Kriz ve Sonrası

Levent ÇALIKOĞLU

Kutluğ ATAMAN
"Hayatın kendisinin sanat olduğunu ortaya çıkarmak istiyorum."

Levent Çalıkoğlu
Tüm çalışmaların format olarak farklı farklı programları anımsatıyor. Her biri bildiğimiz formatta işler gibi duruyor, ilk izlenimde öyle. Kimisi söyleşi tadında, kimisi belgesel kimliğe yakın, kimisi de pornoyu çağrıştırıyor. Bu programların kullandıkları belli bir dil var, belki de bu yapılarından dolayı onlara inanıyoruz. Sanki izlediğimiz görüntü o formatta öyle kullanıldığı zaman inandırıcı oluyor ve biz sanki o belgeselin doğru olduğuna inanıyoruz. O belgesel bize bir şey anlatıyor, bu bilgiyi sınamalı mıyız? Bunu pek düşünmüyoruz. Belgeselin maniple edici bir bilgi olduğunu kafamızda kurmuyoruz.
Yaptıkların bu görsel tarihle hesaplaşmanın bir şekli veya yolu gibi görünüyor bana.

Kutluğ ATAMAN
Bu işleri ilk gerçekleştirmeye başladığım tarih 1996. Aslında çok bilinçli başladım diye bir şey söyleyemeyeceğim. Sinema ile başlamıştım. Formel bir sanat eğitimim oldu: Daha çok sinema tarihi, sinema ve belgesel teorisi üzerineydi. Sinema çok fazla ticari bir olay haline döndükten sonra aklımdakileri gerçekleştirebileceğim ve buna izin verebilecek tek mekanın sanat dünyası olabileceğini gördüm. Sinemada olay çoktan bitmişti. Ben sinemaya girdiğim vakit sanat sineması diye de bir şey kalmamıştı. Ama sanat sineması derken 1960'larda ve erken 70'lerde New York'ta yapılanları kastediyorum. Söylemeye çalıştığım, Arthouse festival sineması değil tabii ki. Mesela "Peruk Takan Kadınlar’ı ilk sunduğumda sanat dünyasında böyle bir dil kullanılmıyordu. Bu işin PBS'ten ne farkı var diye soruyorlardı. Bunun nesi sanat? Niye galeride sergileniyor? Sonra şöyle bir şey oldu -bunda benim direkt etkim var mı yoksa o yaşadığımız çağ ve zaman dilimiyle mi alakalı olarak ortaya çıktı bilmiyorum, ama-, Dan Cameron'un yaptığı İstanbul Bienali'ne2 geldiğimizde "Peruk Takan Kadınlar" benzeri 20-25 tane iş sergileniyordu. Ayrıca Documenta ll'de3 de pek çok benzeri vardı. Aralarında iyisi de kötüsü de var. Ama malzeme olarak gerçekliği kullanarak sanat yapma fikri o zamanlarda başladı. Peki ben niçin böyle bir şey yapmaya başladım? Benim nedenlerim çok farklı. İlk gerçekleştirdiğim Semiha Berksoy çalışmasına içgüdüsel olarak başladığımı itiraf etmem gerekir. Çünkü sanat kritiği konusunda gerçekten kuramsal bir geçmişim yok. Eğer olsaydı zaten belki biraz koşullanır, kirlenirdim. Bunu bir şans olarak görüyorum. Semiha Berksoy işini4 yaparken bunun bir bienalde sergileneceğini ve sanat olarak kabul edileceğini, sanat dünyasında bir geçerliliğinin olacağını hiç düşünmemiştim. Elimde bir kamerayla gidip Semiha'yı konuşturuyordum. Ama tabii sonradan, montaj yapmaya başladığım zaman uyanmaya başladım. Çünkü elimdeki malzeme hiç bir şekilde bir belgesel değildi! Belgeselde şöyle bir iddia vardır:
Ben bu gerçeği görüyorum, bunu size aktarıyorum, prezente ediyorum. Yani representatian versus presentatian5, temsile karşı aktarım .... Bir şeyi güzel etme konumu yada pretentian'ı, özentisi. Ama bu zaten sinemanın kendi içerisinde çözmeye çalıştığı, uzun uzun tartıştığı bir problematikti. Sanatın ve sinemanın tarihleri birbirlerinden çok ayrı, birbirlerinden aslında çok habersiz. Dokümentar teorilerine baktığınız zaman, mesela cinema verite'nin, "1 am a camera" olaylarının ortaya çıktığı zamanlara, bunu görüyorsunuz. Bu teoriler hep, ne kadar objektif olabiliriz, objektif olmak mümkün mü sorularıyla ilişkilidir. Sinema bir illüzyon yaratmak mıdır yoksa burjuva ideolojisi ile mi