Öztürk ile sinemacı kimliği üzerine...

Handan Öztürk yazar kimliğinden sonra şimdi de belgeselci kimliği ile karşınızda.

Haremin Büyüsü, Bir Doğu Masalı Galata, Anadolu’nun Ana Tanrıçaları gibi çok önemli belgesellerin ve Mor Tecavüz, Yalnız Bebekler adlı iki romanın yaratıcısı Handan Öztürk. Tabiri caiz ise lebi derya kültür abidesi. Kaf Dağı’nda Bir Doğum adlı yeni romanı yolda ve bir de onu çok heyecanlandırdığı gözlerinin ışıltısından anlaşılan film projesi var: Roche’un Sonbaharı. Ben de tüm yeni projelerini heyecanla bekliyorum. Okuyunca benimle aynı duyguları paylaşacağınızdan eminim...

Belgesel tarih, kültür, din, dil gibi bir çok alana ilgi duymayı gerektiriyor. Bu ilgileriniz sizi nasıl belgesele yöneltti ya da sizi belgesele yönlendiren neydi?

Gerektiriyor lafını çok sevdiğimi söyleyemem. Çünkü yalnızca bir konuyu takıntı haline getirip bu konuda çok güzel belgesel yapan insanlar da var. Belgesel için illa çok yaygın bir alana hakim olmak ve ilgili olmak gerekmiyor. Sadece bir alanı paranoya biçimde kafanıza takıp onun üzerine de gidebilirsiniz. Ama ben sizin bu saydığınız yelpazede duruyorum. Bunu da bir avantaj olarak görüyorum. Tarihle de ilgileniyorum, sosyolojiyle, antropolojiyle de. İlgimin geniş bir alana yayıldığını söyleyebilirim. Biraz da Türk aydının hastalığıdır, her şeyde ukalalık yapmaktan hoşlanır. Benim de biraz bundan kaynaklanan bir hastalık bu. Aslında belgesele ilgim, ben nerde duruyorum, neyim, tarzım ne, ruhum ne, kimyam ne sorularını çok ciddi ve bilinçli olarak kendime sorduğum dönemde başladı. Bu dönem yurt dışına ilk gittiğim dönemdi, üniversite bitmişti, İsviçre’ ye gitmiştim. Gitmeden önce de burada batıyı, bu kadar, günümüzdeki hızıyla olmasa bile çok hızlı biçimde tüketiyorduk. O zaman da televizyon vardı, sinema vardı ve ben zaten üniversitedeyken kendimi Paris’te Seine nehrinde yaşayan bir kız gibi hissediyordum. Özenti boyutunu anlatmak açısından söylüyorum. Ama turist olarak değil de, artık burada yaşayacağım, burada iş kuracağım, burada hayat kuracağım bakış açısıyla gittiğin zaman, toplumla öyle bir ilişki kurduğun zaman gittiğin yabancı ülkede o zaman kendini tanımlaman lazım. Yani etki-tepkide senin potansiyelin ne, bununla hangi düzeyde, hangi frekansta ilişki kuracağım, ben neyim sorusunda, orada çok oryantal olduğumu fark ettim.

Duygularımın çok doğulu olduğunu, kişiliğimin çok doğulu olduğunu fark ettim. Halbuki burada da Paris’te Seine Nehri`nin kıyısında dolaşan bir üniversiteli gibi hissediyordum. Asıl kimliğimi keşfimin orada olduğunu söyleyebilirim ve kendimi esas olarak doğuya ait hissettiğimi fark ettikten sonra, bana ait olan şey ne ve ben bunlara nasıl yansıyorum gözlüğüyle baktığımda, kaç bin yıllık bir kültür tarihimiz olmasına rağmen, bizi sıkıştırdıkları birkaç konu vardır onların, bunları şimdi ben de söylemeyeyim. Eurovizyon ile ilgili yapılan her haberde çok konuşuldu zaten. Türk dansı, lokumu, hamamı, haremi falan filan. Ben de bunlar ne yahu, bunlardan bunlar ne anlıyorlar, Türkiye’nin imajını oluşturan ama tarihsel süreç içerisinde gelen değerlerin kimliğini oluşturan bu kavramların altında ne yatıyor, bence ne, onlar ne anlıyorlar noktasında yola çıktığımda ilk haremle hamamı masamın üzerine aldım ve haremde inanılmaz bir şok yaşadım. Çünkü benim kafamdaki harem ile onların kafasındaki harem çok farklıydı. İlk kez objektif bilgiyle karşı karşıya geldim. Bir kere önce benim haremle ilgili imajlarım yıkıldı. Haremin hiç de öyle birkaç kadının padişahın zevki için besiye çekildiği, oynatıldığı bir ahlaksızlık yuvası olmadığı ortaya çıktı. En azından ilk dönemlerde çok farklı bir misyonla yola çıktığı ama yozlaşmaya bağlı olarak bu özelliklerin öne geçtiği bir değişim süreci yaşadığını gördüm. Hamamların hakeza, inanılmaz bir sosyal, kültürel kulüp işlevi taşıdığını öğrendim. İlk belgesel serüvenim bu ruh haliyle, bu sorularla ve bu konularla başladı.

