...
İşte sinema, bu saldırıdan en büyük payı alan ve sanatlıktan çıkarılmaya
çalışılan daldır. Çünkü sinema, çağımızda, yaygın izleyici kesimlerine ulaşma
potansiyeli taşıyor.
Truffaut ustanın tahmin ettiği itfaiye ekipleri kurulmadı. 451 Fahrenheit’da
kitapları yakmıyorlar. Ama çok daha etkili, çok daha geçerli yöntemleri var.
Derler ki sivrisinek soktuğu yerden acı duyurup soktuğu kişiyi uyarmasın diye
önce orayı uyuştururmuş. Dünyayı yönetenler de bunu yapıyor. Doğrudan yasaklayıp
yakmıyorlar ama bütün sanatların karşısına, sanat yapıtı gibi görünen yapay
yapıtlar çıkarıyor, yaygınlaşması için özel destekler veriyorlar.
Bunların üretimi, teknik bakımdan değil, ama sanatsal bakımdan çok daha kolay
olduğu için üretenler de kolay yoldan para kazanıp kendiliğinden çoğalıyor.
Alınıp satılabilen her "meta"nın üretimi, liberal kurallara uygun olarak, "en
kolay yoldan", "en az emek harcayarak" yapılıyor.
Bu durumda üretici, hangi yolu seçecektir: çok fazla emek harcayıp, ter dökecek
“sanat” yapıtı üreterek çok uzun zaman harcayıp sonunda tecimsel olarak "bir
arpa boyu yol" mu gidecektir, yoksa yıldırım hızıyla "kandırmaca" ürünler mi
ortaya koyacaktır?
Amerika, “sinemadır” diye ipe sapa gelmez filmler üretiyor. Belgeselde,
“sinemadır” diye doğa belgeselleri aldı yürüdü. Bir yandan tanıtım filmleri
belgesel sayılıyor, öte yandan televizyonlarda yayınlanmak üzere hazırlanan ve
biraz “bilgi verici” özelliği olan her türlü program belgesel sinema olarak
adlandırılıyor. Kaptan Cousteau’nun ilginç su altı ve benzer anlayışta yapılmış
başka belgelemeler salkım saçak dünya televizyonlarda yayınlanıyor.
Sorumuz şu: “Belgesel Sinema Nedir?” Hareketli görüntü kullanılarak çekilmiş
bunca belgenin, propagandanın, öğretimin, tanıtımın ve tecimsel metanın arasında
hangisi “Belgesel Sinema”dır.
“Hangisi iyidir”, “hangisi iyi değildir” diye sormadan önce, bu sorunun yanıtını
verebilmek gerekiyor.
Önce şu saptanmalı: “Sinema bir sanattır” diyebiliyor muyuz?
Bunu diyebiliyorsak sanat olmayan bir şeye “sinemadır” diyemeyiz.
Sanırım soru şimdi daha da güç.
Nedir öyleyse “sanat”?...
Bir yontucu, Necdet Sümer’e göre:
Çevremizde olup bitenleri anlama yetimizle (intellektus) anlar, aklımızla (ratio)
ölçüp biçebiliriz, ama yaşantılarımızı yalnızca duyu-algı yetilerimizle
yaşaya-biliriz; başka türlü bilemeyiz; işte sanatın bilgisidir bu ikincisi;
doğrudan, aracısız, katışıksız bilmedir yaşantı.
(...)
İnsana, duyu-algı yetilerinin tadına varmasını, bu yetilerini yaşayabilmesini
sağlayamadığı sürece, düşünsel bakımdan ne denli önemli içerikler ortaya koymaya
çalışırsa çalışsın, bir etkinlik sanatsal etkinlik nitemine hak kazanamaz.
(...)
Artık şu gözlemi dile getirmenin yeridir: Sanat, felsefenin ve bilimin uğraştığı
türden sorularla uğraşma zorunda değildir.
(...)
Sanat alanının özgül soruları da yanıtları da insan yaşantılarıdır - experimenta
humana. Sanatsal etkinliğin nesnesidir yaşantı, bir bakıma hammaddesi. Sanat
yaşantıyı irdeler, işler, yaşantıyı sergiler; sanat yaşantılarla uğraşır.
