Beni bende demen bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içerü.
Miskin Yunus
“Mutlak hakikat” kavramından yola çıkan Aristokrat kültürün “ben”i tanrıdır,
tanrı dışında “ben” yoktur, “birey” yoktur. Geri kalan her şey onun
“bende”sidir, “kul”udur. Kuşkusuz, insanlar da...
Oysa Tasavvufun “Hakikat Kapısı”na ulaşan Yunus, “bende”likten arınır, “ben”in
kendisi olduğunun ayırdına varır:
Nitekim ben beni bildim yakın bil ki Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı şimdi korkudan kurtuldum
Ben kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
Ben şimdi kimden korkayım koktuğum ile bir oldum
Azrâil gelmez yanıma sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne sorarlar onu sorduran ben oldum
Yunus’a Hakk açtı kapı Yunus Hakk’a kılar tapı
Benim işim devlet bâkî ben kul iken sultan oldum
Yunus
Kültür tarihinde “kul” kültürü böyle biter, “birey” kültürü böyle başlar.
İnsanoğlunun yaşamasında, kültüründe ölçüt, bundan böyle “birey” olacaktır.
Yunus başta, sanat yapıtlarına yaratıcının imzası konulacak, devletler
birey/vatandaş ölçütüne göre yeniden biçimlenecek, insan düşüncesi (felsefe)
bireyin duyumlarına ve algılarına doğru akmaya başlayacaktır.
Artık “birey” dışında “mutlak hakikat” olmayacaktır. Oysa 16 yy’da Montaigne’e
göre:
insandırlar sonunda, her yaptıkları şey, ister istemez değişkendir.
Montaigne
“Denemeler” s:41 “Yasalar Üstüne”
(Kitap III, Bölüm XIII)
İnsanın, “birey”in yapıp etmeleri, “mutlak” değildir.
Buna bağlı olarak “görelilik” kavramıyla karşılaşırız. Öyleyse “hakikat/gerçek”,
“mutlak” değil, hem insana “göre”, hem zamana “göre”, “değişken” olacaktır.
İşte bilimi doğuracak olan bu yeni kültürdür. Bilim, “değişken” gerçeği,
“göreli” gerçeği arayan bir disiplindir.
Bilim, her zaman “daha gerçek”i arama sürecidir; “en gerçek”i, “mutlak hakikat”i
bulma çabası değil...
“Gerçek”i bulduğunu düşünen herkes artık bilecektir ki, bu gerçeğin daha
gerçeği, onun da daha gerçeği olabilir. Adım adım sonsuzluğa doğru aynı sorunun
daha gelişkin yanıtını arayan başkaları da olacaktır.
Olmalıdır da.
Bilim eğer bilimse, yapısında bu değişkenlik, bu akışkanlık bulunmak zorundadır.
Her anlamda “gelişme ”, bu değişkenlikle, bu akışkanlıkla kavranabilir.
Aristokrat kültürün, dolayısıyla Ortaçağın anlayamadığı buydu. 13.yy’da Mevlânâ
Celâleddin ile Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud arasındaki çatışmanın temel
nedeni de budur. Renaissance’da Tanrı’nın bize yolladığı “mutlak hakikat”
dışında gelişebilir gerçeği aradıkları için engizisyon mahkemelerinde
yargılanan, cezalandırılan bilim insanları vardır. 16.yy’da Galilei’nin başına
gelenleri hepimiz biliyoruz. Descartes, çalışmalarını, bitiremeden engellenme
korkusuyla, dağlardaki kulübesine çekilerek sürdürmüştür.
İnsanoğlu’nun içinde yaşadığı “kültür ortamı” ile ürünleri de değişmektedir.
Ortaçağın birbirinin neredeyse aynı ikonaları yerine artık her ressama göre
başka bir İsa, başka bir Meryem Ana, başka bir Mecdelli Meryem olabilmektedir.
Dahası aynı ressamın değişik zamanlarda değişik kişilikte, söz gelimi, Aziz
Paul’ler yapabildiğini de görüyoruz.
İnsanoğlu 13.yy’da Anadolu’da başlayan ve 15.yy’da Avrupa’da sürerek günümüze
gelen yeni bir kültürle karşılaşmıştır. Doğaya “mutlak” değil, “akış” içinde
bakan, sanatında kendisinden bağımsız “mutlak gerçek”i değil, “bana göre”liği
önde tutan “birey kültürü”dür bu.