ilgilidir? Eğlendirir mi yoksa bilgilendirir mi7 Bütün bu tartışmalar, hatta sanat halk için, sanat sanat için tartışmaları bile bütün bunlar geçmişte, 60'lı ve 70'li yıllarda, daha da evvelinde çok da politize olmuş bir şekilde, çağdışı bir şekilde, zaten tartışılmışlardı. Ve sonradan hiçbir sonuca ulaşılmayıp bırakılmıştı sinemada. Çünkü zaten bu tür sinema 1980'lerde öldü. Godard ve vesaireler de art sinemasının bir parçası olarak bittiler. Bu nedenle "Semiha Unplugged"ı yaparken montaj ı sırasında kendimi sorgulamaya başladım. Niye ben böyle birşey yapıyorum diye, çünkü eninde sonunda 27 saatlik bir şeyi sekiz saate indirmeye çalışıyorum. Bu bir dizi değil, bir dokümanter değil, nerede çıkacak, ne olacak, kim izleyecek derken, acaba gerçekten sekiz saat mi olmalı, bir saat mi olmalı? Ama hep içgüdülerime bakarak bu kararları verdim. Beni en çok çeken şey orada Semiha Berksoy'un kameranın önünde kendi kendisini tekrardan kurgulamasıydı. Benim şahit olduğum ve kayda geçirdiğim, hiçbir şekilde bir Semiha Berksoy belgelemesi değildi. Semiha Berksoy'un, bir persona'yı oluşturmasını, yaratmasını belgelemekti, birinci dereceden bir tanıtım değildi hiçbir zaman. Belgesel yaptığınız zaman birinci dereceden inandığınız bir şeyi karşıya aktarırsınız. Birinci dereceden inandığınız hiçbir şeyobjektif olamaz, her zaman sübjektiftir. Eye of the beholder'ın, yani bakan kişinin gerçeğidir. Bunu cümlelere dökerken hala net olarak tanımlayabilmiş değilim. Belki de onun için yapmaya devam ediyorum. Çözmüş olsam zaten sıkılıp bırakırdım. Öte yandan benim gerçekleştirdiğim işlerde aşırı bir kurgulama söz konusu çünkü bir şeye dikkati çekiyor. Sanki bir Brecht oyununda olduğu gibi oyunculuğu bilinçli olarak kötüleştirerek, oyunculuğu bilinçli olarak inanırlılıktan çıkararak gösteriyorum. Hani vardır ya, oyuncular seyrettiğin şeyin bir oyun olduğunu ve onlarla entellektüel bir ilişkiye girmen gerektiğini sözle hatırlatırlar. Bir taraftan o var çünkü karakterler gerçekten kendi gerçekliklerini anında kamera önünde yazıyorlar. Ama bir taraftan da benim sübjektif gerçekliğim olarak kurgulanmadığı için bir manipülasyon var. Bu tabii ki benden değil süjeden geliyor. Ayrıca bu manipülasyona dikkat çekip kendi kendisini bilinçli olarak ele verdiği için aslında yok. Entelektüel bir ilişki. Bu bir şekilde yapılıp orraya atıldığı vakit bunun değişik rezonansları oluyor, politik, sanatsal ve kültürelolarak değişen rezonanslar bunlar. Değişik okumalara izin veriyor. Çünkü serbest bir çatısı yar. Ortaya atılmış bir argılman aslında. Ve bu argümanlardan yola çıkarak tabii ki politik olarak düşünmeye başlıyoruz. Gündelik hayatta gerçeklik olarak seyrettiğimiz Irak Savaşı'nı CNN'den seyrettiğimiz zaman dokümanter mi seyrediyoruz yoksa tiyatro mu seyrediyoruz? Gündelik hayatta algıladığımız her şey gerçekten gerçek mi yoksa çok büyük bir oyunun ya da fietion'ın (kurmacanın) parçası mı? Ama bunu yaparken de böyle hani şey gibi yapmıyorum. Hani derler ya Marslılar geldi beni kaçırdı. Öyle bir paranoya duygusuyla söylemiyorum. Bence bu kaçınılmaz bir şey Yani bizim gerçek dediğimiz şey galiba yok. O zaman benim için hayatın kendisi artificial (uydurma, sahte, yapma) oyun gibi oluyor. Fietion (kurmaca) anlamında oyun tabii ki. Hayatın kendisi artificial olduğu zaman hayatın kendisi sanat oluyor, art oluyor. Çünkü herkesin yarattığı kendisine ait bir fietian var. Ben kamerayı sizin üzerinize tutup sizi kendinize öyle bir anlattırabilirim ki sizin siz olduğunuzdan şüphelenilebilir. Acaba oynuyor mu yoksa doğal hali mi?

