Türkiye’de 2015’te yaşanan, 138 insanın hayatını yitirdiği üç katliamı anlatan
bir belgesel… Aynı isimde bir kitap… Örgütlü yalanlara karşı örgülü ve örgütlü
mücadele… Anıt ağaçlar… Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘nın yönetmeni Gül Büyükbeşe,
nefretin ulus sevgisinin göstergesine çevrildiği bir dönemde dayanışmanın
içinden çıkanları anlatıyor.
“10 Ekim 2015 Cumartesi günü güneşli bir gündü.” Son birkaç yıldır, yazmaya
çabaladığımız neredeyse tüm metinler bu cümle ile başlıyor. “Kitlelerin Ankara
Garı’na aktığı kalabalık, coşkulu, heyecanlı, sevinçli gün ve… hayat saat
10:04’te durdu!”
O gün saat 10:04’te, dört saniye ara ile iki bomba patladı ve Ankara’da Gar
Meydanı’nı dolduran binlerce insan, Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamının
tanığı oldu. Dehşet ve keder dolu o birkaç saat içinde, birçoğumuz
sevdiklerimizi, kimimiz uzuvlarını ve hepimiz ruhumuzu alanda bıraktık. Görünen
fail IŞİD idi.
İlk günlerde arkamız gibi, önümüz de karanlıktı. Tıpkı 5 Haziran 2015’te
Diyarbakır’da İstasyon Meydanı’nda patlayan ve beş kişiyi bizden alan Diyarbakır
Katliamı’nın ya da 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta Amara Kültür Merkezi’nin küçücük
bahçesinde patlayan ve otuz üç canımızı öldüren Suruç Katliamı’nın dosyaları
gibi, 10 Ekim dosyasına da gizlilik kararı getirilmiş ve hepimiz süreçten
kopartılmıştık. Üstelik henüz birbirimizi pek tanımıyorduk, yalnızdık.
Gül Büyükbeşe, Ali Sadet ile Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘nın (2019) çekimlerinde.
Ali Sadet, Suruç katliamında kızı Hatice Ezgi Sadet’i kaybetti.
Yetmemiş, üzerimize patlayan bombaların yanına başka şeyler de iliştirilmişti.
IŞİD bombaları ile ölen bizler milli maçlarda yuhalanıyorduk. Önümüze adı daha
önce hiçbir şekilde yan yana gelmemiş, gelmesi de asla mümkün olmayanlarla
oluşturulmuş kokteyl terör örgütleri konuyor ve buna inanmamız bekleniyordu.
Belli ki sadece IŞİD şiddetinin değil, ısıtılmış yalanların ve buz gibi bir
nefretin de öznesi olmak üzereydik.
Aslında iyi bildiğimiz, defalarca izlediğimiz bir filmdi bu. Gerçek yerine
yalanları dinlerken hakikatten giderek kopartıldığımız hissine aşina idik. Artık
biliyorduk; yalan içinde yaşadığımız sisteme içkin bir kavramdı. Dünyanın
herhangi bir yerinde; baskıcı rejimlerin neoliberal sömürüyü olanca acımasızlığı
ile sürdürdüğü her toprak parçasında benzer şeyler yaşanıyor, kitleler
yalanlarla güdülüyor, hakikat kırılganlaşıyor ve doğru ile yanlış arasındaki
fark bilinemez, görülemez oluyordu.
‘Geçmişle Gelecek Arasında’ isimli kitabının Hakikat/Doğruluk ve Siyaset isimli
son bölümünde Hannah Arendt, yalanın devlete içkin bir kavram olduğunu, doğrunun
bilerek saklandığını söylüyor ve bunu geleneksel yalan olarak kategorize ediyor.
Arendt geleneksel yalan ve modern yalan arasında önemli bir fark olduğunu da
vurguluyor ve “geleneksel yalan, olan bir şey hakkında yalan söylemek ya da
gerçekleri gizlemekle sınırlıdır. Modern örgütlü yalan ise olgusal hakikatin
bizzat kendisini tahrip etmeye yönelen bir radikal eylem biçimini alır”
diyor.[1]
2015 Diyarbakır mitingi saldırısında iki bacağını kaybeden sinemacı Lisa Çalan,
Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘da patlama anında yaşadıklarını anlatıyor.
