Hasdal Kışlası

12 Eylül'den birkaç gün önce Hacı Bektaş Şenliği'ndeydim. Gösteriler, konserler, müthiş bir havaydı, devrim yapılıyordu bir çeşit. Bir de panel yapılmıştı, Can Yücel ve Aziz Nesin de vardı. O arada darbe olabilir lafları geziyordu. Sonra İznik'e geldim, Antalya Film Festivali'ne gideceğim diye çantamı hazırladım, sofaya koydum. Sabah kalktım, Yalova'ya gideceğim. Minibüs bizi kapıdan alsın diye o zamanlar PTT'de çalışan kız kardeşime telefon ettim. Kardeşim değil başka biri cevap verdi. "Bana garajı bağlar mısınız?" dedim. "Bağlayamam" dedi, "Neden?" dedim. "Aaa, ihtilal oldu bilmiyor musunuz?" dedi.

Evet, açtık televizyonları, radyoları marşlar kıyametler kopuyor. Haberleri, gelişmeleri beklemeye başladık. 12 Mart maceramız var ya, herhalde bir yerden bize dokunacak, mimli kişileriz diye mutlaka yoklanırız diye düşünüyordum. O arada yasak olabilecek bazı kitapları sakladım. "İhtilalci Meksika" diye bir kitap vardı mesela. O sıralar çiftçilik yapıyorum, sinemaya kızmışım. Sonra saat 13.00'te Evren konuştu. Arkadan bildiriler yayınlanmaya başladı. DİSK'e bağlı sendikaların yönetim kurulları, işçi başkanlarını vs. müracaat etsinler diye davet ediyorlar. Ben de Sine-Sen'de yönetim kurulu üyesiyim.

Sonra Sine-Sen'den telefon geldi, gidiyoruz diye. Antalya Film Festivali için hazırladığım çantamı muhtemel tutukluluk meselesine ait bir valize dönüştürdüm. Hasdal'a gitmemiz gerekiyormuş. Bir sürü DİSK'li hep beraber gittik. Fatma Girik falan bizi geçiriyor, ah ile vah ile. Hasdal taraflarında bir askeri birliği bulmaya çalışıyoruz. Bulduk. Neden geldik diyoruz, kimse bilmiyor. Önce çok yumuşaktı, sonra yavaş yavaş sivil hapishaneye dönüştü orası, kapılar kilitlendi ve tutuklu olduk. Komiktir, kendi ayağımızla gitmiş olduk. Yasal bir sendika olarak gidip imza atıp geleceğimizi düşünüyorduk. Tutuklandığımızı bile söylemiyorlar. İnsanlar dışarıda uğraşıyor, akşam arkadaşlarımız ziyarete geliyor, Türkan Şoray da gelmişti. Benim yanımda Şerif Gören, Necmettin Çobanoğlu ve Rauf Ozangil var...

Hasdal Kışlası 15 gün sonra askeri hapishane oldu. Havalandırmaya, mıntıka temizliğine çıkarılıyoruz. 12 Mart'ta iki yıl yattığım için biliyorum. Saçlarım en çok o zaman ağardı, 12 Mart'ta bile bu kadar sinirlenmemiştim. Adını koyabiliyordum, ama 12 Eylül'ün her günü benim için korkunçtu, dehşetti. Türkiye 766 bin km2'lik bir hapishaneydi artık.

Sorguya gidiyorsunuz! İki buçuk ay sonra hazırlanın dediler, salacaklar diye düşünüyorduk. Minibüse bindirdiler, giderken eğ kafayı kaldır kafayı başladı, Davutpaşa Kışlası'na getirildik. O kışlada yatmıştım daha önce. Askerler eşyalarımızı arıyorlar son derece kaba bir şekilde. Bir tane subay "Bırak Halil beyin eşyalarını" dedi. Sordum ona, ne oluyor diye. "Sorguya gidiyorsunuz" dedi.

"Nasıl bir sorgu?" dedim. "Siz tahmin edersiniz" dedi, anladım ben. Avluya, oradan bodrumlara götürüldük. Bir girdik ki, insanlar pestil gibi yatıyor; üst üste, morlar, kanlar... Hiç unutmuyorum, Maden-İş sendikasından bir arkadaşın suratı ve sırtı ciğer halindeydi. "Harbiye, Eskişehir marşı öğrenin, kelime-i şehaddet getirmeyi öğrenin çünkü bunları öğrenmezseniz dövüyorlar" dediler. "Bir de kalın giyinin, vurunca az acısın". Giyindik üstümüze. Gelenleri yerlere atıyorlar. Gözlerimizi bağladılar, kuşlar uçuyor, bağın altından beyaz güvercinler uçtuğunu görüyorum, üst üste bekliyoruz. Odalardan işkence sesleri geliyor.