Levent ÇALIKOĞLU
Söylediklerine katılmamak mümkün değil. Mesela "Peruk Satan Kadınlar"da izlediğimiz kimlikler aslında kurgu kimlikler de olabilir. Ama onlara inanıyorum. Orada sahnenin inandırıcılığı izlediğimizden mi, yoksa bizim kendi başımıza biriktirdiğimizden mi kaynaklanıyor?

Kutluğ ATAMAN
Her ikisi de. Ben yaptığım işlerde bu türden cevapları çok fazla vermek istemiyorum. Her sorunun mutlaka bir cevabı olması gerektiğine inanmıyorum. Bu soru ve cevap ilişkisi, galiba yanlış. Yani mutlaka bir soru olmalı, sonra da bunun bir cevabı olmalı yaklaşımı yanlış. Bilmiyorum belki bu bazılarına çok fazla mistik, idealist falan gelebilir. Ama beni ilgilendiren çok fazla mistik tarafı değil bunun. Ben gerçekten artificiality ve art'ın, hayatın kendisinin sanat olduğunu ortaya çıkarmak, bir şekilde, kurgu olduğunu ortaya sermek, gündelik kurguların kamera önüne nasıl herkes tarafından kurulabildiğini göstermek istiyorum. Semiha Berksoy'a, ah ne kadar şahane bir kadın, Türkiye'nin belgeseli işte bu, ah aşık olunacak kadın diyebilirler. Tabii insanlar bu şekilde de yaklaşabilir. Ama o işe eğer analitik olarak bakarsak, aslında çağdaş sanat dünyasında gösterildiği için izleyiciyi çağırıyor bence. Kendi kendisiyle çeliştiğini ben bilinçli olarak gösteriyorum. Birazcık düşünen birisi, birazcık duygusallığa yaklaşmayıp beyninin sol tarafıyla seyreden birisi her zaman şöyle bir şey diyebilir: "ah bu kadın yalan söylüyor", ama yalan kötü değil, yalanı kötü anlamda söylemiyorum. Bu bütün karakterlerinde yani bütün bu süjelerde, kamerayı çevirdiğim insanlarda var. Ama bütün bunların ötesinde işin bir de kişisel tarafı söz konusu. Mesela Amerika'dan bir arkadaşım geçen gün aradı -geçen gün diyorum ama bu örneği sık verdiğim için, hep geçen gün diyorum. Aslında bir yıl falan oluyor- Pasadena'da bir kadın var, doldurulmuş tavşanlarla kafayı bozmuş. Evinde binlerce doldurulmuş tavşan var, "aman, koş bunun bir şeyini çek, bu müthiş bir sanat işi olur" dedi. Ben de diyorum ki siz beni yanlış anladınız...

Levent Çalıkoğlu
Çek bir fotoğraf, büyük baskı yaptır sanat olsun der gibi.