10 Ekim katliamını izleyen yas dolu günlerde bizim de tanık olduğumuz buydu…
Gözümüzün önünde olup biten her şey, bambaşka bir pakete konulup kitlelere öyle
servis ediliyordu. Bu yeni “anlatıda” ne biz bizdik, ne IŞİD IŞİD. IŞİD’i
Diyarbakır’a, Suruç’a ve Ankara’nın göbeğine kadar getiren yolları döşeyenlerin
izine ise doğaldır ki, hiçbir yerde rastlanmıyordu.
Bu yeni hikâye piyasaya sürülürken, 10 Ekim’de sevdiklerini kaybedenler,
yaralılar, o gün alanda olup cehennemi görenler ya da fiziken orada olmasa da
aklıyla ve ruhuyla alanı hissedenler, bir araya gelmeye ve bir dayanışma örmeye
başlamışlardı bile. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurucu metni sayılan Roma
Statüsü’nde “tahayyül gücünü aşan kötülüklerle karşılaşıldığında ona yanıt verme
ihtiyacından” bahsedilir. Bu, 10 Ekim Ankara Katliamı, Suruç Katliamı ya da
Diyarbakır Katliamı’ndan doğrudan etkilenen kitleler için aşikâr bir ihtiyaç
olarak orta yerde duruyordu ve doğaldır ki akla ilk gelen yöntem de hukuki
mücadele idi. Her üç katliamın avukatları -çoğu zaten katliamların tanığı idi-
hukuk mücadelelerini, adaletin sadece ölenler ve yaralananlar için
gerçekleştirilmesinden ibaret görmediler. Bunun için çabalarken yanı sıra
katliamlara giden süreci ören politik tercihleri ve bu tercihlerin doğurduğu iş
birliklerini de ortaya çıkartmaya gayret ettiler. Bu mücadele hâlâ devam ediyor.
Dava sürecinin ilerleyen aşamalarında bizlerden ve kamuoyundan ustalıkla
saklanan gerçekler de usulca ortaya çıkmaya başladı. Manzara netleşiyor, hakikat
seçilebilir hale geliyordu. Dolayısıyla karşımıza konulan ve gerçekliğine
inanmamız beklenen anlatıya itiraz edecek, hakikatin kaydını tutacak bir bellek
çalışmasına ihtiyaç hasıl oluyordu. Bu nedenle birbiri ardına yazılı, görsel,
işitsel ürünler oluşturulmaya başlandı. Sibel Tekin ve bana düşen ise bir
belgesel ve onu izleyecek aynı isimli bir kitaptı; Ölüm Ne Yana Düşer Usta.[2]
2015 Diyarbakır mitingi sonrasında kitlenin üzerine gaz atılırken arka planda
dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun billboard’u dikkat çekiyor. Ölüm Ne Yana
Düşer Usta‘dan.
Asuman Susam, ‘Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema’ isimli kitabında belgesel
sinemayı ontolojik olarak bir bellek mekânı olarak tanımlıyor ve belgeselin iki
önemli işlevine atıfta bulunuyor; yaşananları kaydetmek suretiyle şimdiyi
depolar ve geçmişe ait olayları konu edinerek sorgulamacı, eleştirel tutumuyla
bugünün ihtiyaçları üzerinden belleğin çerçevesini yeniden belirler. Böylece
politik bir mücadele alanı oluşturur.[3]
Biliyoruz ki, bellek bir unutma ve hatırlama diyalektiği içinde çalışır. Eğer
unutmamız istenen ile unutmak istemediğimiz arasında bir çelişki varsa, resmî
ideolojik yapının dışına doğru bir yola çıkmışız demektir. Walter Benjamin’in
önemli saptaması ile devam edecek olursak, “faşizmin estetikleştirilmesine karşı
sanatın politikleştirilmesi gerekir!” Benjamin’e göre politize edilmiş sanat ve
medya, kapitalizmin kitlelerde meydana getirdiği yabancılaşma ve yanılsama
halinden çıkmalarına, var olan toplumsal/ekonomik koşulları ve sorunları
sorgulamaya, eleştirmeye yönlendirir.