Yaşadığımız toprakları düşünürsek, bu topraklardan çıkan kültürlerin, mitlerin her birinin ayrı birer belgesele konu olabileceğini düşünebiliriz. Bu zenginlik içinde ülkemizde belgeselin yeri nedir? Belgesel Türkiye’de ve Türkiye’de belgesel hak ettiği yeri alabilmiş midir ?

Hakikaten çok doğurgan bir ülke. Ben kendimi alamıyorum. Bir yere belgesel yapmaya gidiyorum. Hem belgesel yapıyorum, hem roman yapıyorum, şimdi bir de film senaryosu doğuyor, biraz resim yeteneğim olsa resim de yapacağım. Yani o kadar zengin, o kadar dolu ki, dokunduğun yerde, insanın o kadar damarına basıyor, o kadar kamçılıyor ki yaratıcılığını bir disipline sığdıramıyorsun. Bu anlamda inanılmaz şanslı bir ülke ve biz aslında artık burada, bu zenginliğe o kadar alışmışız ki, çok tavsamış gözümüzde zenginlik, yani farkında değiliz bir bakıma. Türkiye’de insanlar çok dürüst değil, kendilerine karşı değil. Türkiye’de bir insan komşusunun gözüne nasıl görünür, babasının gözüne nasıl görünür, sevgilisinin gözüne nasıl görünür, bu sorular içine sıkıştırır kendisini. Aslında olduğu gibi davranmaz, undergroundında biriktirir esas eğilimlerini. Mesela ben ne zaman taksiye binsem, balıkçıyla sohbet etsem, çeşitli kesimlerle ya da sosyeteyle de sohbet etsem “Ben bayılırım belgesele, hiçbir belgeseli kaçırmam” derler. Bu aslında olmak istediği profilidir, ben buna inanmıyorum. Gerçekten kendisi değil, görmek istediği profilidir. Komşusunu beğeneceği profildir, babasının beğeneceği profildir, belgeseli sevmek bir prestij ve kültür meselesidir çünkü. Belgesel mi, aktüel ya da paparazzi programı mı tercihlerinde, reytingler gösteriyor ki maalesef öbürlerini seçiyor. Belgeseli sevdiğini sanıyor, istediğini sanıyor ama öyle davranmıyor. Bu anlamda Türk halkı çok opportimist. Belgesele karşı özellikle çok opportimist, çok tutarsız. Durduğu yerle düşündüğü yer arasında dağlar kadar fark var. buna bağlı olarak da belgesel hak ettiği yeri alamıyor. Aslında belgesel çok sancılı ilerliyor. Bir takım insanlar gerçekten dişleriyle tırnağıyla yapıyor belgeselleri. Belgeseller hiç bir zaman çok rahat bütçe bulmaz. Eğer devlet kurumlarıyla çok yakın ilişkin yoksa ve seni payelendirmek istemiyorlarsa hiçbir zaman büyük bütçeler olmaz. Özellikle genç insanlar, belgesele gönül veren insanlar, taştan çıkarırlar o belgeseli. O yüzden onlar bu pelikülün İsa`larıdır. Peliküle ne giriyor, reklam giriyor, sinema giriyor, kısa film giriyor, ama belgeselciler gerçekten bu film malzemesini kullanan güruhun İsalarıdır bana göre. Çünkü en keşiş, en puritan onlar yaşıyorlar, işleriyle ilişkileri öyle. Bu zorluk içerisinde insanlar kafalarındaki idealleri gerçekleştirmekte de zorlanıyorlar. Benim kafamda inanılmaz belgesel konular var. Ama o konuların ne kadar acılar, ne kadar terler, ne kadar emekler, ne kadar eforlar gerektirdiğini artık hesaplayabilecek bir profesyonelliğe geldiğim için şimdiden yoruluyorum mesela. O yüzden belgeselin Türkiye’de önemli bir yer tuttuğunu kesinlikle söylemeyeceğim. Arada bir basının çok sevdiği, popülerleştirdiği belgeseller olur. Mesela benim Harem öyleydi. Can Dündar burada çok iyi bir kapı açtı. Şimdi Tolga Örnek’in belgeseli, henüz görmedim ama çok ümitliyim. Böyle arada bir çıkışlar yapıyor ama bir istikrar kazanamıyor. Yani bir piyasa haline, sağlam bir zemin haline dönüşemedi. Bu biraz yarı kaçıkların, idealistlerin, ilim bilim kurdu olan, İsavari dolaşan insanların işi haline geldi.