Kutluğ ATAMAN
(Gülüyor) Yok dedim tabii ki. Ben kendi takıntılarımın yanıtlarını bulduğum insanlarla çalışabilirim ancak. Mesela "Peruk Takan Kadınlar" daki dört kadının hepsinde de benim kendi hayatının izleri vardır. Biraz önce sorduğun soruya cevap olarak söylüyorum. Aslında son derece kişisel işler bunlar. Çünkü konuşan kadınların hepsi benim oto portrelerim bir şekilde. Semiha Berksoy aslında benim Türkiye ile olan sorunumun bir karşılığı. Türkiye nasıl bir yeri O zaman Türkiye ye daha yeni dönmüştüm. Bunu sorguladım. "Dört Mevsim"de ise, Veronica ile hiç bir zaman bir enstalasyon yapacağım diye tanışmadım. O zamanlar çiçek soğanlarına kafayı takmıştım. 100'e yakın çiçek soğanım vardı. Bir gün benden daha büyük çiçek soğanı olan bir kadın olduğunu duydum ve onun evine gittim. Arkadaşlığımız öyle başladı. Kendi takıntılarımdan yola çıkarak onu çektim. Ama sonradan stüdyoya geldiğimiz vakit her şey değişti. "Küba"da ise ilk defa şunu fark ettim. "Küba"ya gelene kadar hep bu kimlik denilen şeyin aslında bir travestinin makyajı gibi, ya da herhangi birinin makyajı gibi ya da giydiğimiz bir kıyafet gibi yapılan, dikilen bir şey olduğunu düşünürdüm. Neşe Yaşın'ın çok güzel bir sözü var 1 artı 1’de. "Kimlik sana giydirilen bir cekettir, sana ait bir şey değildir". Kimliğin elbise olması fikri, ah işte aradığım fikir bu. Çünkü ben görüntülerle birçok şeyi anlayabiliyorum. Güler6 Küba'yla tanıştırdı beni. Küba'ya gittiğimiz zaman şunu gördüm. Sürüyle birey var. Birbirinden değişik çok birey var. Hepsi tek bir kimliği oluşturmak üzere ortaklaşa çalışıyorlar. Birdenbire böyle bir şeyin de olabileceğini fark ettim. Tam o sıralar "1 + l"de ikiye bölünmüş kimliği yapıyordum. Birdenbire bu kimlik denen şeyin aslında nasıl böyle likit, değişik formlar alabilecek, nasıl böyle suyun değişik şişeler içinde değişik formlar alması gibi bir şey olabileceğini hissettim. "Küba"da şöyle bir şey de ortaya çıktı:
Bir taraftan özgürlük adına, bir taraftan da toplumun geri kalan kısmına karşı kendisini korumak adına oluşturulmuş bir şey olarak görebiliriz "Küba"yı.

Levent Çalıkoğlu
O kişilerin hepsi aslında tek bir kimlik olarak da "Küba"yı oluşturuyorlar.
Onlara kimlik nedir desek?

Kutluğ ATAMAN
Evet, "Küba," diyecekler. Onlar için o zaten. Ama Kübalı olduğun vakit feragat ettiğin özgürlükler de var. Bir de şu ortaya çıkıyor. Hani değişik kimlikler yaratılarak özgürlüklere ulaşılabilir falan denir ya, aslında yok böyle bir şey. Çünkü o kimliklere hizmet ederek başka şeylerden feragat ediyorsun. Hepsi aritmetik, hepsi ticari, yani bedavaya kimlik yok, bedavaya özgürlük yok. Bir şeyler verdiğin zaman, bir şeyleri almak zorunda kalıyorsun. Ama ilk başta bunu yapmaya başladığım zaman gerçekten bilinçli başlamadım. Bir şeyleri bilerek başlamadım. Bunun için her zaman benim işlerim hakkında konuşan, benim işlerim hakkında yazan insanların, küratörlerin onlardan aldıklarını, anladıklarını ben tekrardan dönüştürdüm. İşin bu tarafı beni her zaman heyecanlandırdı, yoksa sanatı hiçbir zaman bir iş, bir meslek olarak görmedim. Onun için mesela hiçbir küratörle kalmayı da sevrnem, çünkü sıkılıyorum. Genelde küratörler bir okuma biçimine takıyorlar, hayatları boyunca aynı okumayla kalıyorlar. Okulda öğrenmişler, Deleuze'u çok seviyorlar, Lacan'! çok seviyorlar, ondan ileri gitmiyor, hep onunla kalıyorlar. Bu yaklaşımdan sıkılıyorum. Bir küratörden bir küratöre konmayı seviyorum. Hepsinden ayrı bir yanılsama alıyorsun, ayrı bir reaksiyon alıyorsun Böylece opportünistçe, onların da bilgilerini kullanarak bazen, kendime yeni yönler çıkartlyorum. Bu aralar pozIanmayı bekleme anına çok taktım Çünkü çok fazla konuşmaktan huylandım. Konuşmadan, pozianmayı bekleme anının üzerine gitmek istiyorum.