Fernando Solanas ve Octavio Getino Fırınların Saati’ni yazıp, çekip, kurgulayıp,
tamamladıktan sonra 1969’da kaleme aldıkları ve Üçüncü Bir Sinemaya Doğru olarak
adlandırdıkları manifestoda “bir kural olarak filmler yalnızca sonuçla
ilgilendiler, asla nedene bakmadılar” der. “Verili durumda” diye devam eder
sevgili yazarlarımız; “iki kültür, sanat, bilim ve sinema anlayışı birbirleriyle
rekabet eder, egemenlerin anlayışı ve ulusun anlayışı.”[4]
Yine aynı manifestoda belgesel sinemanın, devrimci film üretiminin temeli
olabileceği vurgulandıktan sonra, “belgelenen her imgenin bir film imgesinden ya
da sanatsal bir olgudan daha fazlası olan bir duruma tanıklık ettiği ve sistemi
ya yalanladığı ya da derinleştirdiği için sistem tarafından kolayca
sindirilemeyecek bir şeye dönüştüğü” söylenir.
Sınavımız büyüktü; hem acılar deşilmeyecek hem bu büyük şiddete tanık
olmayanlara neler yaşandığı aktarılacak ve hem de “hikâye” duygu sömürüsüne
mahal vermeyen, mücadeleyi kırmayacak, aksine yeni eklenmeleri davet edecek bir
tonda kurulacaktı.
Ölüm Ne Yana Düşer Usta (2019) belgeseli, üzerimizdeki koyu sisin açılmaya,
hakikatin belirginleşmeye başladığı bir zamanda, tam da Solanas ve Getino’nun
çizdiği çizgide ilerlemeye gayret eden bir film olarak biçimlendi. Onların
önerdiği gibi bir “gerilla sineması” örneği değilse bile, 10 Ekim’den sonra
ortaya çıkan ve giderek pekişen dayanışmanın içinden çıktı film… Çok küçük bir
ekiple ama dayanışmanın bütün bileşenlerinin; Ankara, Suruç ve Diyarbakır
ailelerinin, yaralıların, her üç dosya için bir araya gelen avukatların, Suruç
Aileleri İnisiyatifi’nin, 10 Ekim Barış Derneği’nin katkıları ile hazırlandı.
Çok insanın eli ve özeni başından itibaren Ölüm Ne Yana Düşer Usta’nın üzerinde
oldu.
Film, ilk kez Ankara Katliamı’nın dördüncü yılında, 9 ve 10 Ekim’de, çoğunu
ailelerin, yaralıların, demokrasi güçlerinin oluşturduğu bir izleyici kitlesinin
önüne çıktı. Sınavımız büyüktü; hem acılar deşilmeyecek hem bu büyük şiddete
tanık olmayanlara neler yaşandığı aktarılacak ve hem de “hikâye” duygu
sömürüsüne mahal vermeyen, mücadeleyi kırmayacak, aksine yeni eklenmeleri davet
edecek bir tonda kurulacaktı.
İlk gösterimlerden sonra salonda oluşan duygu yüklü havayı filmin karnesine
geçer not olarak kaydettik. Filmin daha genel bir izleyici kitlesi ile buluşması
ise, 2019 yılında 9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali sayesinde oldu. Film,
festival kapsamında İstanbul’da birkaç ve Diyarbakır ile Batman’da birer
gösterimle çıktı izleyici karşısına.