(...)
İnsana özgü yaşantı, bir oluşma sürecinin sonucu değil, sürecin kendisidir:
yaşantıyı bilmek, o süreci yeniden yaşamak demektir, ki bu artık insanın bilim,
felsefe türünden etkinliklerinin bir sonucu olarak bilgiye ulaşması anlamında
bilmesi değil, varlığının bütünü ile, yaşantı sürecini baştan sona duyumsaması
ve bu süreç içinde özel doğasını kavramasıdır. Bu tür bir kavrayıştır sanatsal
yaşantı. (...) Sanatsal yaşantı bir yinelemedir, yansıma değil. Bu yinelemede
sanatçı da sanat yapıtı da birer aracıdır; çünkü sanatsal etkinlik, insanın
genel doğa içinde kendi özel doğasının farkına varması ve bu fark edişin
tatlarını başka özel doğalarla paylaşma çabasıdır. Bu fark ediştir yaşantı.
Öyleyse iletilebilen ve paylaşılabilen bir şey olarak yaşantı sanatsal
etkinliğin yegane nesnesidir.
(Nü Heykeller / Necdet Sümer / Sanat Yapım Yayıncılık / Ankara 1993)
Sanat denilen şey, bu paylaşmanın dilidir. Bir sanat olarak sinema da öyle...
Yaşantı denilen süreci paylaşmaktır.
Ama yine bütün sanatlarda olduğu gibi sinema da bu iletişimi sağlayacak özdeksel
bir araç kullanmak zorunda kalmaktadır: “görüntü” dolayısıyla “ışık”...
Hadi, biraz daha darlaştıralım: “hareketli görüntü”, “hareketli ışık”...
“Söz”ü nasıl yalnızca şiir kullanmıyorsa hareketli ışığı da yalnızca sinema
sanatı kullanmamaktadır.
Söz kullanarak propaganda yapabilirsiniz. Yalan söyleyip kendinize çıkar
sağlayabilirsiniz. Şiirden daha başka sanatlar oluşturabilirsiniz.
Hareketli ışığı saptayarak bazı tarihsel ya da doğa olaylarını
belgeleyebilirsiniz. Bilimsel deneylerinizi ya da gözlemlerinizi
arşivleyebilirsiniz. Salt insanların meraklarını giderecek görüntüleri onlara
taşıyabilir, bilgilendirebilirsiniz. Onlarda “istendik davranışlar” oluşturmak
için onları eğitebilirsiniz. Görüntü oyunları yapabilir, yalan söyleyebilir,
insanları kandırabilirsiniz.
Oysa Belgesel Sinemayı üreten sanatçı, kendi yaşantısını paylaşır. Onun güçlüğü,
baktığı dünyanın kendi istediği gibi kurduğu bir dünya değil, zaten var olan
gerçek bir dünya olmasıdır. Bu durumda Belgesel sinemacı, gerçek dünyaya kendi
“özel doğa”sından bakacak ve yapıtında izleyiciyle bunu paylaşmak potansiyeli
bulunacaktır.
Bilim adamı, haklı olarak, incelediği canlıların yaşantısını en gelişmiş
teknolojiyle saptamaya çalışacaktır.
Televizyon yapımcısı, yine haklı olarak, aktaracağı bilgiyi, en gelişmiş
teknolojiyle saptayacağı hareketli ışıkla izleyicisine taşıyacaktır.
Sorun, bunlardan hangisinin sinema olduğu, hangisinin olmadığıdır. Yaşantıları
paylaşma çabasını hangisinin gösterip hangisinin gösteremediğinin doğru
saptanmasıdır. Belgesel Sinema, bütün sanatların içinde, gerçek objelerden gelen
ışığı malzeme olarak kullandığından, karışıklığa kurban gitmeye de en yatkın
olan sanat dalıdır.
“Film-belge”; “Belge Filmi”; “Eğitim filmi” “Televizyon programı” ile Belgesel
Sinema arasında ayırıcı bir özellik saptanabilir mi?