'Moving stills" (Hareket eden sabitler) diye yeni bir kapı açmaya karar verdim. Konuşan ve kameranın önünde kimlik yaratan karakterleri biraz bırakıp -çünkü kendini tekrarlamak en sıkıcı şeylerden biri- şöyle poz verip bekleyen insanları çekmek istiyorum. Çünkü orada şöyle bir şey var: zaman hem donmuş, hem donmamış - twilight ZGne diye bir şey vardır ya, ne gece ne gündüz, tam işte o zaman- çünkü 'moving pictures'da ('hareketli resimler', yani sinema) zaman ve mekan, yani iki şey hareketli imajın temelindedir; bir zaman duygusu mekanın yaratıcısıdır. Bunlar birbirlerinden bağımsız olamaz hiçbir zaman. Bunun üzerine gitmek istiyorum. Niye gitmek istediğimi çok iyi bilmiyorum aslında ama orada bir şey kokluyorum. Yeni bir şey kokluyorum. Şimdi Karaköy'de geneleve giden çocukların bu tür still'lerini7 yapmak istiyorum. Stili değil bunlar aslında, video, akıyor, ama onlar duruyorlar ve süslenmişler. İnanılmaz saç modelleri çıktı. Kurban Bayramı'nda falan gördün mü bilmiyorum, hani böyle süsleniyorlar püsleniyorlar, bir tiyatro yaratıyorlar. Bu beni çok çekiyor açıkçası. Sexuality de var, bir taraftan çok çekiciler de. Sonra Meksika'da kumar oynamak isteyen mafya üyeleri için ortada bıçakla dövüş en tipler oluyor. Tabii, onların hapse girmiş olanlarım bulabiliyorum. Onlara ulaşıp böyle bir dizi yapmayı düşünüyorum. Ondan sonra İngiltere'de II. Dünya Savaşı'nda ölmüş pilotların eşleri, şimdi hepsi 80-90 yaşlarına gelmiş ama hala Royal Air Force Club'a gidiyorlar, çaylarım içiyorlar, konuşuyorlar. Hepsinin vücutları deforme olmuş filan. Hepsi saygın durmaya çalışıyorlar. Gene bir tiyatro durumu yani. Böyle bir seri işler var şimdi ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Bunun geriye okumasını henüz yapmadım. Önce ortaya çıkması lazım benim için. Bunu görmem lazım ki ondan sonra ne yapmışım onu anlayayım.

Levent Çalıkoğlu
Söylediklerinin şöyle bir ilginçliği var. Verdiğin örneklerin kurgusu tamamen düşünülmüş zaten. Şu ana kadar gerçekleştirdiklerinin tam tersi gibi işliyor. Önceden karar verilmiş bir yapıdan söz ediyorsun...

Kutluğ ATAMAN
Doğru. Mesela ben bunu fark etmemiştim, ama bu çok doğru bir şey Çünkü burada zaten kurgu olmayacak, tek kat olacak. Ama sen aslında sen kurgudan değil planlamasından söz ediyorsun.

Levent Çalıkoğlu
Bu öyle bir şey ki kurguya ihtiyacı yok.

Kutluğ ATAMAN
Hayatın kendisi olarak pozlar olacak. Bilmiyorum ne çıkacak, ben de çok merak ediyorum, zaten sonucunu merak etmezsem, çalışmaya öyle başlamazsam yaptığım işten sıkılırım. Yani ben öyle sanat olsun, sıradaki sergimi yapayım, o tür aktivitelerden bıktım.

Levent Çalıkoğlu
Şimdi başka bir yere gelmek istiyorum. Sonuçta kesilemeyecek kadar uzun bir çekimdi Semiha Berksoy. Çekerken aklında herhangi bir format öngörmedim diyorsun. Izlenirdiğin, belgesel tekniğinin ne düşünsel ne de teknik formatına uyuyor. Evet, biraz önce söylediğin gibi onun gerçekliliğinde kendi yansımam gördüğün için aranızda bir yakınlık var ama en nihayetinde bu iş bir stüdyoda sonuçlanıyor. Orada peki nasıl bir karar süreci işliyor? Bu sahneyi çok seviyorum diyebilirsin, ama oradaki işleyiş nasıl? Çünkü o noktada iş, bir belgeyi bir belge olarak kabul etmeye geliyor. Ekrandaki kimlik karar verilmesi gereken bir belgeye dönüşüyor.