12 Mart'ta hiç olmazsa tek odalarda yapmışlardı. Burada toplu işkence, çığlıklar geliyor, Abdullah Baştürk'e küfür ettiriliyor vs. DİSK'lilere toplu halde işkence ediyorlar yani. Meğer her gün Baştürk'ü oraya getiriyorlarmış ve dinletiyorlarmış. Sonra duydum, askerler "Kimsin sen?" diye soruyorlar. "Ben Baştürk, DİSK'in genel başkanıyım" diyen o onurlu sesi hiç unutmayacağım. Sonra bana sıra geldi ama geçiştirildim. Sopalar kafamın önünden, bacaklarımdan dolaşıyor, oyuncuyum diye belden aşağı sorular vs. Ben şiddet görmedim. Çok sonra öğreniyorum ki, bir çocuk, benim kasabalı, o dövdürtmemiş beni. Yanımdaki Şerif Gören ve diğerleri elektrikten de, sopadan da geçtiler. Toplu işkencelerde en acı taraf, yenilen sesi de, direnen sesi de, köpekleşen sesi de tanıyorsun. Oradan Metris'e götürüldük. Bir gece topladılar, gece yarısı ve salıverdiler. 15 gün sonra Selimiye'ye çağırdılar. Mahkemeye çıktık yine. Çıktım ve "Yol" filmini çektik.

Yeşilçam bize iş vermedi...
Bunlardan sonra İznik'e kapandım iyice, Yeşilçam'da bize iş vermek şöyle dursun akıllarından bile geçirmiyorlar. Bugün ismini vermeyeceğim çok ünlü bir kadın oyuncu aynı projede adım geçtiğinde "Bırak Allah aşkına başımıza dert mi açacaksınız onu oynatıp" demiş. Sonra Almanya'dan filmciler geldi, görüştüm, oynayacağım. TRT-Alman ortaklığı. Fakat çekim günü arayan soran yok. Ben Mülkiye'den arkadaşım yönetmen Ziya Öztan'ı aradım, ne oldu diye.

"Ya Halil olmadı" dedi, "Sana, Erkan Yücel ve Semra Özdamar'a veto gelmiş". "Genel Müdürlükten mi?" dedim, "Yok" dedi. "Konsey mi?" dedim, "Orayı karıştırma" dedi. Bizim oynamamız engellendi ve başka bir kadro oynadı o filmde.

Bu arada "Yol" Avrupa'da patlamış, Avusturya'da yaşayan bir arkadaşım var, durumumu biliyor. Bana Avusturya'dan üç buçuk yıllık yönetmenlik bursu çıkarttı. Önce karar veremedim. Öyle bir an ki, ülkemi terk edeceğim, inanılmaz bir şey. Bir gün karar verdim gitmeye, gecenin bir yarısı aileme gidiyorum dedim. Arkadaşlarım en iyi otobüsle gidersin dediler.

İstanbul'dan ağlayarak bindim otobüse, içim parçalanarak. Kapıkule'ye geldik, verdim pasaportumu, geçtim. Otobüse yaklaşırken birden kıyamet koptu, "Kaçıyor" diye. Edirne Emniyet Amirliği'ne götürdüler, Emniyet Müdürü "Gidin sıkıyönetimden yazı alın" diyor. İyi ama benim pasaportum var, ben çiftçi gibi gidip aldım pasaportumu. Sorunlu olanlara pasaport vermiyorlar, büyük bir ihtimalle o pasaportu da fark etmeden verdiler bana.

Bir ara yalnız kaldım, bir tane hemşeri polis geldi, her yerde olur ya, "Sakın korkma bir halt edemezler, sen kaçmıyorsun, çünkü sana pasaport verilmiş, pasaport vermeleri suç esas" dedi. O gece beni polis evinde tuttular ve sabahı da İstanbul'a döndüm.

12 Eylül'de benim çok kalbim kırıldı, çok sahipsizdik. 12 Mart daha başkaydı, dışarının tepkisini içeride izleyebiliyorduk. Ama 12 Eylül'de insanlar ağır bir vahşetin eline bırakılmış, ağır bir yalnızlığa itilmişti.

O kırıklık devam ediyor. Geleceğe ait güven duygumu kaybettim. 12 Eylül çok vahşiydi, çok haksız, çok acımasız ve çok hesap vermesi gerekendir.

Halil ERGÜN, Aktör