Cannes’da İki Altın Palmiye kazanan Avusturyalı yönetmen, kendisini “Amour”a
götüren uzun kişisel ve entelektüel yolculuğunu anlatıyor.
Ard arda iki Altın Palmiye kazanan, oyunculardan Trintignant’ın her yerde “en
büyük yönetmen ile çalıştım” diye anlattığı Michael Haneke hakkında Stock
Yayınevi’nden çıkan “Haneke par Haneke” röportaj kitabı, katedilen uzun bir
yolculuğun ve yönetmenin şimdiye kadar elde ettiği başarıların bir dökümünü
sunuyor. Michael Haneke bu uzun yolculuk sonrasında artık tatlı bir yorgunluk
hissediyor olmalı. Öte yandan sinema camiasında kuşkulu bir üne sahip bu adam,
yani Haneke, Beyaz Bant filminden bu yana daha sakin, kararlı, eğlenceli ve
eleştirilere gülüp geçiyor.
Amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. Bu filmde sizin
yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?
Hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80
yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir
insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiç bir şey
gelmiyor. Hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. Bunun gibi
anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. Sonunda iyileşti gerçi
ama 93 yaşında intihar etmek istedi. Onu baygın bir halde buldum. Hemen yardım
çağırdım ve hastanede kendisine geldiğinde, bana “Bunu neden yaptın?” diye
sordu. Bana kızmıştı. 2 yıl sonra, ben bir festivaldeyken, tekrar intiharı
denedi ve o zaman vefat etti. Tahmin edebileceğiniz gibi o an bunu bir senaryoya
dönüştürme gibi bir arzum yoktu, ne var ki bir gün, aradan yıllar geçtikten
sonra, bir fikir gelir, tam bir fikir değil de daha çok ifade etmek istediğiniz
bir duygu…
Sanki bir filminizde kendinizi bu kadar açık yüreklilikle ilk kez ortaya
koyuyormuşsunuz gibi geliyor. Ne dersiniz?
Filmlerim, her zaman beni sinirlendiren, hatta öfkeden çıldırtan şeylerden
doğar. Ancak, daha doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yazıp yönettiğim
bütün filmler, tam anlamıyla anlamadığım bir şeylerden yola çıktı. Örneğin,
Beyaz Bant, sarışın çocuklardan oluşan bir koro üzerine bir film yapma
arzusundan doğdu. Bu fikre nerden kapıldığımı da bilmiyordum. Zamanla, fikirler
ve olaylar kafamda birikmeye başladı, hikaye zenginleşti ve yavaş yavaş
Stendhal’in aşk üzerine bir denemesinde de söylediği gibi, bir anlamda
kristalleşme fenomeni dediğimiz şey ortaya çıktı ve her bir parça, bütündeki
yerini bularak anlam kazanmaya başladı.
Bu senaryoda sizi en çok zorlayan şey neydi?
Benim için, böyle bir senaryo karşısında iki büyük tehlike söz konusuydu :
duygusallık ve acıma. Bu denli ciddi bir meseleyi eğer yanlış bir tarafa
çekerseniz, bu denli önemli ve evrensel bir konuda çuvallarsınız.
Buradaki sınır çizgisi oldukça ince, çünkü ne de olsa duygu ve hislerin önemli
yer edindiği bir mevzu…
Ancak duygusallık, tamamen farklı bir şey, duygusallık aslında sahip olmadığınız
bir hassasiyetin varmış gibi yapılması demek. Kitsch gibi, yani yanlış bir
çıkarım. Sonuçta her şey ölçülü olmaya bağlı. Duygusal olmanız bazı şeylere
karşı hassas olduğunuz anlamına gelmiyor, bu ikisini birbirine karıştırmamak
gerekir !
Bu her şeyin söylendiği yahut açıkça gösterilmek istendiği bir film mi?
Umarım öyle değildir, her şeyin söylendiği bir film ölüdür. Olabilecek en güçlü
şekilde sorular sormalıyız, ancak yanıtlar vermeye çalışmak yersiz, çünkü
öncelikle böyle cevaplar yok. Kendi alanlarında, politikacılar ve bilim
insanları bu türden cevaplara sahip olabilirler tabi ki, ancak sanatta soru ne
olursa olsun cevabı bildiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Bir durumun
birbiriyle çelişen karmaşık doğasına en uygun şekilde yaklaşmaya çalışmalıyız ve
bunun ötesinde de yoruma alan açmalıyız, böylece film ekranda izlenip tüketilen
bir şey olmaktan çıkar ve aklımızda, kalbimizde ve hatta içimizde serüvenine
devam eder.