Belgesel dünyada ne durumda ?

Dünyada bence çok önemli belgeseller yapılıyor, Amerika’da öyle, Avrupa’da öyle. Oralarda belgesele çok iyi kaynaklar aktarılıyor ve belgesel izleniyor. Gerçekten İsviçre’ye gittiğinizde, Almanya’ya gittiğinizde televizyonlarının çoğu zaman bizden renksiz olduğunu görüyorsun, ciddi kanallar izlediğinde. Durmadan insanı ilerleten şeyler konuşuluyor. Bizim gibi eğlence tam gaz gitmiyor. Biraz suyu çıkartılmış bir şey bu. Orada izleyici de o düzeyde, o bilinçte olduğu zaman çok kolay buluşuyor. Devletin ve başka sponsorluk birimlerinin çok ciddi ilgisi var belgesele. Bizle kıyaslanmayacak yerdeler onlar belgeselde. Çok ciddi bütçelerle çekiyorlar, çok ciddiye alıyorlar. Bir de şu var tabi, sen kendi doğana sahip çıkabiliyor musun? Gerçekten dört mevsimin yaşandığı, bin bir çeşit bitki, börtü böceğin yaşadığı ve tarih açısından dünyanın en zengin ülkesinde yaşıyorsun, bunlardan hangilerine bilinçli yaklaşıyorsun ki, bunların bilgisine bilinçli yaklaşabilesin. Doğayı koruyabiliyor musun? Hayır. O zaman doğa belgeseline ne kadar duyarlı olabilirsin. Tarihi koruyabiliyor musun? Hayır. O zaman tarih belgeseline nasıl ilgi bekleyebilirim ki ben. Bu hayatın öbür alanlarına ilgi kurmakla da ilgili. Tahripkar yaklaşıp, sonra belgeseli sevemezsin zaten. Belgeselin adamı da olamazsın zaten. İkisi çok birlikte bir şey. Bir duyarlılık zinciri var. O olacak ki o da olsun. Doğayı katleden adama doğa belgeselini nasıl izlettirebilirsin ki ? Bu yüzden belgesel kesinlikle hak ettiği yerde değil ve bu da Türkiye’nin ayıplarından biri.

Bir belgesel yönetmeni ve yazar olarak Türkiye’de yaşamanın avantajları ve dezavantajları nedir ?

Tabi çok zenginleşiyorsun. Ama ben artık kırkımın üstündeyim. Bu zenginlik bir bakıma yoruyor da. Mesela yurt dışında, yabancı arkadaşlarımla konuştuğumuzda hala lisedeki arkadaşıyla tatile gidebiliyor. Ama biz öyle değil. o kadar hızlı, o kadar koşarak gidiyoruz ki. Kaç tane iç savaş yaşadık, kaç tane savaş yaşadık. Normal bir Avrupalı gencin hayatına sığabilecek malzemenin belki 100 katı fazla şey gördük, yaşadık. Bu anlamda çok besleniyorsun. Ama bir yandan da obez hale dönüşüyorsun, o da sakat bir şey oluyor ve bu da senin derinleşmeni de engelliyor. Durmadan yutuyorsun, yutuyorsun, yutuyorsun. Ama ben biraz daha rafine kalmaya ve Türkiye’nin zenginliğinden, birikiminden, renklerinden beslenmeye çalışıyorum. O anlamda avantajlı sayıyorum kendimi. Avrupa’da olsa bu kadar çok konu bolluğu içinde olamazdım herhalde. Orada daha çok sosyal yapı ve göçmen kültürü üzerine giderdim ya da kapitalizmin hastalıklarının beslediği bir takım çarpıklıklar üzerine gidebilirdim. Ama bizim konularımızın çok daha masalsı tadı var. Ben belgeselin o masalsı tadını da çok seviyorum. Orada gerçeğin iğdiş edilmiş halinin üzerine gidebilirsin belgeselde. Bizde ise, gerçeğin tarih içerisinde çok zarif bir biçimde işlenmesinin hikayesinin içerisinde bir transa geçebilirsin. İnce ruh hali içerisinde yer alıyorsun, bu da hoş bir şey.

Belgeselde siyaset ve politikalar nasıl bir rol oynar ? Bir belgeselin %100 tarafsız olması beklenebilir mi, gerekir mi ?