Derken kapımızı pandemi çaldı. Bu olağandışı durum kişisel ve toplumsal
hayatların üzerinde büyük spotlar yaktı, eşitsizlik, adaletsizlik, her türden
hak ihlali elle tutulur denli somutlaştı. Yeteri kadar şanslı olanlar için hayat
evlere çekildi, diğerlerinin ise zaten film izlemeye mecali yoktu, hayatta
kalmaya çalışıyorlardı. Ölüm Ne Yana Düşer Usta, bu koşullarda orada, burada
birkaç neşesiz özel gösterimde gösterildi, belirli gruplar içinde birkaç
sohbetin konusu oldu. Tatsız günler, belirsiz zamanlardı. Zorlayıcı bütün bu
koşullar nedeniyle, biz de birçok başka film üreticisi gibi filmimizi Vimeo’da
açık hale getirdik, çünkü her isteyen ulaşabilsin, izleyebilsin istedik.*
Sara Ahmed “Duyguların Kültürel Politikası”[5] adlı kitabında; “Egemen, ‘ben’ ya
da ‘biz’ olarak tanımladığı kendisi dışında kalanı, kendi varlığını tehdit edici
bir unsur olarak görür. Ve bu nedenle ‘öteki’ olandan nefret etmek, ulus
sevgisinin bir göstergesi olarak inşa edilebilir,” diyor. Biliyoruz ki; yönetici
erk tarafından “öteki” ilan edilen aynı zamanda kırılgan olandır. 2015
katliamlarından sağ çıkmış, yerde bıraktıklarına borcu olduğunu düşünen, ısrarla
barış isteyen ve bu nedenle katledilen ve fakat yası tutulmayan insanlar olarak
bizler de, yeni bir bellek hattı döşemek zorundayız. Önemsizmiş vurgusu yapılan
yasımıza sahip çıkmak, unutmanın karşısına hatırlamayı koymak ve “kırılgan”
olanın ürettiği bellekten ve bir araya gelişlerinden çekinen devlet aklının
karşısında durabilmek için gerekli bu; öfkemizi kendimize yurt bellememek, o
öfke ile başka şeyler yapabilmek, mesela bir mücadele alanı örmek için…
Yaptığımız budur. Biz bu mücadele alanında filmlerimizle, fotoğraflarımızla,
turnalarımız, örgülerimiz, battaniyelerimiz, kuşlarımız ve anıt ağaçlarımızla
duruyoruz.
Barışa Uçan Kanatlar ve Ardakalan sergileri 10-25 Aralık 2021 tarihleri arasında
11. Hangi İnsan Hakları Festivali kapsamında Depo İstanbul’daydı.
Bu yıl, yani katliamın üzerinden altı yıl geçmişken Emine Kart’ın Ardakalan
Fotoğraf Sergisi, Hatice Kapusuz’un Barışa Uçan Kanatlar Sergisi, Örgülü
Mücadale Gönüllüleri’nin 104 parçalı battaniyesi, Aslı Saraç’ın Barış Durağı ve
Ölüm Ne Yana Düşer Usta isimli belgesel filmimiz ve kitabımız “İnadına ve Hâlâ,
İnadına ve Daima Barış” şiarı ile bir araya geldi ve 10 Ekim’de Ankara’da, daha
sonra Çanakkale ve Malatya’da ve son olarak da 11. Hangi İnsan Hakları Festivali
kapsamında izleyici ile buluştu. Hayli yalnız bırakıldığımız 10 Ekim mücadelesi
içinde birbirimizle nefes alıyor, birbirimizle dinleniyoruz; bu doğru. Ama
öncelikli amacımız yaşananları doğru biçimde anımsamak ve aktarmak. Bu yüzden
mekânlaştırmayı önemsiyor, tek başımıza yaptığımız filmlerin, çizdiğimiz
kuşların, çektiğimiz fotoğrafların ve yazdığımız satırların yanına birlikte
ördüğümüz battaniyeleri, kaybettiklerimizin isimlerini işlediğimiz örgülerle
sardığımız anıt ağaçları iliştiriyor, kendi bellek mekânlarımızı da kendimiz
yapıyoruz.
Bütün bunlar yaşanmış ve biz birlikte eylemenin/yapmanın/üretmenin sağaltıcı
yanını keşfetmişken aklımızda yine de aynı kadim soru var: Battaniyenin son
düğümünü ne zaman atacağız, son turnayı ne zaman katlayacağız, son kuşu ne zaman
boyayacağız, filmin son jeneriğini izledikten ve kitabın en son sözcüğünü
okuduktan sonra ne yapacağız… biz ne zaman susabileceğiz? Adalete ve barışa ne
zaman ulaşabileceğiz?
NOTLAR
1 Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev.: Bahadır Sina Şener, Onur Eylül
Kara (İletişim Yayınları, 2016)
2 Gül Büyükbeşe ve Sibel Tekin, Ölüm Ne Yana Düşer Usta (NotaBene Yayınları,
2021)
3 Asuman Susam, Toplumsal Bellek ve Sinema, (Ayrıntı Yayınları, 2015), 19.
4 Fernando Solanas ve Octavio Getino, “Üçüncü Bir Sinemaya Doğru”, Çev.: Ertan
Yılmaz (1969), 11.
5 Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Çev.: Sultan Komut (Sel Yayınları,
2015)