Kutluğ ATAMAN
Biraz önce içgüdüsel bir çıkıştan söz etmiştim, buna ilişkin iki şey hatırlıyorum. Birincisi, gösterdiğim bir hayatsa ben bunu bir veya bir buçuk saatlik bir formata indirdiğim zaman ortaya çıkan şey gerçek olmayacak, sahte bir şeye dönüşecekti. TRT'de gösterilmek üzere yapılan saçma sapan korkunç şeyler var ya, Şair Portresi veya bilmem kimin portresi gibi. Bir de en kötüsü üstüne bir dış ses olarak anlatıcı eklendiğini düşün. 1900 bilmem kaç yılında şurada doğdu falan filan diye. Ben öyle hareket etmedim. Ortada bir hayat var, dilediği kadar uzun olabilir. İkincisi şunu düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum: Seyredilmesi imkansız olsun. Çünkü sekiz saat içersinde en azından çişin geliyor ya da karnın acıkıyor, başından sonuna kadar oturup seyretmenin imkanı yok diyorsun. Hayatın bir metaforu gibi. Gidip geldiğin zaman belirli noktalarda izlemeye devam ediyorsun. Bu noktalar aslında bizim nonlinear editing dediğimiz, yani dijital ortamda yapılan montaj ın bir yerde birebir kopyası. Kameradan kasete görümü olarak çekmişsin. Çekinin tamamı aslında duruyor. Sen bu giriş noktası çıkış noktası, giriş noktası çıkış noktası diye birtakım edit kararları yeriyorsun -buna edit karar listesi deniliyor -"E.D.": editing decision. Buna göre oradaki sayılara göre bilgisayar sana kare açıyor. Eve gidip sergi ortamına bir daha geldiğin zaman kaldığın yerden de devam etmiyorsun çünkü sabahleyin A noktası birinci saatten başlayıp akşam sekizinci saate kadar devam etmiyor. Her gün birazcık sarkıyor. Onun için hiç bir zaman tam başından başlamıyor zaten. Bu yüzden seyrettiğin şeyleri de bazen bir daha seyrediyorsun. Zaten o montajı yaparken Semiha Berksoy'un sürekli tekrarladığı şeyler olduğunu görüyorsun. Ben onu hiçbir şekilde durduramazdım, beni hiçbir zaman dinlemezdi. Aynı şeyleri tekrar tekrar düşüp bayılana kadar seyrederdin. Çünkü sanattı, sanatın etli butlu hali, değişmişiydi zaten kendisi. Bir canavardı aslında. Çevresindekileri yiyip bitiren bir canavarı İnanılmaz bir ego! Onu seçmemin nedeni de buydu zaten. Daha sonra "Peruk Takan Kadınları" yaptığım vakit bunu böyle sekiz saatlik bir iş olarak değil, birazcık daha belirgin hale getirmek istedim. Dört tane ayrı hikaye aktarıyordum ve bu hikayeleri seyrederken bir tıkla birine, bir tıkla diğer ekrana geçiyordum. Non-secron şekilde aktığı için, hiçbir zaman aynı anda bir diğeri bir diğerinin yanına denk gelmiyor. Bir izleyicinin izleme dönemiyle bir başka izleyicinin dönemi hiçbir zaman aynı olmuyor. Dışarı çıktığın zaman herkesin günlük kişisel izlenimi oluyor bu. "Ruhuma Asla"da altı tane değişik monitör olmasının bir nedeni bu. Uç uca ekli kompanıman ekranlar hikayenin başlangıcını, açılışını, girişini, ortasını sunar.
"Veronica Read'in 4 Mevsimi"nde mesela obsesif bir kadın, bulblara, çiçek soğanlarına, kafayı takmış bir kadın. Dört tane ekran var ve hepsi birer mevsim. Hapis olmuş kadın ve bundan kaçamıyor, sonsuz bir döngü içersindeki bir hikaye, başı sonu yok. Hiç düşünmediğim bir şeydi enstalasyonu heykele dönüştürmek. İçine de girebiliyordum, dışından da izleyebiliyordum. Aslında soğan oldu bu, çünkü soğan da böyle bir şey. Nihilist felsefeye göre içi boştur.

Levent Çalıkoğlu
Kendisi kabuktur.

Kutluğ ATAMAN
Bir şeye de ulaşılamaz, kendisi kabuktur çünkü.

Levent Çalıkoğlu
"Bir Artı Bir"de?

Kutluğ ATAMAN
"Bir Artı Bir" hep köşededir. Böyle bir köşede iki tane masa, ve masaların tam ucunda bir de hafif kırılmalar olurdu, arkada da aynalar vardı, ve bu aynalarda da kırılmalar görülüyordu. Burada kimliğin tuğlalardan oluşması fikri işleniyordu. Ayna benim için, kimliğin görsel bir yanılsamasıydı. Ama "Bir Artı Bir"deki en önemli olay aslında ikiye bölünmüş bir hikayenin, kırılmış bir şey olarak anlatılmasıydı.