Bu, son dönemde kendime de çok sorduğum bir soru. Belgesel, belge-bilgi oralardan gelen bir şey. Bilgi izafi bir şey. Ben çoğu zaman inanılmaz bir vicdan azabı ile yaparım belgeselimi. Sıkı bir şekilde malzemem neyse içine, toplarım hepsini, bakarım ve onu bir süzme süreci yaşarım. Orada kendimi hak etmediğim bir noktada hissederim. Yani bunun hesaplaşması beni çok rahatsız da eder zaman zaman. O bilgiyi, benim kafam, benim algılamam, benim düzeyim biçimlendirecektir ve insanlara diyecektir ki, bak bu konunun belgeseli budur. Ben baştan onları şartlandırıyorum, diyorum ki belgesel formatını seçerek, ben size bu malzemenin bilgisini sunuyorum. Halbuki öyle değil. Ben objektif olarak sunmuyorum. O malzemenin bilgisi bana geliyor, bende bir yansıma yapıyor, kırılmalar yapıyor benim kendi değerime ve hacmime göre, ondan sonra ona gidiyor. Bilgiyle hedef arasında ben kırılma noktası olarak orada ben olduğum için, hiçbir zaman belgeseller %100 objektif değildir. O insanın düşünce yapısıyla ilgilidir. Bu namus bir yerde. Ben bozulmayı tarif ederken yine de namuslu bir yerdeki bozulmayı tarif ettim. Bu yönetmenin, senaryonun doğal olarak bilgide, belgede yarattığı bozulmadır. Ama bir de işin içine sponsor girerse, o zaman ahlaksız bir bozulmadan söz edebiliriz. O zaman zaten sponsor ya da yapımcısı, ben bu belgeseli şunun için istiyorum, şu öğeleri öne geçirelim diyebilir. O zaman o bozulma doğasından ötürü değil, ahlaksızlığından ötürü çok direkt bir biçimde belgesele yansıyor ve belgesel çok ciddi biçimde katledilebiliyor. Siyaset de sponsoruna bağlı olarak etkileyebiliyor. Bağımsız belgeselde yönetmenin bakış açısı etkiler. Çünkü o da bir seçim yapıyor, bir kurgu yapıyor, öne çıkarıyor, geriye itiyor ve bunlar da o dili oluşturan şeyler. Ama eğer ideolojik amaçla yapılmıyorsa, bu biraz namuslu gelebilir. Ama ideolojik amaçla yapılıyorsa ve sponsorun baskısından ötürü böyle bir şey varsa, o zaman çok direkt olarak etkileyebilir. Ben henüz o kadar ahlaksızlaşmadım. Ben ancak kendi değerlerim, kendi algılamam, kendi bedenim ve bilincimin kapasitesini beni ahlaksızlaştırdığı kadar bilgiyle ilişkimde ahlaksızlaştım. Ama hiçbir zaman sponsorumun ya da bana belgeseli öneren kurumun düşüncelerini işime katmadım ve o kadar ahlaksızlaşmadığım için kendimle gurur duyuyorum.

Yazarlık mı, yönetmenlik mi hayatınızdaki öncelik hangisinde ? Hangisi daha ağır basıyor ?

Ben hem yazar olmak istiyorum, hem yönetmen olmak istiyorum. Hem Nobel almak istiyorum, hem Oscar almak istiyorum, Cannes da olursa fena olmaz.

Yeni bir kitap mı, yeni bir belgesel mi, şimdi bizleri neler bekliyor ?

Tabi ki hepsi. Yeni kitabımı geçen ay teslim ettim İletişim Yayınları’na. Ama nereden çıkacak bilmiyorum. Bakalım editör ne diyecek? 3. romanım bu. “Kaf Dağı’nda Bir Doğum” adı. Biraz kadın meselesini anlatıyor, biraz Anadolu’yu anlatıyor. Kadınların bu kültürel bozukluktaki sorumluluğunu anlatıyor. Doğurmak, analık yapmak, hayatın devamını sağlamak. Mezopotamya da hayatın beşiğiyken, şimdi bir ölüm kültürü hakim oralarda, onunla bağlantılı şeyler. Onu verdik yayınevine. Bir belgesel de var gündemimde. Bu da İstanbul üzerine bir kurumun siparişi üzerine yapılacak bir belgesel olacak sanıyorum. Ama daha da önemlisi bir film projem var. “Roche’ un Sonbaharı”.

Röportaj
Filiz KÜÇÜK



Handan Öztürk`le Tecavüz`ün Renkleri Üzerine...
Yazar Handan Öztürk ile son kitabı "Mor Tecavüz", yazın yaşamı ve projeleri üzerine...

