Handan Öztürk`le Tecavüz`ün Renkleri Üzerine...

Yazar Handan Öztürk ile son kitabı "Mor Tecavüz", yazın yaşamı ve projeleri üzerine...

Her gün önünden geçtiğimiz büyük mağazaların ışıklı vitrinleri, televizyonda hangi kanalı açarsak açalım karşımıza çıkan mankenler, aşklar, evlilikler, villalar, yatlar, katlar, pembe diziler, kişiliğimizi hiçe sayan eğitim sistemi, düşüncelerimizi ifade edememek, işkenceler, koca dayağı, ana dayağı, öğretmen dayağı… Hepsi birer tecavüz değil mi aslında? Siyah, mavi ya da mor, fark eder mi?

Radyo programcılığı ve sunuculuğu, belgeseller ve ilk kitap Yalnız Bebekler... Handan Öztürk’ün son kitabı “Mor Tecavüz” Gala Yayınları’ndan çıktı. Gündelik hayatta uğradığımız tüm tecavüzlere ve Mor Tecavüz’e dair bir söyleşi yaptık Handan Öztürk’le..

“Mor Tecavüz”ün ilk kitabınız “Yalnız Bebekler”le bir bağlantısı var mı?
Mor Tecavüz adı da üzerinde bir tecavüz romanı. Ama tecavüzü en klasik anlamıyla düşündüğümüzde, romanın bu kavramı aştığını düşünüyorum. Çünkü insanlık kültür tarihinin biçimlendirdiği formda birçok şey bence tecavüz olarak yaşanıyor, insanların yaşadığı cinsel tecavüzün dışında. Birçok şey tecavüze dönüşmüş durumda. Hatta işte şu Halaskargazi’den aşağıya inerken vitrinler bile insana tecavüz ediyor bir bakıma. Baskı, özgür iradenin kullanımına izin vermeden, insanı ele geçiren bir kültür atmosferinin içine girdik. Çok geniş bir tecavüzler örgüsü var gündelik yaşamımızda. Ben bunlardan üç tanesini aldım. Daha doğrusu üç eksene oturttum. Birinci eksende klasik anlamda bir genç kızın uğramak üzere olduğu tecavüz var. İkincisinde; bir ülkenin ya da bir şehrin, İstanbul’un işgal anlamında tecavüze uğrama hikayesi var. Üçüncüsünde de İngilizler tarafından işkence gören (işkence de bence çok ciddi bir tecavüz) bir yurtseverin tecavüz hikayesi var. Bu üç eksen üzerinde kurulan ve cinselliği, esareti, hayatın uçucu gibi görünen (mesela müzik, gökyüzünde uçan bir martı gibi) yönleriyle, esir olmak, aile, akrabalık, ben, öteki gibi temel kavramları sorgulayan, harmanlayan bir kitap oldu.

Kitaptaki olaylar Birinci Dünya Savaşı sonrasında Galata’da geçiyor…

Yaptığım belgeseller de hep tarihle ilgili oldu. İlk kitapta da fon olarak tarih çok güçlü bir biçimde vardı. Aslında bu kitapta da tarihi ben arka fon olarak seçtim. Yoksa kesinlikle bir tarihi roman değil. Sonuna kadar çağdaş kalacak bir roman yazdım. Önde çok modern bir resim varken, tarih fonda kaldı.
Türkiye’deki okuyucu kitlesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yazdığınız kitap, anlatmak istedikleriniz o kitleye ulaşıyor mu sizce?
Ben gerçekten kendim için yazıyorum. Başka bir şey yapamadığım için yazıyorum. İyi bir tüccar olamadım, iyi bir gazeteci olamadım, iyi bir manken olamayacağım, iyi bir televizyoncu da belki olamayacağım. Bunun için yazıyorum. Yani okuyucu için yazmıyorum. Yazarken çok kendimle ilgili bir şey yaşıyorum. Ama kafamı kaldırdığımda da Türk okuyucusunu çok önemli bir yerde buluyorum. Eğer kitap satılmıyorsa, bunun sebebi ilgisizlik değil, insanlar aç ve yoksul. Mesela Anadolu’da çok önemli bir okuyucu potansiyeli olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da belki çok merkezi yerlerde odaklandı. Fakat Anadolu’da çok sıkı okurların, entelektüellerin ve düşünürlerin olduğunu gördüm, bütün bu belgesel gezilerim sırasında.

Yaşamın her alanında yaşadığımız tecavüzlerden bahsettiniz. Sadece fiziksel olarak cinsel kimliğimizle uğradığımız tecavüzlerin dışında, tüketim, kültür ve daha birçok alanda… Peki bu tecavüzlerin sorumluları kimler? Altında yatan sebepler…

İnsanların çoğu zaman överek, kutsal bir kavram olarak kullandığı “Kültür” yatıyor. En güzel haliyle, en güzel anlarıyla “kültür” yatıyor. Benim derdim, on bin yıl tanrıçalar döneminden kalma bir kültür, sonrasında da dört bin yıllık bir baba erkil tanrı kültürü, onun dışında yine yaşama kültürü; yani toplam yirmi bin yıla yakın bir yaşama kültürünün durduğu noktayla. Bu tecavüz dehşetini yaşatan da, sapık babalar, ağabeyler ya da komşulardan öte, kültür zemininin yarattığı bataklık. Yani her şey bir tecavüz halinde yaşanıyor. Mesela ben her festival döneminde gerginleşirim. Çünkü öyle baskı yapar ki, sana dışında kalma ve seçme hakkı vermez. Halbuki bir kültür festivalidir. Ama artık her şey, sanatın da ekonomileştiği bir dönemde bütün bunlar da doğal bir şekilde akıp gidiyor. Ama durup baktığında; “bunların hepsi benim ırzıma geçmeye çalışıyor” diye düşünüyorsun.

