Kübist Sinema 1

Meşhur kitabı "Marifetname"nin tuhaf biçimde kitabın kendisinden daha meşhur bölümü "Kıyafetname"de Erzurumlu İbrahim Hakkı, en az Borges'in Foucault tarafından da özenle alıntılanan canlıların sınıflandırılmasına dair öyküsünde olduğu kadar fantastik bir sınıflandırma çalışması yapar: 'Eğer kaşları birbirine yakınsa şöyle bir insandır', 'kulakları büyükse böyle bir insandır', 'alnı açıksa şöyle bir karakteri vardır', 'kıçı yere yakın olandan korkmak gerek' gibi, İbrahim Hakkı'nın büyük olasılıkla yakın çevresindeki tanıdıklarından ve 'tanımadıkları'ndan yola çıkarak kaleme aldığı bu temelsiz genellemeleri, sırf neredeyse kartezyen olduğu söylenebilecek kategorizasyon çabasından dolayı, 18. yüzyıl Anadolu'sundan bir din bilgininin 'gelenekselden uzaklaşamadığı için aslında oldukça 'post' nitelikli bir modernizmle tanışması olarak tanımlamak bile mümkün aslında. Kaçınılmaz olarak etno-merkezli, açıkça bir do-ğu-batı ayrımını da içeren oldukça ideolojik, hatta neredeyse ırkçı bir tavra sahip "Kim ki saçı sarıdır / Kibr ü gazab kârıdır (Saçı sarı olanların / İşi gücü büyüklük taslama ve öfkedir)" gibi dizeleri "Bize benzemeyen bizden değildir" şeklinde çevirmek de olanaklı...

Fakat tüm bu akıldışılığının ötesinde bu çalışmanın belki farkına bile varmadan vurguladığı çok daha önemli bir gerçek var: 'Bakma' ve 'görme' olgularının bilgilenme süreçleri-mizdeki etkin yeri...

Dünyaya dair bilgilenme süreçlerimizin en önemli, ilk ve etkin aşaması, 'görme' ile gerçekleşir. Bir ses duyduğumuzda görme ihtiyacıyla başımızı çevirmemiz de bundandır aslında; işitsel uyaranın doğasına dair bilgiye 'görme' aracılığıyla ulaşmak, ya da aslında böylece söz konusu bilgiyi 'sağlamlaştırmak' isteriz.

İnsan zihni 'görme' bağlamında sadece bilgiyle değil, aynı zamanda 'gerçeklik'le de oldukça somut bir bağ kurmuştur. Başta John Locke'un "Şimdi yanımda olanın varlığından eminim. Fakat bu odadan çıkıp gittiğinde, artık varlığından emin olamam." biçiminde özetlenebilecek ampirist epistemolojisi olmak üzere pozitivist düşünce de aslında bu 'görme-bilgi' ve 'görme-gerçek' ilişkisi üzerinden ilerler.

İşte sinema tam bu noktadan itibaren tartışmanın parçası olur: Sinema çok özel bir güce sahiptir ve bu güç ona atfedilmiş ya da bağışlanmış değildir, 'bakan-bakılan' ilişkisi gereği zaten doğasında bulunmaktadır. Fakat burada ilişki biraz daha farklı bir gelişme izlemiş ve görme sürecinin öznesiyle nesnesinin yer değiştirmesiyle sonuçlanmıştır; güç, görme süreci ve 'gören'den 'görülen'e transfer edilmiştir artık...

Peki, aslında gösterdiklerinin temsilinden başka bir şey olmayan sinemanın gücü, verili Hollywood estetiğinden ya da genel olarak konvansiyonel sinemadan ayrı bir yerde, bir entelektüel çaba, dahası tam anlamıyla bir diyalektik anlatım sanatı olarak yeniden kurgulanabilir mi?

Böyle bir ideali gerçekleştirebilmek için uygulanabilecek bir çok yöntemden biri ve bu yazı bağlamında en önemlisi, sinemanın asli gücünü oluşturan 'görülen'i değiştirmekten geçiyor; çünkü bu değişimi sağladığınızda 'gören'i de değiştirmeye başlamışsınız demektir. Bu noktadan itibaren de 'görülen'i farklı açılardan sunmak üzerine inşa edilmiş kübist bir yaklaşımın olanaklılığını tartışmaya başlayabiliriz. Elbette sinemadaki kübizm, örneğin resimdeki gibi olmayacaktır. Çünkü kamerayı fırça gibi kullanmak ancak metaforlar düzleminde mümkündür, film çekiminde değil... Kadrajı birkaç parçaya bölmekten kırık aynaların yarattığı yansımalara benzer görüntü efektlerine kadar bir çok unsur kullanılabilir perdede, fakat sinema peşpeşe akan planlardan kurulu bir anlatım dizgesine sahip olduğu için bu görsel uygulamalar kübist bir yaklaşım sağlamak yerine olsa olsa kübist resme göndermeler bütünü olarak kalacaktır. Kısaca, görsel düzeyde ne yaparsanız yapın perdenin iki boyutluluğunun da kısıtlamasıyla sinemadan çok resim alanına ait bir üretim gerçekleştirmekten kurtulamayacağınıza göre, anlattığınız öyküye ve dramatik yapıya yönelik yeni bir estetik çalışmaya girmeniz kaçınılmaz olacaktır, çünkü her şeyin ötesinde bir çekimi öncesindeki ve sonrasındaki planlarla bağlantılandırarak anlamlı kılan, aslında senaryodur.

Artık 'Bir hikaye anlatma sanatı olarak sinemada kübist yaklaşım mümkün müdür?' sorusunu sormaya da gerek yok, çünkü özellikle son on yılda çekilmiş ve önümüzdeki hafta ele alacağımız öyle bazı filmler var ki, senaryo çalışmasına bağlı olarak anlatı dizgelerinin kuruluşu bakımından açıkça 'kübist' olarak nitelenmesi gereken bir yapıdalar.


Uğur KUTAY
ugurkutay@birgun.net
Birgün, 24 Mart 2006