Her gün önünden geçtiğimiz büyük mağazaların ışıklı vitrinleri, televizyonda hangi kanalı açarsak açalım karşımıza çıkan mankenler, aşklar, evlilikler, villalar, yatlar, katlar, pembe diziler, kişiliğimizi hiçe sayan eğitim sistemi, düşüncelerimizi ifade edememek, işkenceler, koca dayağı, ana dayağı, öğretmen dayağı… Hepsi birer tecavüz değil mi aslında? Siyah, mavi ya da mor, fark eder mi?

Radyo programcılığı ve sunuculuğu, belgeseller ve ilk kitap Yalnız Bebekler... Handan Öztürk’ün son kitabı “Mor Tecavüz” Gala Yayınları’ndan çıktı. Gündelik hayatta uğradığımız tüm tecavüzlere ve Mor Tecavüz’e dair bir söyleşi yaptık Handan Öztürk’le..

“Mor Tecavüz”ün ilk kitabınız “Yalnız Bebekler”le bir bağlantısı var mı?
Mor Tecavüz adı da üzerinde bir tecavüz romanı. Ama tecavüzü en klasik anlamıyla düşündüğümüzde, romanın bu kavramı aştığını düşünüyorum. Çünkü insanlık kültür tarihinin biçimlendirdiği formda birçok şey bence tecavüz olarak yaşanıyor, insanların yaşadığı cinsel tecavüzün dışında. Birçok şey tecavüze dönüşmüş durumda. Hatta işte şu Halaskargazi’den aşağıya inerken vitrinler bile insana tecavüz ediyor bir bakıma. Baskı, özgür iradenin kullanımına izin vermeden, insanı ele geçiren bir kültür atmosferinin içine girdik. Çok geniş bir tecavüzler örgüsü var gündelik yaşamımızda. Ben bunlardan üç tanesini aldım. Daha doğrusu üç eksene oturttum. Birinci eksende klasik anlamda bir genç kızın uğramak üzere olduğu tecavüz var. İkincisinde; bir ülkenin ya da bir şehrin, İstanbul’un işgal anlamında tecavüze uğrama hikayesi var. Üçüncüsünde de İngilizler tarafından işkence gören (işkence de bence çok ciddi bir tecavüz) bir yurtseverin tecavüz hikayesi var. Bu üç eksen üzerinde kurulan ve cinselliği, esareti, hayatın uçucu gibi görünen (mesela müzik, gökyüzünde uçan bir martı gibi) yönleriyle, esir olmak, aile, akrabalık, ben, öteki gibi temel kavramları sorgulayan, harmanlayan bir kitap oldu.

Kitaptaki olaylar Birinci Dünya Savaşı sonrasında Galata’da geçiyor…

Yaptığım belgeseller de hep tarihle ilgili oldu. İlk kitapta da fon olarak tarih çok güçlü bir biçimde vardı. Aslında bu kitapta da tarihi ben arka fon olarak seçtim. Yoksa kesinlikle bir tarihi roman değil. Sonuna kadar çağdaş kalacak bir roman yazdım. Önde çok modern bir resim varken, tarih fonda kaldı.
Türkiye’deki okuyucu kitlesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yazdığınız kitap, anlatmak istedikleriniz o kitleye ulaşıyor mu sizce?
Ben gerçekten kendim için yazıyorum. Başka bir şey yapamadığım için yazıyorum. İyi bir tüccar olamadım, iyi bir gazeteci olamadım, iyi bir manken olamayacağım, iyi bir televizyoncu da belki olamayacağım. Bunun için yazıyorum. Yani okuyucu için yazmıyorum. Yazarken çok kendimle ilgili bir şey yaşıyorum. Ama kafamı kaldırdığımda da Türk okuyucusunu çok önemli bir yerde buluyorum. Eğer kitap satılmıyorsa, bunun sebebi ilgisizlik değil, insanlar aç ve yoksul. Mesela Anadolu’da çok önemli bir okuyucu potansiyeli olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da belki çok merkezi yerlerde odaklandı. Fakat Anadolu’da çok sıkı okurların, entelektüellerin ve düşünürlerin olduğunu gördüm, bütün bu belgesel gezilerim sırasında.