Levent Çalıkoğlu
Bu noktada şöyle bir alana geçebiliriz aslında. İşlerinde özel hayatla kamusal olan arasında bir diyalog kuruluyor. Çok kişisel bir hikaye izliyoruz, ama bu kişisel hikayenin içinde hepimizi birbirimize bağlayan bir sürü ok var. Ve o oklar tekrar yüzleşmeye ve konuşmaya başlıyorlar. Sence belgeselin bu tür bir düşünce mantığı var mı? En nihayetinde kişi burada bir anlatıcı, bundan kaçış yok. Belgeselde de formata göre belki de hiç belgeselciyi görmüyoruz, formatı izliyoruz. Ama burada da bütün bunları düşünen ve toparlayan kişi bir şey anlatıyor aslında. Burada anlatıcının bu kişileri konuşmaya nasıl ikna ettiğini sormam gerekiyor. Anlatılır ya o insanların hayatlarını en doğru şekilde yansıtmak için beş yıl o köyde yaşadım falan.

Kutluğ ATAMAN
Şimdi şöyle bir şey var. "Küba" öncesinde yaptığım işlerde insanlığımda olan bir şeyi onlarla paylaştığım için o insanları sanki çok iyi tanıyordum. O soruları aslında kendime soruyordum. Onları hiçbir zaman benim dışımda kişiler olarak çok algılayamadım. "Küba"da bu biraz değişik oldu. Çünkü "Küba"daki insanları çok iyi tanımıyordum. Bazen öyle oldu ki, karşımdaki kişi bir gün önce anlattığından farklı konuşuyordu. Dolayısıyla bütün yapı değişiveriyordu. "Küba" öyleydi, ama ondan öncekilerde bu sana anlatmış olduğum, yani benim kendi kendime sorduğum şeyleri cevaplıyordum. Fictiol1 (kurmaca) kelimesinin benim söylediğim şekliyle hastalıklı ve komik bir tarafı var.

Levent Çalıkoğlu
Hastalıklı değil de tutulmuş.

Kutluğ ATAMAN
Saplantılı. "Küba" işinde başlarda hiç konuşmak istemeyen bir kadın şöyle bir şey dedi: "ne kadar güzel, bu kadar konuşuyoruz bana da iyi geliyor". Kadıncağız ömür boyunca bunları anlatacak birisini aramış aslında.

Levent Çalıkoğlu
Bir formülasyonu var mı o güveni aşılamanın)

Kutluğ ATAMAN
İşin doğrusu ben hep performans yapan insanlarla çalıştım. Semiha Berksoyaslında kendini oynuyordu. Ceyhan Fırat Türkan Şoray'ı oynuyordu. Yeronica Reed kendisine bir izleyici bulmaya çalışıyordu. Hepsi zaten çok yatkındılar konuşmaya. Bir de tabii montaj süresinde çok fazla manipülasyon olabiliyor. "Ruhuma Asla"yı örnek vereyim mesela. "Ruhuma Asla"yı önce çektik, sonra metni senaryoya dönüştürdük ve Ceyhan Fırat ikinci filmde bu senaryo ya göre tekrardan oynadı. Yani çektiğimiz şeyi tekrardan oynadı sentetik haliyle. Cümlenin başında gerçekleri benim konuştuğum gibi konuşuyor, cümlenin sonunu hatırlamaya çalışıyor ama hatırlamadığı için uyduruyor. Böyle böyle sentetikleştirdim. Fietian ile reality'yi (kurmaca ile gerçeği) karıştırdım. Yani onun için o filmde bir travesti var, yoksa travesti sadece konusu değil Performans ya da maskelendirme, işin kendisi travesti çünkü, ona işaret ettim. Dokümanter mi değil mi, o biraz benim kendi sinemacılığımdan başladı. Herkes cinselliğimle alakalı gördü ama kesinlikle sinemacılığımla ilgili. Belgesel mi fietian mı belli olmuyor alacakaranlıkta. Oyuncu kadın mı erkek mi belli olmuyor. Porno gibi ama değil iyi izlerseniz Ceyhan Fırat aralarda bir senaryodan söz ediyor. Görünüşte dokümanter ama ortada bir senaryo da söz konusu. Hep böyle çift, ik: güç arasında gidip gelme ve bunun üzerine comment (yorum) yapmalar vardı "Ruhuma Asla’da. İşin adı da şaka aslında. Yani bu filmi asla çözemeyeceksin, bazı şeyleri alabilirsin ama bazı şeyleri alamayacaksın.