13.yy’dan bugüne, 800 yıldır içinde bulunduğumuz kültür budur.
Bugünün insanı, içinde bulunduğu birey kültüründen başka bir kültürün olanaklı
olabileceğini görememektedir. Karşılaştığı bütün sorunları “birey” temelli bu
kültürden gelen ölçütlerle çözmeye çalışmaktadır.
Nedir bu ölçütler?
Biliyoruz ki “yarışan”ların toplumunda yaşıyoruz. Yalnız birey kültürünün
“ben”leştirdiği bireyler değil, insan grupları da yarışıyor. Aynı işi yapan
dernekler yarışıyor, uluslar yarışıyor, ümmetler yarışıyor, devletler
yarışıyor... En önemlisi, “şirketler” yarışıyor. Hepsi “ben”leşmiş, kendi
“kâr”lılığı için başka benlerin “ölümü”ne yarışıyor. Gerçekten, yarışı
kazanabilmek için birilerinin ölmesi, yarışanları hiç ilgilendirmiyor. Savaşlar
bu yüzden çıkıyor. Çocuklar bu yüzden ölüyor.
İlkçağların arkaik “yiyecek kavgaları” bütünüyle içgüdüseldi. Daha sonraki
“Tanrı mülkünü kurtarma” savaşları, “kul”ları kullanma hakkını tanrı kahyası
aristokratlara veren, bu yüzden ortaya çıkan Haçlı, fetih ve benzeri Aristokrat
savaşları ile de bugünkü savaşların ilgisi yok.
Bugün yaşanan, şirket sermayelerinin “kâr”lılık savaşlarıdır. Sürdürülmekte
olan, şirket “ben”leri için “birey” “ben”inin yok edilme savaşımıdır. Birey
kültürü kendini yok etmekte, bindiği dalı kesmektedir.
“Küreselleşme”, ilk kez sosyalistlerin ayırdına vardığı enternasyonalizmi,
sermayenin ele geçirmesi ve kendi çıkarına kullanma çabasıdır. Şimdi de sermaye,
uygulama alanını genişletmek için dünyayı ele geçirme savaşımı vermektedir.
Peki, kiminle savaşıyor?
Kiminle yarışıyor dünyayı ele geçirmek için?
Hiç kuşkumuz olmamalıdır ki “insan”la!..
Hiç kuşkumuz olmamalıdır ki kültür tarihi boyunca gelen bütün “insan değerleri”
ile!..
Tarih yani “akış” zorunlu yozlaşma örnekleri ile doludur. Bütün kültürler akış
içinde yaşlanırlar. Küçüklü büyüklü bütün kültürler, kendilerinden önce
yaşlanmış, yozlaşmış olan kültürleri devirir, yerine geçerler. Ve haklıdırlar!..
Çünkü onları var eden ve egemenliğini gerekli kılan günün koşullarıdır. İnsan
gereksemelerini ancak onlar karşılayabilir.
Bu süreçte Burjuva sosyal sınıfı egemenliği eline alınca, kendi dizgesini kurmuş
ve artık değişmeyecek bir haklılık sahibi olduğu sanısına kapılmıştır.
Yani “mutlak” haklılık!..
Aristokrat kültürün “mutlak hakikat”i...
Bu, aristokratlardan burjuvalara kalmış, “mutlak hakikat” kültüründen günümüze
ulaşmış, henüz temizlenememiş uzantılardandır.
“İnsan” için başlatılan “ben” savaşımı, bu aşamada insanı ortadan kaldırmayı
amaçlamaktadır.
İnsandan, “birey”den yola çıkan kültür, bireyi yok etmeye çalışmaktadır.
Yaratmaya zorlandığı şey, yeni bir “kul” türüdür...
Belki artık tanrının değil, ama “sermayenin kulu”... Yozlaşma sürecine girmiş
olan “ben” kültüründe, Aristokrat “tanrı”sının yerini “sermaye” almıştır. Halk
dilinde son derece güzel söylendiği gibi, “her şeyin allahı para” olmuştur.
* * *
Belgesel Sinemacı, tanrısal “mutlak hakikat”in peşinde değildir.