Yazar camiası ne durumda sizce. Yıllardır Yaşar Kemal Nobel’e aday gösterilir. Bir türlü alamayız. Gerçi, Nobel bir ölçü müdür o ayrı…
Galiba bir ölçü. Çocukluğumdan beri okuduğum bütün Nobel kitaplarından memnun kaldım, ama tabi Nobel en iyi yazarı buluyor mu o ayrı mesele. İyi yazarlara gittiğini düşünüyorum. Umarım bizden birisi de alır. Ben olsam çok daha sevinirim tabi ki… Ben bilgisayarın yazma anlamında bir patlama yarattığını düşünüyorum. Bilgisayar bir “özel saat” yaratıyor insanda. Türkiye’de insanların kendileriyle kalmama gibi bir problemi var. Kalabalık aile geleneğinden dolayı. Ama makineyle baş başa kaldıklarında iç seslerini dinleme eğilimi de gelişiyor. Hemen hemen her bilgisayarı olan bir şeyler yazıyor, ve bir yayınevine gönderiyor. Ama yazar olgunluğuna ulaşma anlamında durum ne dersek, açıkçası beni çok etkileyen bir yazar olduğunu söyleyemem. Ben hala klasiklerden etkileniyorum. Nurullah Ataç, Ahmet Rasim, Yaşar Kemal… Çağdaşlara da sempatiyle yaklaşıyorum, ama çok etkilendiğimi söyleyemem. Belki yüreğim o çocuk naifliğini gösteremediği için…

Sanki Türkiye’de acayip bir okuma potansiyeli oluşmuş gibi görünüyor. Yeni bir kitap çıktığında, (yazarı biraz popülerse) herkes o kitaptan bahsediyor, herkesin elinde o kitabı görüyoruz. Ama bir baktığınızda yine magazin programları izlenme rekorları kırıyor…

Televole’nin izleyicisiyle, o kitapların okurları çok ayrı değil. Türkiye inanılmaz bir koşu içerisinde, o yüzden görüntü alanına, yaşam alanına çok şey sıkıştırıyor, o yüzden Televole de var, Orhan Pamuk da, Bedri Baykam da, Hülya Avşar da var. Bu onun inanılmaz nevrotik koşuşundan kaynaklanan bir görme çokluğu gibi geliyor bana. Yani hayatın içinde çok sakin sakin yürüme mutluluğuna ulaşmış değiliz. Aslında tüm bu magazin programları da bir tür tecavüz galiba. Tabi ki, onlar çok şiddetli tecavüzler. Zaten o programlarda “tecavüz”ün kendisi de çok kaba anlamıyla ilgi çekiyor.

Bir röportajda diyorsunuz ki; Yaşamın her alanında bir çok tecavüz yaşanmasına rağmen, nedense insanlar bunları görmek yerine sadece cinsel anlamdaki tecavüzlerle ilgileniyor.

Tabi ki tecavüz çok karşı durulması gereken bir şey, hangi alanda yaşanırsa yaşansın. Fakat toplumun, insanlık kültür tarihinin “tecavüz”e sığdırdığı anlamlar, korkular, baskılar o kadar büyük bir kambur haline getiriliyor ki, o olayı yaşadıktan sonra insan o kamburdan ötürü kafasını kaldırıp yürüyemez duruma geliyor. Ben oralara vurmaya çalışıyorum. Belki korkular, bu değer yargıları, namus kavramları olmazsa, bunlar çok daha rahat atlatılacak sevimsiz olaylar olarak yaşanacak. Ama içine bu kavramlar girince insanlar altında kalıp eziliyor. Halbuki sevmediği bir iş, sevmediği bir eşle geçirdiği hayat kat kat daha büyük bir tecavüz.

Romandaki kahramanları biraz anlatır mısınız?