Ancak her şeye rağmen, uyguladığınız metodu değiştirmişe benziyorsunuz, ilk
filmlerinizde olduğu gibi resmi bir aygıtın aracılığına başvurmadan yola devam
ediyorsunuz bu kez…
Zamanında şüphe yok ki Bresson’dan çok fazla etkilenmiştim oysa ki bugün daha
ziyade Çehov’dan yanayım. Bu bir çelişki değil, esasen bir çok ortak yanları
var…
Hem evet hem de hayır. Gençken bütün klasikleri okumaya heveslenirsiniz, daha
sonra anlayışınız yahut hassasiyetiniz gelişir. Geçtiğimiz yıl, Savaş ve
Barış’ın yeni bir çevirisi yayınlandı. Romanı 25 yaşımdayken okumuştum, ancak o
dönemde Dostoyevski hayranıydım, ve Tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik,
ağır filan bir romancıydı. Kitabı aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip
neredeyse nefes almadan okudum. Değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.
Genç bir adam olduğum günleri hatırlıyorum. 16 yaşımdayken Julien Duvivier’in
Marianne De Ma Jeunesse filmini görmüş ve bir yatılı okulda geçen, şatonun
birinde bir karşılaşmayla doğan aşk hikayesinin anlatıldığı bu romantik filme
tam anlamıyla hayran olmuştum. Film hakkında her şeyi okudum, en ince
ayrıntısına kadar… Yirmi yıl sonra, geçenlerde televizyonda karşıma çıktı ve
nasıl olup da vaktiyle bu filmi o kadar çok sevdiğime akıl sır erdiremedim.
Film dediğimiz bir sanat formu değil mi, imajların ortalığı istila ettiği bu
çağda, yüz yaşını dolduran sinema miladını tamamlıyor yahut can çekişiyor
olabilir mi?
Bu bir yorum. Eğer bugün Viyana Üniversitesi’nde ders veriyorsam, kendi sosyal
çevremde, arkadaşlarım, aynı yaştan ve aynı zevkleri paylaşan diğer insanlarla
birlikte paslanmaktan korktuğum içindir. Dünyanın geri kalanı ile ilişkimin sona
ermesinden çekiniyorum ve benim açımdan genç insanlarla aynı ortamda olmak, eğer
evimde olsam anlayamayacağım değişimleri anlama fırsatını yakalayabilmemi
sağlıyor.
Filmdeki apartman dairesi, tam bir kültür halesiyle çevrilmiş, sanki kendisini
saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmediliyor…
Hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü, hangi sosyal sınıfta yer
aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. Bu
arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir
ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü
sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir. Arkadaşlarımdan birisi, ki
kendisi doktordur, yıllarca hasta annesinin evde bakımını sağlayabilmek için eve
gelen 3 hemşireye ödeme yapmak zorunda kaldığını anlattı. Bu, ona ayda beş bin
Euro'ya mal oluyormuş. Tüm bunları karşılayabilmek için durumunuzun olması
gerekir!
Bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. Öncesinde
hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el
vermedi. Nasıl doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara dayanabiliyorlar
bilmiyorum.
Sıklıkla kötü bakıcılarla ilgili hikayeler duyuyoruz, hele ki yaşlılığın ileri
aşamalarında güçten düşme gibi durumlarda…
Evet, hatta eski üniversite profesörlerine bile sanki embesilmiş gibi
davranıldığı oluyor. Bu o kadar aşağılayıcı bir tutum ki… Bu denli çetin bir
evren benim konum değildi. Tekrar ediyorum, belirgin bir nokta ile yüzleşmek
istedim : sevdiğin birisini acı çekerken görmek nasıl bir duygudur? Oldukça
mütevazi ancak her halükarda yeterli bir çıkış noktası. Biçim ve içerik arasında
bir uyum yakalamaya ve filmde klasik (zaman, aksiyon ve mekan anlamında) bir
bütünlük kurmaya çalıştım. Bu da konunun hassasiyetine olabildiğince
yakınlaşmakla birlikte, samimi ve klasik bir bakış açısının yaratacağı forma
ulaşmanın bir yolu idi.
Filmlerinizin birçoğunda çıkış noktası olarak bir kızgınlığın varlığından
bahsettiniz. Bu aynı zamanda bir katarsis anlamına da geliyor mu?
Öyle sanıyorum ki, bugün artık bir katarsis halinden bahsedemeyiz. Günümüzde
artık trajedi diye bir şey yok, hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz ve
başımıza gelen her şey, salt üzgün hikayelerden ibaret…
Peki ya kurtuluş?
Ben Tanrı değilim. Evet, aşk diye bir şey var, ancak bayağılıktan başka bir şey
değil, bunu söyleyen ben değilim, ve doğrusu aşk da bazı durumlarda bize çok
yardımcı olamıyor. Bir yaşam öyküsünde tesadüfün o kadar büyük bir yeri var ki,
düşünüyorum da hayat yolculuğunda bir ilerleme varsa, bu daha önce hayal bile
etmediğimiz kaderin bir armağanı. Ben tesadüfen bir yönetmen oldum örneğin,
aslına bakarsanız bir yazar yahut ne bileyim aktör olabilirdim, hatta belki de
bir çoban (gülmekten kırılıyor). Bu tarz düşüncelere 14 yaşında sahip oldum,
aynen bazılarının o yaşlarda bir lokomotifi kullanmayı hayal etmesi gibi…
Haneke par Haneke adlı kitapta, Amour’un çekimleri sırasında yaşadığınız
gerilimlerden yola çıkarak dijital HD kamera seçimi konusunda eleştirilerinizi
dile getiriyorsunuz…
Arri’nin Alexa adındaki şu yeni dijital kamerası ile filmi çekmeyi istemiyordum.