Bu saptamayı yapmak gerçekten kolay değildir. Ama kimi yollar denenebilir ve
oldukça doğru sonuçlara varılabilir. Bu filmler, kendine uygun olan amaçların
zorlamasıyla kimi tekniklere daha fazla ağırlık vermektedir. Hiç bir kesinliği
olmamakla birlikte, söz gelişi bir televizyon programı, stüdyo sunucusunu daha
çok kullanabilmekte, çok daha fazla röportaj içerebilmektedir, ama bir Belgesel
Sinema yapıtının sunucusu genellikle konunun mekanında, ortamında, üstelik
olabildiğince kısa süreyle gözükmekte, röportaj, çok gerektiğinde ve çok kısa
kullanılmaktadır. Bilimsel bir olayı saptamaya yarayan Film-Belge’de, aynı
açıdan yapılmış değişik zamanlı çekimler ard arda bağlanabilmekte ve oluşacak
sıçramalar önemli olmayabilmektedir. Ya da bir öğretim filminde anlatılmak
istenen konu olağanüstü ağırlık kazanmakta, neredeyse filmin yapımcısı ve
yönetmeni, dahası, zaman zaman sunucusu, görüntüde olmasına karşın, bütün bütüne
silinebilmektedir.
Fakat bunların hiç biri gerçek ölçüt değildir. Bir film, bu özelliklerin pek
çoğunu taşıyabilir, fakat yine de yönetmenin “özel doğa”sını izleyenle paylaşma
çabası içerebilir. Ya da tam tersi, Amerikan Sinemasında yaygınlıkla olduğu
gibi, yapay, özellikle oluşturulmuş bir “özel doğanın” sizinle iletişim kurmaya
ve size kendi istediği planlı programlı, ama hiç de gerçek olmayan yaşantıları
aktarmaya çalıştığını ayrımsayıverirsiniz.
Peki öyleyse ölçüt nedir?
Bugüne değin, en önemli ve hiç yanılmayan ölçüt “zaman” oldu. Bir yapıtın
üreticisi, eğer gerçekten “yaşantı”sını (duyarlık, bakış, görüş vb..) paylaşmak
için bir yapıt oluşturma çabasına girmiş ise, bu “yaşantı” zaman içinde de başka
“özel doğa”larca yinelenmek istenmektedir. Bu nedenle zamana dayanıklıdır ve
kalıcıdır. İlyada, dünya ve kültür artık büsbütün başka da olsa 3000 yıl sonra
hâlâ, bize Homeros’un “özel doğa”sından paylaşılabilecek çok güçlü esintiler
getirebilmektedir. Ama bu ölçütle, bir yapıtın bu türden esintileri taşıyıp
taşımadığını saptayabilmek, yapıtı değerlendirebilmek için çoğunlukla bir yaşam
boyundan daha uzun süre gerekmektedir.
İkincisi, öznel sezgilerdir. Bir ürünün “sanat yapıtı”, yani gerçekten resim,
müzik, şiir, roman, yontu, mimari ya da sinema olma potansiyeli taşıyıp
taşımadığı, yani zamana dayanıklı olup olmadığını anlayabilmek, o dille
alabildiğine iç içe olmakla, o sanat dilinin oluşturduğu evren ve ekin içinde
yaşamakla olanaklıdır. Ancak bu durumda “açmaz”, Kral Midas’ın seçici olduğu
Apollon ile Pan’ın müzik yarışmasında, Apollon’un Lyrasının tınılarını,
Midas’tan başka kimsenin duyamaması ama “duyuyor gibi davranması” sorununa gelip
dayanmaktadır. Bu durumdaysa ortaya bir çok saçma sapan “yargı” çıkmaktadır.
Sanat dillerinin yaygın olarak kullanılması ve anlaşılmasında en önemli
sorumluluk bu sanat ortamlarının durmadan genişlemesine çaba gösterilmesidir.
Sinemada Festivallerin önemi tam bu noktadadır.
Festivallerde yaratılan ortamlar, sanatçıları bir araya toplamakta ve aralarında
oluşan iletişim üretilecek sanat ürünlerini umulmayacak denli yönlendirmektedir.