Yaşamın her alanında yaşadığımız tecavüzlerden bahsettiniz. Sadece fiziksel olarak cinsel kimliğimizle uğradığımız tecavüzlerin dışında, tüketim, kültür ve daha birçok alanda… Peki bu tecavüzlerin sorumluları kimler? Altında yatan sebepler…

İnsanların çoğu zaman överek, kutsal bir kavram olarak kullandığı “Kültür” yatıyor. En güzel haliyle, en güzel anlarıyla “kültür” yatıyor. Benim derdim, on bin yıl tanrıçalar döneminden kalma bir kültür, sonrasında da dört bin yıllık bir baba erkil tanrı kültürü, onun dışında yine yaşama kültürü; yani toplam yirmi bin yıla yakın bir yaşama kültürünün durduğu noktayla. Bu tecavüz dehşetini yaşatan da, sapık babalar, ağabeyler ya da komşulardan öte, kültür zemininin yarattığı bataklık. Yani her şey bir tecavüz halinde yaşanıyor. Mesela ben her festival döneminde gerginleşirim. Çünkü öyle baskı yapar ki, sana dışında kalma ve seçme hakkı vermez. Halbuki bir kültür festivalidir. Ama artık her şey, sanatın da ekonomileştiği bir dönemde bütün bunlar da doğal bir şekilde akıp gidiyor. Ama durup baktığında; “bunların hepsi benim ırzıma geçmeye çalışıyor” diye düşünüyorsun.

Yazar camiası ne durumda sizce. Yıllardır Yaşar Kemal Nobel’e aday gösterilir. Bir türlü alamayız. Gerçi, Nobel bir ölçü müdür o ayrı…
Galiba bir ölçü. Çocukluğumdan beri okuduğum bütün Nobel kitaplarından memnun kaldım, ama tabi Nobel en iyi yazarı buluyor mu o ayrı mesele. İyi yazarlara gittiğini düşünüyorum. Umarım bizden birisi de alır. Ben olsam çok daha sevinirim tabi ki… Ben bilgisayarın yazma anlamında bir patlama yarattığını düşünüyorum. Bilgisayar bir “özel saat” yaratıyor insanda. Türkiye’de insanların kendileriyle kalmama gibi bir problemi var. Kalabalık aile geleneğinden dolayı. Ama makineyle baş başa kaldıklarında iç seslerini dinleme eğilimi de gelişiyor. Hemen hemen her bilgisayarı olan bir şeyler yazıyor, ve bir yayınevine gönderiyor. Ama yazar olgunluğuna ulaşma anlamında durum ne dersek, açıkçası beni çok etkileyen bir yazar olduğunu söyleyemem. Ben hala klasiklerden etkileniyorum. Nurullah Ataç, Ahmet Rasim, Yaşar Kemal… Çağdaşlara da sempatiyle yaklaşıyorum, ama çok etkilendiğimi söyleyemem. Belki yüreğim o çocuk naifliğini gösteremediği için…

Sanki Türkiye’de acayip bir okuma potansiyeli oluşmuş gibi görünüyor. Yeni bir kitap çıktığında, (yazarı biraz popülerse) herkes o kitaptan bahsediyor, herkesin elinde o kitabı görüyoruz. Ama bir baktığınızda yine magazin programları izlenme rekorları kırıyor…

Televole’nin izleyicisiyle, o kitapların okurları çok ayrı değil. Türkiye inanılmaz bir koşu içerisinde, o yüzden görüntü alanına, yaşam alanına çok şey sıkıştırıyor, o yüzden Televole de var, Orhan Pamuk da, Bedri Baykam da, Hülya Avşar da var. Bu onun inanılmaz nevrotik koşuşundan kaynaklanan bir görme çokluğu gibi geliyor bana. Yani hayatın içinde çok sakin sakin yürüme mutluluğuna ulaşmış değiliz. Aslında tüm bu magazin programları da bir tür tecavüz galiba. Tabi ki, onlar çok şiddetli tecavüzler. Zaten o programlarda “tecavüz”ün kendisi de çok kaba anlamıyla ilgi çekiyor.

Bir röportajda diyorsunuz ki; Yaşamın her alanında bir çok tecavüz yaşanmasına rağmen, nedense insanlar bunları görmek yerine sadece cinsel anlamdaki tecavüzlerle ilgileniyor.

Tabi ki tecavüz çok karşı durulması gereken bir şey, hangi alanda yaşanırsa yaşansın. Fakat toplumun, insanlık kültür tarihinin “tecavüz”e sığdırdığı anlamlar, korkular, baskılar o kadar büyük bir kambur haline getiriliyor ki, o olayı yaşadıktan sonra insan o kamburdan ötürü kafasını kaldırıp yürüyemez duruma geliyor. Ben oralara vurmaya çalışıyorum. Belki korkular, bu değer yargıları, namus kavramları olmazsa, bunlar çok daha rahat atlatılacak sevimsiz olaylar olarak yaşanacak. Ama içine bu kavramlar girince insanlar altında kalıp eziliyor. Halbuki sevmediği bir iş, sevmediği bir eşle geçirdiği hayat kat kat daha büyük bir tecavüz.