(David Fincher ve birçok ünlü sinemacının da görüntü yönetmenliğini yapan)
Darius Khondji bu kamerayı reklamlar için kullanmıştı, teknik konusunda emindi
ve ben de tamam dedim. Ve sonuç br felaket oldu. Bütün çekim süresince aklım
yerinden çıktı ve sinirden deliye döndüm. Aceleyle yapılan üç çekimin ardından,
bu kamerayı bir daha setimde görmek istemediğimi belirttim, çünkü bu şekilde
çalışmam artık mümkün değildi. Eğer bu saçmalığı görmeye devam edersem, her şeye
güvenim sarsılacaktı, ben daha ziyade aktörler üzerine odaklanmalıydım. Bu
filmle birlikte hayatımın en uzun post-production sürecini geçirdim, tam bir
yıl. Bu durum Darius ile olan ilişkimi de kötü etkiledi.
Siyah-beyaz çekilmesi sebebiyle oldukça zorlayıcı olan Beyaz Bant‘ın ardından,
yeni bir teknik deneye kalkışmak istemiyordum. Bu yüzden teknik olarak her şeyin
yolunda olmasını istedim ama sonuç tam tersi oldu. Arri post-production
masraflarının bir kısmını karşıladı, çünkü onlar da bunun kameranın yol açtığı
bir sorun olduğunun farkındaydılar. Şimdi, artık bu sorunlar geçti ama yine de
bu gibi deneylerde kobay olmak istemezdim.
Jean-Louis Trintignant’ın sağlık durumundan endişelendiğiniz oldu mu?
Evet, tabi, ama tuhaf bir şekilde, Trintignant için her şeyi kolaylaştırmak
adına bir fizyoterapist ile birlikte çalıştık, derken bir gün çekim sırasında
kolunu kırdı. Talihsiz bir durumdu. Ancak o yaştaki aktörlerle çalışmak her
zaman için zor olmuştur, bir gün içinde 10 saatlik bir çalışmayı düşünemezsiniz
bile. Trintignant ve Emmanuelle Riva ile her şey mükemmel şekilde ilerledi. Hiç
bir zaman aramızda en küçük bir tartışma bile geçmedi.
Filmin çekildiği apartman dairesi Viyana’da anne-babanızın yaşadığı evin bir
kopyası gibi. Neden?
Çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar
açtığını düşünüyorum. Örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir
noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği
sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.
Filmlerinizde hiç bir şeyi şansa bırakmıyorsunuz, mesela Amour’daki kütüphanenin
tematik ve alfabetik olarak sıralanmasını istemişsiniz…
Evet setteki insanlar neredeyse benden nefret etmeye başladı. Daha önce Caché
filmindeki Auteuil karakteri bir kültür sanat gazetecisiydi ve dairesine 4000
kitap getirttik, tabi hepsini dizmesi gerekti. Bu hissedilebilir bir şey. Bir
odaya girdiğinizde kütüphanenin doğru dizilmediğini hemen anlayabilirsiniz. Her
kitabın bir hikayesi, orada olmasının bir sebebi vardır ve eğer yoksa, o zaman
en azından alfabetik sıraya göre dizilmesi gerekir. Eğer makul bir etki yaratmak
istiyorsanız, her detaya, her bir aksesuara hatta bunların yanında akustik diğer
ögelere, mesela parkenin gıcırtısına bile ayrı ayrı dikkat etmeniz gerekir.
Atmosfer ediğimiz şey detaylardan meydana gelir.
Sette adeta bir tiranlık kurmanız, film ekibi açısından bir sorun oluşturmuyor
mu?
Bana göre sorun değil, nazik olmaya çalışıyorum ama sinirlenebilirim de… Her
insanın hata yapma hakkı vardır, ancak eğer birisi aynı hatayı 3 kez yapıyorsa,
işte o zaman çekilmez birisine dönüşebiliyorum. Benim için önemli olan tek şey
sonuçtur. İstediğiniz aptallığı yapabilirsiniz, ama sonuçta film iyiyse herkes
sizinle çalışmak ister. Öte yandan, dünyanın en nazik insanı olabilirsiniz, ama
eğer ortaya çıkan film değersiz ise, insanlar sizden ümidini keser ve hatta
yaptıklarınızla dalga geçmeye başlarlar. Bu söylediklerimden “iyi bir film
yapmak için aptal olmanız gerekir” anlamı çıkarılmasın (gülüyor)…
* Not: 23 Ekim 2012 tarihinde, Libération gazetesinde Olivier Séguret ve Didier
Péron imzalı bu röportaj «Nous vivons tous avec une mauvaise conscience» adı ile
Fransızca olarak yayınlanmış, Soner Sezer tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.