Bu nedenle Festivallerin sanat politikaları ve bu politikalar doğrultusunda
gösterimini üstlenecekleri ürünlerin gerçek anlamda “sanat yapıtı” özelliği
taşıması, “yaratacağı ortam” açısından büyük önem taşımaktadır.
Ancak Ankara’da dokuzuncusu önümüzdeki hafta başlayacak olan, Ankara
Uluslararası Film Festivali, deneyim kazanıldıkça bu tür politikaların üzerinde
sürekli düşünülen ve geliştirildikçe uygulamanın, dolayısıyla yaratılan sinema
ortamının geliştirilmekte olduğu bir festival olma çabasındadır. İtiraf etmek,
bir özeleştiri yapmak gerekirse, geçen yıla değin, “belgesel” olduğu savıyla
gelen hemen her filmin seçiciler kuruluna sunuluyor olması, Belgesel Sinema
ortamındaki karışıklığın festivalde oluşan ortama da aynen yansımasına neden
oldu.
Festival Yürütme Kurulu, geçen yıldan (8.Festival) başlayarak özellikle Belgesel
Sinema alanında bir tartışma başlattı ve gelen filmlerden Belgesel Sinema ürünü
olmadığını düşündüklerini Seçiciler Kurulu’na sunmadı. Ama bu filmleri
izleyiciden de esirgemedi. Bir de açık oturum düzenledi. Ancak bu açık oturumda,
özellikle filmleri Seçiciler Kurulu’na sunulmayan 12-13 filmden yalnızca birinin
yönetmeni vardı.
Bunun uygulamadaki sonucu şudur: 8. Festivalde yarışmaya “Belgesel Sinema”
olduğu savıyla katılmak isteyen filmlerin yüzde ellisi ön elemede “Belgesel
Sinema” olmadığı gerekçesiyle “Yarışma dışı izlence”ye çekilirken, 9. Festivalde
yarışmaya aynı dalda yapılan başvuru sayısı artmış ama aynı gerekçeyle “Yarışma
dışı izlence”ye çekilen film oranı yüzde 10’ların altına düşmüştür.
Türk Belgeselinde, neyin “sinema” olup neyin olmadığının saptanmasına şiddetle
gerekseme vardır.
Özetle
Bir çocukla bir şempanzeyi aynı koşullarda büyütüp gelişmelerine bakan bilim
adamlarının bu olayı saptadıkları filme “sinema” değil, “film-belge” demek
gerektiğini biliyoruz.
Televizyonlarda yayınlanmak üzere hazırlanmış olan “belge” içerikli programların
da “Belgesel Sinema” olmadığı açıktır.
Okullar için hazırlanan laboratuar deneyleri içeren kimi filmlerin de...
Peki, sınır nedir? Hangi noktadan başlayarak bu konularda yapılmış filmlere
“Belgesel Sinema” diyebileceğiz?
Bizce sonunda oluşmasından mutlu olduğumuz ve gücümüz yettiğince
destekleyeceğimiz “Belgesel Sinemacılar Birliği”nin ele alması gereken konuların
en önemlilerinden biri bu olmalıdır.
Bu ve benzeri örgütlenmelerle hala gelişmekte olan toplum düzenimiz içinde
olabildiğince güçlü bir baskı grubu oluşturmanın yanında üretimimizin daha da
üstün nitelikli olabilmesi için gereken ortamın sağlanmasına büyük katkıda
bulunacağını ve hemen her sorunun çözümünün bu birlik olacağını düşünüyorum.
Truffaut usta’nın umarsız çözümünde olduğu gibi ormandaki eski demiryoluna gidip
toplumla bağlarını kesmek gerekmiyor. Günümüz dünyasında birliklerin ve
dayanışmanın ne denli önemi olduğunun ve demokratik toplumlarda ancak bu tür
dayanışmanın sonuç verici çalışmalara yol açabileceğinin anlaşılmakta olduğunu
görmek Türk Sinemasının ve Türk Belgesel Sinemasının geleceği adına umut verici
ve sevindiricidir.