Romandaki kahramanları biraz anlatır mısınız?

Konaklı; o dönemde en elit kesimden geliyor. Konakta yaşıyor. Diplomat eniştesinden dolayı Paris’e gidiyor. Orada avant-garde kültürle tanışmış. Onlardan etkilenmiş, o dönemde misyoner okulunda okuyor. Yaşadığı tecavüz olayına çok tersten bakıyor ve toplumun ona tecavüze uğrama ihtimali karşısında yükleyeceği o yükten biranda silkinip “ya bu nedir, hiç suçum olmadığı halde önüme konulan, dayatılan şey nedir?” diyerek orada çok anarşist bir tavır alıyor ve bu kez kontur tavır çekmek için belki, çok farklı bir noktada duruyor ve sadece bakir erkeklere hizmet veren bir genel ev kuruyor. Daha doğrusu “Kutsal Fahişeler Tapınağı” kuruyor. Aslında bu Kutsal Fahişeler Tapınağı, Anadolu topraklarının çok yabancı olduğu bir kavram değil, tek tanrılı dinlerden önce Kapadokya’da, Ege’de, Akdeniz’de varolan Tanrıça Kültürünün çok güçlü bir ifadesi. Orada zaten sevgi, sevişmek, cinsellik bir ibadet olarak yapılıyor. Kadınlar, kraliçeler de dahil tapınağa girip fahişelik yapıyor. Ama bugünkü fahişelikten çok farklı bir şey o. Bedeni, cinselliği, üretkenliği yüceltmek için yapılan bir şey o. Bizim Konaklı da belli belirsiz bu bilinci taşıyan, yaşlı bir kadınla tanışıyor ve böyle bir ev kuruyorlar. Sadece bakir erkekler için kuruyorlar, savaşa gittikleri için, ölmeden önce en azından kendilerine ait bir şeyi yaşamaları için onlara bu hizmeti veriyorlar. Bakir erkekler de oradan çıkıp savaşmak için Anadolu’ya gidiyor. Ali Murat; aslında çok bugüne ait bir kahraman. Her darbede bir sürü Ali Murat’lar yaşıyor Türkiye. İdealist adam, bir takım takıntıları olsa da, yurtsever ve idealist bir adam. Bu idealleri uğruna, hapishaneye düşüyor, işkenceler görüyor ve bunları yaşarken “esaret”i, müzikle kurduğu ilişkileri sorguluyor. Niko; çok sıkı bir entellektüel. Çok okuyan, çok düşünen, her şeye hakim bir insan. Ben onu çoğu yerde de Türkiye’ye benzetmişimdir. Entellektüel, çok okuyan, düşünen anlamında değil, çok sık ideoloji değiştiren anlamında benzetirim. Çünkü Niko bütün o iç kötülüklerini, eksilerini örtmenin yolu olarak belli ideallere sığınmayı görüyor. Çok doğal bir şey, fakat Türkiye’de insanların yaşadığı hastalığı o da yaşıyor, hiçbirini sindirmeden dahil oluyor. O yüzden sadece geçici bir katılma olarak yaşıyor. Şaman oluyor, Budist oluyor, sonra derviş ve en sonunda para tekkesinin esiri oluyor, banker oluyor. Bu da Türkiye’nin durumuna çok benziyor. Bir sürü ideoloji değiştirdik, en sonunda da Allahımız para oldu, şimdi herkes para için savaşıyor. Niko’nun işgal sırasında son oyuncağı, para kazanma zemini de elinden alınınca, kötülük meleklerinin peşinden gitmeye başlıyor. Bir de kahkaha satan adam var. O gerçek bir adam. Ben onu Galata’da görmüştüm. Belki hala yaşıyor ve hala kahkaha satarak geçiniyor. İnsanlık trajedilerini tamamen yok ettiği için çok rahat kahkaha atan bir Hikmet’imiz var, inanılmaz çıkarcı. Bu bizim dostluklarımızda da vardır ama, “dostluk” adı altında, “sığınma, yaslanma ve istismar etme” biraz da o karikatüre parmak basmak gibi oldu Hikmet. Çok saygı duyduğum Umay var. Genel geçer kültüre karşı çıkan yaşlı bir kadın.

“Her şey İstanbul’a aitti. Suç da ceza da günah da…” Peki niye İstanbul bu kadar suçlu?