Belgesel Sinemacı, kendi yaşantısının parçası olan “güncel doğru”sunu bir yandan
gününün insanıyla, öte yandan geleceğin insanıyla paylaşmayı amaçlar. Bunu
yapmak için, öteki sanatlardan ayrı olarak, yapay bir evren kurmaz. Dünyada,
doğal evrende ne bulursa yalnızca onu kullanır. Bunu “mutlak hakikat” arayışı
sanmak doğru değildir.
Belgesel Sinemacı herkes gibi “bugünün insanı”dır. Yüreğinde bugünün insanının
sıkıntısını duyar, sorunları çözmek için herkes gibi kafa patlatır. Onun da
kendi yaşantısıyla ve gününün doğrusuyla iç içe geçmiş doğruları vardır.
Belgeselci yanıyla oluşturduğu nesnel doğru algılarına; sinemacı yanıyla kendi
“ben”ini, yaşantısını katar.
Belgesel Sinemanın oluşturduğu ortam bütün sanatların “insan”ı temel alarak
oluşturmakta olduğu ortama katılır. Hep birlikte geleceğin dünyasını
oluştururlar. Belgesel Sinema, gününün doğruları üzerine kurulu olduğu için,
bütün malzemesini gününün doğrularından aldığı için, bu ortamda özel bir yeri
vardır.
Sermaye, bu nedenle “insan”ı temel alan ve “kul”a dönüştürmesine olanak
vermeyecek bütün sanatların yarattığı ortamla da savaşmakta, yozlaştırmaya
çalışmaktadır. En çok o insanın güncel doğrusunu paylaşan belgesel sinemaya
karşı savaşım vermekte, onu yozlaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için, “belgesel”
(!) adlı, sermaye denetimindeki yapımları yayınlayan, bütün dünyaya yayın
yapabilen özel kanallar kurulmuştur.
Sermayenin korkusu, insanın, döneminin doğrularının ayırdına varması ve ona
“kul” olmaktan uzak durmasıdır. Oysa Belgesel Sinema, her zaman kendi döneminin
doğruları üstüne oturmak zorundadır. Toplumda, dünyada, evrende ne bulursa onu
kullanır.
Roman sanatında Tolstoy’un doğruları istediği yola sokmaya hakkı olabilir.
Kurmaca Sinemada Fellini, kendi Roma’sını yeniden kurar ve elektrik direğini
istediği yere yerleştirebilir.
İnsanoğlu, geleceğin dünyasını doğru tahmin etmeye, doğru geliyorsa ulaşmaya,
gelmiyorsa uzaklaştırmaya çalışır. Bütün ütopyalar, bütün toplum ve devlet
felsefeleri bu ana temel psikoloji üzerine kuruludur.
Belgesel sinemacının da gününün sorunlarının çözüleceğini düşündüğü, geleceğin
dünyasına ilişkin özlemleri, dilekleri, yaşantıları vardır. Yapıtları, bu
yaşantıların paylaşılmasını amaçlar. Dahası belki, bir insanda Belgesel Sinemacı
olma isteğinin yoğunluğu, geleceğin dünyasına ilişkin sorun ve önerilerini
paylaşma isteğinin yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Çünkü Belgesel Sinema,
bugünün örneklerinin, sorunların, en canlı anlatılabildiği, en doğru
gösterilebildiği sanat alanıdır.
* * *
Bu durumda, karşımıza geleceğin dünyasına ilişkin şöyle bir soru çıkar:
Bugünün küreselleşmekte olan yozlaşmış “birey” dünyasında “ben”liğini yitirip
yeniden “kul”a, üstelik sermayenin kuluna dönme tehlikesiyle karşı karşıya olan
bireyin, yozlaşmaya zorlanan “ben”liğini kurtarmak için yapabileceği bir şey var
mıdır?
Kültür tarihi yardımıyla “akış” üzerinde biraz önceye dönüp, Aristokratların
yönettiği Ortaçağ ve öncesi toplumlara baktığımızda, “kul”ların yaşayabilmek
için, Aristokrat kültüre karşı bir “dayanışma kültürü” oluşturduğunu görüyoruz.