Konaklı; o dönemde en elit kesimden geliyor. Konakta yaşıyor. Diplomat eniştesinden dolayı Paris’e gidiyor. Orada avant-garde kültürle tanışmış. Onlardan etkilenmiş, o dönemde misyoner okulunda okuyor. Yaşadığı tecavüz olayına çok tersten bakıyor ve toplumun ona tecavüze uğrama ihtimali karşısında yükleyeceği o yükten biranda silkinip “ya bu nedir, hiç suçum olmadığı halde önüme konulan, dayatılan şey nedir?” diyerek orada çok anarşist bir tavır alıyor ve bu kez kontur tavır çekmek için belki, çok farklı bir noktada duruyor ve sadece bakir erkeklere hizmet veren bir genel ev kuruyor. Daha doğrusu “Kutsal Fahişeler Tapınağı” kuruyor. Aslında bu Kutsal Fahişeler Tapınağı, Anadolu topraklarının çok yabancı olduğu bir kavram değil, tek tanrılı dinlerden önce Kapadokya’da, Ege’de, Akdeniz’de varolan Tanrıça Kültürünün çok güçlü bir ifadesi. Orada zaten sevgi, sevişmek, cinsellik bir ibadet olarak yapılıyor. Kadınlar, kraliçeler de dahil tapınağa girip fahişelik yapıyor. Ama bugünkü fahişelikten çok farklı bir şey o. Bedeni, cinselliği, üretkenliği yüceltmek için yapılan bir şey o. Bizim Konaklı da belli belirsiz bu bilinci taşıyan, yaşlı bir kadınla tanışıyor ve böyle bir ev kuruyorlar. Sadece bakir erkekler için kuruyorlar, savaşa gittikleri için, ölmeden önce en azından kendilerine ait bir şeyi yaşamaları için onlara bu hizmeti veriyorlar. Bakir erkekler de oradan çıkıp savaşmak için Anadolu’ya gidiyor. Ali Murat; aslında çok bugüne ait bir kahraman. Her darbede bir sürü Ali Murat’lar yaşıyor Türkiye. İdealist adam, bir takım takıntıları olsa da, yurtsever ve idealist bir adam. Bu idealleri uğruna, hapishaneye düşüyor, işkenceler görüyor ve bunları yaşarken “esaret”i, müzikle kurduğu ilişkileri sorguluyor. Niko; çok sıkı bir entellektüel. Çok okuyan, çok düşünen, her şeye hakim bir insan. Ben onu çoğu yerde de Türkiye’ye benzetmişimdir. Entellektüel, çok okuyan, düşünen anlamında değil, çok sık ideoloji değiştiren anlamında benzetirim. Çünkü Niko bütün o iç kötülüklerini, eksilerini örtmenin yolu olarak belli ideallere sığınmayı görüyor. Çok doğal bir şey, fakat Türkiye’de insanların yaşadığı hastalığı o da yaşıyor, hiçbirini sindirmeden dahil oluyor. O yüzden sadece geçici bir katılma olarak yaşıyor. Şaman oluyor, Budist oluyor, sonra derviş ve en sonunda para tekkesinin esiri oluyor, banker oluyor. Bu da Türkiye’nin durumuna çok benziyor. Bir sürü ideoloji değiştirdik, en sonunda da Allahımız para oldu, şimdi herkes para için savaşıyor. Niko’nun işgal sırasında son oyuncağı, para kazanma zemini de elinden alınınca, kötülük meleklerinin peşinden gitmeye başlıyor. Bir de kahkaha satan adam var. O gerçek bir adam. Ben onu Galata’da görmüştüm. Belki hala yaşıyor ve hala kahkaha satarak geçiniyor. İnsanlık trajedilerini tamamen yok ettiği için çok rahat kahkaha atan bir Hikmet’imiz var, inanılmaz çıkarcı. Bu bizim dostluklarımızda da vardır ama, “dostluk” adı altında, “sığınma, yaslanma ve istismar etme” biraz da o karikatüre parmak basmak gibi oldu Hikmet. Çok saygı duyduğum Umay var. Genel geçer kültüre karşı çıkan yaşlı bir kadın.

“Her şey İstanbul’a aitti. Suç da ceza da günah da…” Peki niye İstanbul bu kadar suçlu?

Aslında bu biraz da İstanbul romanı. İlk ilhamımı da ben Galata’yla ilgili bir belgesel yaparken orada topladım diyebilirim. Şimdi o duyguyu bence hepimiz yaşıyoruz. Mutsuz bir günde kalktığımızda koca bir şehir, yolunu bulamayacağımız, altından kalkamayacağımız, gelip geçemeyeceğimiz binalar. İnsanın en kötü günlerinde bu görkemli şehir suçlu gibi durur. O görkemi, şatafatı, gücü onu suçlu gibi gösterir. Çünkü ona kavuşamıyorsun, dahil olamıyorsun, kendi başına acılar çekiyorsun, onun yüzünden diye düşünüyorsun.

Bundan sonraki projeler neler, yeni bir kitap ya da belgesel tarzı bir çalışmanız var mı?

Aslında şimdi bir belgesel var, bir roman var; aynı mekanda geçiyor. Elit kadınlarla çok uğraştım ben, Harem’i yaptım, Tanrıçalar’ı yaptım. İşte romanda da Konaklı… Ama başından beri beni çeken bir gerçek var: Doğu’da yaşam.. Geçen ay Batman, Diyarbakır, Hasankeyf, Urfa yaptım. İnanılmaz malzemeler var. Yetiştirebilirsem Nevroz’a yetiştirmeye çalışıyorum. Bir de oranın belgeseli var gündemde, artık bir de belgeselden çok sinema filmi yapmayı düşünüyorum. Benim de bir sinema filmim olsun…

Röportaj
Elifcan Karacan