Aslında bu biraz da İstanbul romanı. İlk ilhamımı da ben Galata’yla ilgili bir belgesel yaparken orada topladım diyebilirim. Şimdi o duyguyu bence hepimiz yaşıyoruz. Mutsuz bir günde kalktığımızda koca bir şehir, yolunu bulamayacağımız, altından kalkamayacağımız, gelip geçemeyeceğimiz binalar. İnsanın en kötü günlerinde bu görkemli şehir suçlu gibi durur. O görkemi, şatafatı, gücü onu suçlu gibi gösterir. Çünkü ona kavuşamıyorsun, dahil olamıyorsun, kendi başına acılar çekiyorsun, onun yüzünden diye düşünüyorsun.

Bundan sonraki projeler neler, yeni bir kitap ya da belgesel tarzı bir çalışmanız var mı?

Aslında şimdi bir belgesel var, bir roman var; aynı mekanda geçiyor. Elit kadınlarla çok uğraştım ben, Harem’i yaptım, Tanrıçalar’ı yaptım. İşte romanda da Konaklı… Ama başından beri beni çeken bir gerçek var: Doğu’da yaşam.. Geçen ay Batman, Diyarbakır, Hasankeyf, Urfa yaptım. İnanılmaz malzemeler var. Yetiştirebilirsem Nevroz’a yetiştirmeye çalışıyorum. Bir de oranın belgeseli var gündemde, artık bir de belgeselden çok sinema filmi yapmayı düşünüyorum. Benim de bir sinema filmim olsun…

Röportaj: Elifcan Karacan





İki ölüm arasında Hasankeyf

Belgesel yönetmeni Handan Öztürk, Hasankeyf'i konu alan bir film yapmaya hazırlanıyor. Mayısta çekimlerine başlanacak film, Hasankeyf'in 'ölümü' ile Batman'daki kadınların intiharı arasında paralellikler kuruyor.

Belgesel yönetmeni Handan Öztürk, Ilısu Barajı suları altında kalacak olan Hasankeyf için bir film çekmeye hazırlanıyor. Öztürk, Hasankeyf'i anlatacağı ve kendisinin ilk uzun metrajlı filmi olacak proje için mayıs ayında çekimlere başlayacak. Sular altında kalacak olan Hasankeyf'in kurtarılması için çırpınan bir gazetecinin yaşadıklarını konu alan filmin başrolünde Cem Davran oynayacak. Hasankeyf'in baraj suları altında kalarak ölecek olması ile Batman'daki kadınların intiharı arasında bir paralellik kuran Handan Öztürk, filmde bu iki ölümü birlikte işleyecek. Handan Öztürk, "Dünyada artık ölüm kültürü hakim. İnsanlar hayat adına mücadele etmektense ölmeyi tercih ediyorlar. Batmanlı kadınların intiharlarının gündeme geldiği dönemde bölgeye giderek araştırma yaptım. Hasankeyf'in ölümü ile Batmanlı kadınların intiharları arasında paralellik kurdum." diyor. Batman'da yaptığı araştırmada bölgedeki yerel gazetecilerin yolsuzluklara ve bölgenin tarihi zenginliklerinin kurtarılmasına karşı verdikleri mücadele etkilemiş Öztürk'ü. Bu yüzden filmin senaryosu bir taşra gazetecisinin etrafında gelişiyor.

Handan Öztürk, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun olduktan sonra ekonomi muhabiri olmak için yola çıkmasına rağmen kaderin cilvesi olarak kendini belgesel film yönetmeni olarak bulmuş. Öztürk'ün belgesel aşkı üniversiteden mezun olduktan sonra, yabancı dilini geliştirmek için gittiği İsviçre'de doğuyor. Türkiye'ye döndükten sonra da hızlı bir üretime dönüşüyor. İlk belgeseli olan 'Türk Hamamları'nı sırasıyla 'Adalar', 'Saray Kadınları', 'Bir Doğu Masalı; Galata', 'Anadolu'nun Tanrıçaları' ve 'Anadolu'nun Dans Tarihi' takip ediyor.

Belgesel çekimleri her ne kadar hayatının önemli bir parçası olsa da kalemi elinden bırakmamış Öztürk. 'Türk Hamamları' belgeseli ile uğraştığı dönemde 'Yalnız Bebekler' adı altında 9. yüzyıl Kapadokya'sını romanlaştırmış. 'Yalnız Bebekler', onun hayata bakış açısını da anlatıyor. Öztürk, Kapadokya'da Hıristiyan kültün oluşum dönemi ile ilgili olarak 'Her düşünce iktidara gidinceye kadar demokrattır' fikrini savunuyor. Handan Öztürk'ün sahibi olduğu Gala Yayınevi'nde birbirinden farklı iki düşüncenin aykırı seslerini gözlemlemek mümkün. Öztürk, hayata farklı pencerelerden bakan Ece Temelkuran ve Cihan Aktaş'ı aynı yayınevi çatısı altında toplamaktan gurur duyuyor.