Aristokrat yapı boyunca, bütün olumsuz koşullara karşın, “kul”lar, güçlerini
birleştirerek ayakta kalmayı, ölmemeyi başarıyorlar. Çok zayıf da olsa, güçlerin
birleşmesinden oluşan büyük tek güç, daha çok kendini savunma alanında
kullanılıyor. Üstelik bıçak kemiğe dayandığında, aristokratlara karşı başkaldırı
düzenleyebiliyorlar. Köle Spartakus’un öteki kölelerle birlikte Roma’yı almak
üzereyken son anda yitirdiğini hepimiz biliriz.
Öteki sınıflar da dayanışma kültürünü “kul”lardan öğrenir ve zaman zaman
kullanırlar. 1215’te Magna Carta Libertatum’u İngiltere kralına kabul ettiren ve
imzalamasını sağlayan, böyle bir dayanışmadır, ama Aristokrat Lord’ların
dayanışmasıdır.
13.yy’da Anadolu’da, büyük bir dayanışma örneği, bir “kul” başkaldırısı
görüyoruz. Baba İlyas’ın önderliğindeki Babaîler (ki Türkmenlerdir) Selçuklu
Sultanlarına (Aristokrasisine) başkaldırırlar. Selçuklular Baba İlyas’ı
tutuklayıp Amasya Kalesi’nde asınca Babaî isyanı önü alınmaz bir hale gelir.
Bütün Anadolu’dan çoluk-çocuk toplanan Babaî’ler önce Amasya kalesine ulaşır ve
Baba İyas’ı asanları cezalandırır, sonra da Selçuklu Aristokrasisi’nin elinden
devleti almak için Konya’ya doğru yola çıkarlar. Tehlikeyi haber alan Selçuklu
ordusu Kırşehir’in Malya ovasında Babaî’leri karşılar ve inanılmaz bir kırım
yapar. (1240)
Ardından Babaî ardılı Ahîler Anadolu’da yayılmasına tanık olunur.
Kültür değişimini Ahî Anadolu’sunda görmeye başlıyoruz. “Kul” yerini “birey”e
bırakma sürecine giriyor. Ancak henüz dayanışma kültürü sona ermemiş, “birey”
kültürü yozlaşmamıştır. Ahî’ler, örgütlü bir dayanışmaya girer ve “dayanışma
kültürü”nü üretimde de kullanır. Bugüne değin Anadolu’da geçerliliğini
yitirmeyen “imece”yi bu dönemde oluşturulur. Üst üste koydukları güçleri ile,
askeri, dinsel, siyasal alanda dayanışmayı alabildiğine yaşar, dünyada ilk kez
Aristokrat olmadıkları halde iki devlet kurar ve yaşatırlar. 1265 yılında
Ankara, 1299’da Söğüt’te Osmanlı devletlerinin kuruluşu ilginçtir; Anadolu
insanının dayanışması ile başarılmıştır.
Anadolu insanı, “kul”dan “birey”e dönüşmekte olan temel kavramıyla yeni
kültüründe bir “kollektif ben” oluşturuyor. Bugün sermayenin, birbirlerinle
kârlılık için bağlanan yeni kullarının oluşturduğu “şirket benleri”nde olduğu
gibi... Anadolu bu “kollektif ben”e, “can” ve “canlar” diyor . Herşeyi yaratan
“canlar”dır.
Anadolu türkülerinin varlığı, "kollektif ben"in sanat yapıtlarında bile
olabilirliğini burnumuzun ucuna değin getiriyor. "Kollektif ben"in oluşturduğu
bir Yozgat Sürmelisi, bir Turna Semahı az şey midir? Anadolu'nun "kollektif
ben"i olmasa, dünyadaki bütün sanat yapıtlarını tarasak sevgisini "açsam yüzünü
baksam dursam" diye anlatabilen bir "ben" bulabilir miyiz? Onlardaki "yanık"lığı
yakalayabilir miyiz? Anadolu Türkülerinin yöneltmesi olmasa Cemal Süreya
şiirindeki "içten" ("samimi" anlamında değil, "dıştan olmayan" anlamında) bakış
ortaya çıkabilir miydi? Açıp Karac'oğlan'a bir baksak... Hadi imzasız olsun,
"Çamdan sakız akıyor" türküsüne baksak... İmza (mahlas), 13.yy'da "ben" kültürü
gelişmeye başladıktan sonra türküye girdi; ama türküler "kollektif ben"in ürünü
olma özelliğini yitirmedi...