Levent Çalıkoğlu
Vermediğin örneklerin hiçbiri belgesel olarak bir kanıt oluşturacak nitelikte ~(anak oluşturmuyorlar. İşte o zaman mesele şuraya geliyor: Aslında belge, dünya::1ill öyle oldUğuna inanmamız için manipüle edilmiş bir şey Varlığı, inandırıcı olmak =orundaymış gibi bir etki yaratıyor.

Kutluğ ATAMAN
İşin en komiği de ne biliyor musun ben prensip olarak halkın önüne çıkmadan önce en son halini kendilerine seyrettiriyorum. Kendilerini seyrettiklerinde de çok beğeniyorlar.

Levent Çalıkoğlu
İlk gösterimleri onlara.

Kutluğ ATAMAN
Belgesel teoreminde yapılan kavgaların hepsi sübjektiflik ile objektiflik arasında. Ben tartışmanın kendisinin sonuçsuz olduğunu düşünüyorum. İzleyici ancak sen sübjektifliği hyperreal bir hale getirip ona dikkat çekerek, objektifliğin aslında imkansız. olduğunu gösterdiğin zaman -o da belki- kendini sorgulamaya başlıyor. Öte yandan Izleyici, haberlere de inanıyor, belgesele de inanıyor, aslanların kavgalarına da inanıyor, halbuki bilmiyor ki National Geographic aslanları çekmeden önce uyuşturuyor, tırnaklarını çekiyor, kavga sahneleri daha uzun olsun diye o açıdan çekiliyor, her şey aslında fiction (kurmaca) haline geliyor. Şu Irak Savaşı'nda, Bağdat'ın işgali sırasında, Saddam'ın heykelinin yıkılma sahnesi aslında bir newsreel (haber filmi) falan değildi, orkestre edilmiş bir sahneydi. Dekupe vardı, görümü kadrajlanmıştı, ama bir taraftan Iraklıların kendileri de seyrettiklerine inanıyorlardı.

Levent Çalıkoğlu
Sanat yapıtıyla belgeseli ayıran en önemli şey şu sanki: Belgesel yaşayan kişileri konu edinir gibi geliyor insanlara. Hatta bunun sağlaması da belgesele konu olan kişilere belgeseli izlettirip ne düşünüyorsunuz diye sormakla sağlanıyor gibi. Böyle şeyleri aslında gazeteciler yapıyorlar.

Kutluğ ATAMAN
Hakikaten belgesel konusunda extreme (aşırı) olanlar, kendilerini fiction olarak gösterenler. Dediğin gibi soruluyor; adam da diyor ki şuraları benzememişti, öbürü de diyor ki şurasını daha iyi anlatmak gerekirdi. Sinema haline getirmek için bazen abartmak zorunda kalabilirsin diyorlar. Halbuki dokümanterde zaten böyle yapılıyor. Belgesel yapmak üzere diyelim ki büyük bir televizyon kanalına, ya da PBS'e başvuruyorsun, sana şunu soruyorlar: Sinopsisi ne? Çekmediğim bir şeyi, daha başında araştırmak ve sinopsisini yazmak zorundasın. Konuya şurasından gireceğim, şurasını öne çıkaracağım, seyircinin ilgisini şu noktalara çekeceğim derken zaten o çok hassas olan gerçeklik yok oluyor, bir malzemeye dönüşüyor. Ben işimi yaparken zaten o kadar extreme'e (uç noktaya) götürüyorum ki yaptığımı. .. Çünkü zaten gerçeklik dediğin bir şey yok, senin kafanda olan bir şey, insanın kafasının içinde olan bir şey, çok sübjektif bir şey. Bir şeyi objektif anlatmanın imkanı yok, çünkü işin içinde perception (algılama) var, insan var.

Notlar

1 2 3 4
Public Broadcasting Station- Kaliteli programlar yapan, kar amacı gütmeyen televizyon kanali. 8. Uluslararası Istanbul Bienali, 2003.
Kassel, 2002.
"Semiha Unplugged" 1997.

5 6 7
Temsili sunum ve sunum (aktarım) karşı karşıya. Güler: "Küba"da konuşan kişilerden biri. Dondurulmuş kare.



Kaynak
Sinema Dergisi