Osmanlı, 2. Mehmet’e kadar olan dönemde yavaş yavaş gelen bir karşı-devrim
sürecindedir. Osmanlı’yı kurarken “kollektif ben”in bir parçası olabilmek için
“bey” sanını bile terketmiş, gazilerden bir “gazi” olarak kalmış olan Osman ve
Orhan Gazilerin torunu 2. Mehmet, “Fatih” ve “Sultan” sanlarını yeniden alarak
Aristokrat karşı devrimi tamamlar. Hepimizin bildiği Şeyh Bedreddin hareketi, bu
karşı-devrime direnen Anadolu’nun gerçek çığlığıdır. Gerçeği aramakla kendini
hiç de görevli sayması gerekmeyen biri, bir ozan, Nazım Hikmet, Şeyh
Bedreddin’den aldığı hız ve geleceğe yönelik kendi “kollektif ben” öngörüsüyle
oluşturduğu güncel doğrusunu hepimizin bildiği şu dizelerle paylaşıyor:
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için
Bu tavır, Küreselleşmenin “birey”i yozlaştırarak yeniden yaratmaya çalıştığı
“yeni kul” kavramına karşı çıkışın tavrı olmalıdır.
Bu yeni bir “dayanışma kültürü”dür. 13.yy Ahî Anadolusunun “imece”si,
geliştirilerek küreselleşmeye karşı durabilecek gücü oluşturabilir. Bütün dünya
insanıyla oluşturulabilecek “dayanışma”yı yitirmeden küreselleşmeyi sermayeden
arındırmanın, temizleyip enternasyonalizmi yeniden oluşturmanın yolu, yarışma
kültürüne karşı durmak ve yitirenin gücünü tüketip ölmesini de gladyatör
dövüşlerinden alınan keyifle seyretmek yerine bu güçleri bir araya toplayıp
üretimi “imece”yle gerçekleştirmektir.
Nasıl!?
Bildiğim, insanoğlunun bunu başarması gerektiğidir.
Bugünün “güncel doğru”su, bugünün sorunlarına çözüm getirmek için geleceğin
değerlerini üretmektir. Eğer gerçekten dünyada “dayanışma” kavramı yeni bir
kültür oluşturabilecekse, “yarışma”da yitirilen insan gücünü bir araya getirip
üretici kılabilecekse, insanoğlunu “ben” demekten vaz geçirip ona “biz”
diyebilmenin yordamını gösterebilecekse, “yeni kul”larını tekil tecrit
odalarında mutlu eden Post-Modern dünyayı oluşturan “kullaşmış ben” kavramının
uyuşturucu bağımlısı gibi insanları sarıp sarmaladığı bir dünyadan kurtaracaksa,
“birey”liğini, “ben”liğini yitirmeden, birey ötesi (post-individüalist) yeni bir
yapılanmada insanoğlu sonunda insanlığının erdemlerine kavuşabilecekse, bu yeni
kültürü en iyi paylaşacak sanat dalı, yapısı gereği Belgesel Sinema’dır.
13. yüzyılda Anadolulu sûfi Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, Yani Hace Nasiru’d
Din... Yani bildiğimiz Nasrettin Hoca, “Tabsiratü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi”
adlı kitabında kendi güncel doğruları için diyor ki:
“Şayet gönül gözü, marifet nuru ile bakacak olursa, bu hususlar akıl
ölçülerinden daha iyi aydınlanır. Fakat bu konuda daha fazla bir şey yazıp
söyleyemem. Çünkü bunun açıklanması tehlikeli bir durum(...)dur.” (s:144)
“Ahî Evren,Tasavvufî Düşüncenin Esasları”
Diyanet Vakfı Yayını 163, Ankara, 1995
Hazırlayan: Prof. Dr. Mikâil Bayram
Sevgili Hace Nasiru’d Din’e bugünün dünyasından, kendi ölçütlerimizle dikkatlice
bakarsak, doğruyu bulmak için aklın yanında, “gönül gözü”nün, yani “sanat
gözü”nün gerekli olduğunu söylediğini anlarız. Günümüzde aklıyla bulduğuna gönül
gözüyle bakmanın yolu, yine yapısı gereği, Belgesel Sinema değil midir?
Yeter ki onu sahici “gönül gözü”nden arındırmayalım, yozlaştırıp sermayeye “kul”
etmeyelim.