Öykümü Uydurdum

Öykümü uydurdum, senaryoma koydum.
Ben bir yalan uydurdum!
Duma duma dum...

Senaryo yazmanın ve yalan söylemenin aynı şey olduğunu ileri sürersem, kimleri kızdırır ya da üzerim bilemiyorum. İster kızın, ister üzülün teknik olarak haklıyım! Senaryonuzda düşsel dünyalar kurup, gerçek olmayan karakterler yaratmıyor musunuz? Ya da hiç olmamış olaylar karşısında insanların duygulanmasını, gülmesini, ağlamasını istemiyor musunuz? Gerçekten olmuş olayları kurmaca bir dünyaya sıkıştırıp, gerçekleri işinize geldiği gibi yönlendirmiyor musunuz? Kağıt üzerinde kurduğunuz sahte yaşamların inandırıcı olması için elinizden geleni yapmıyor musunuz? Kandırmıyor musunuz? Şaşırtmıyor musunuz? Gerçekmiş gibi yapmıyor musunuz? Öyleyse...

Teknik olarak benzeseler de, yalan söylemek ve senaryo yazmak arasında amaçsal bir farklılık olduğunu belirtmek gerekli, elbette. Yaptığımız yanlışlıklardan, başarısızlıklarımızdan, sorumluluklarımızdan kaçmak için yalan söyleriz. Korkak olduğumuz, gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için türlü yalanlar üretiriz. Senaryo yazmak ise cesaret işidir! Senaryo yazarken korkularımızla yüzleşir, unutulmasını istediklerimizi bilinç düzeyine taşır, herkesin bir kez yaşadığını defalarca yaşarız. Sıradan insan bir kere doğar ve ölürken, senaryo yazarken birçok kez ölür, sonra yeniden doğarız.

Yalan söylemek gibi korkak ve yaşamla yüzleşmekten kaçan bir eylem değildir, senaryo yazmak. Aksine, yaşamın üzerine cesaretle gider. Fakat, iyi bir yalan gibi inandırıcı olmalıdır! Yarattığı kurmaca dünyaya, o dünyada yaşayan karakterlere, gerçekleşen olaylara inandırmalıdır. En önemlisi, yapısal olarak inandırıcı olmalıdır. Yapısal inandırıcılığın temelleri ise insanoğlunun varoluş serüveni boyunca anlattığı öykülerde gizlidir.

Yalnızca bitki toplumların varolduğu, av aletlerinin bile kullanılmadığı ilkel çağlardan kalma bir öyküye bakalım: “Güneş ülkesinden yıllarca önce, küçük bir çocuk öyle güzel şarkı söylüyordu ki uzak yakın herkes onu dinlemek için toplandı. Çocuğun adı Milomaki’ydi. Fakat onu dinleyenler eve dönüp balık yiyince öldüler. Akrabaları, büyüyüp genç bir adam olan Milomaki’yi yakalayınca tehlikeli olduğu ve kardeşlerini öldürdüğü için kocaman bir ateşte yaktılar. Genç gene de sonuna kadar şarkı söylemeyi sürdürdü ve alevler gövdesini yalarken ‘Şimdi ölüyorum, şimdi ölüyorum oğlum, şimdi bu dünyadan ayrılıyorum’ diyen şarkısını kesmedi. Ve gövdesi acıyla şişerken hala muhteşem bir tonda şarkı söylüyordu: ‘Şimdi gövdem dağılıyor, şimdi ölüyorum.’ Ve gövdesi dağıldı. Öldü ve gövdesi alevlerde yok oldu. Fakat ruhu göğe çıktı ve küllerinden daha o gün uzun, yeşil bir yaprak büyüdü; ertesi güne kadar koca bir ağaç oldu. Dünyadaki ilk palmiye buydu. İnsanlar bu palmiye ağacından kocaman flütler yaptılar ve daha önce Milomaki’nin söylediği gibi güzel şarkılar çaldılar.”

Değil harflerin ve yazının, keskin aletlerin bile daha keşfedilmemiş olduğu bir dönemden kalan bu kısa öyküde, öyküsel anlatımın yapısal kurgusuna ait en temel öğeleri bulmak olasıdır. En bilinen senaryo kitaplarının sayfalarca anlattıkları bu yapısal öğeler şöyle sıralanabilir: Karakter, Amaç, Engel, Çatışma, Yöntem, Sonuç.

Öykümüzün ana karakteri Milomaki’dir. Milomaki’nin amacı basit ve anlaşılırdır: Şarkı söylemek. Çünkü, Milomaki’yi özel kılan güzel sesidir. Fakat, Milomaki’yi dinleyenlerden bazıları ölürler. Büyük olasılıkla yedikleri balıktan zehirlenmiş olsalar da, batıl inançlar ön plana çıkar ve Milomaki suçlanır. Bu beklenmedik önyargı, şarkı söylemek isteyen Milomaki’nin karşısına çıkan psikolojik bir engeldir. Çünkü, söylediği şarkıların ölümcül olduğu inancı doğmuştur. Bunun üzerine, Milomaki’yi yakmaya ve ölümcül şarkılarından sonsuza dek kurtulmaya karar verirler. Diri diri yakılmak yalnızca Milomaki’nin değil, herhangi bir kahramanın yüzleşmek zorunda kalabileceği en korkunç fiziksel engellerden biridir. Ortaya çıkan çatışma, Milomaki’nin karşılaştığı engelleri aşmak için seçtiği yöntem ile daha da artar. Amacından ödün vermeyen Milomaki, bedeni alevler içinde kavrulsa da şarkı söylemeye devam eder. Ölüm anına kadar şarkılarını söylemeyi sürdüren Milomaki’nin külleri ile beslenen topraktan bir palmiye ağacı filizlenir ve büyür. Bu ağacın gövdesinden yapılan flütler ile Milomaki’nin şarkıları çalınır. Milomaki ölmüş olsa da, amacına ulaşır ve şarkılarını duyurmaya devam eder.

Yukarıdaki öğeleri yalnızca Milomaki’nin ilkel öyküsünde değil, günümüz sinemasının başarılı örneklerinde de rahatlıkla bulabilirsiniz. Belirli bir amaç doğrultusunda ilerleyen kahramanın önüne bazı engeller çıkar. Amacına erişmek isteyen, fakat karşısına çıkan engelleri aşmakta güçlük çeken kahraman, içine düştüğü bu çatışmayı aşmak için bir ya da birkaç yöntem seçer. Milomaki’nin yanarken bile şarkı söylemeye devam etmesinde olduğu gibi, öyküyü ilginç ve unutulmaz kılan seçilen yöntemde gizlidir. Olayların düğümlendiği ve amaçla ilişkili olarak çözümlendiği yer sonuç bölümüdür. Milomaki’nin öyküsünde olduğu gibi, kahraman yaşamını acı bir şekilde yitirse de küllerinin döküldüğü yerden çıkan palmiyeden flütler yapılır, onun şarkıları çalınır ve öykünün başlangıcındaki amaca dolaylı olarak ulaşır.

Kısacası, yapısal inandırıcılık dediğim olgunun gizi, insanoğlunun öykü anlatma geleneğinde yatmaktadır. Eğer, bu gelenekten her yönü ile faydalanır ve elde ettiğimiz bulguları yorumlarsak, senaryo yazımına rehberlik edebilecek en temel iksirlere rahatlıkla ulaşabiliriz. Elbette, iksirin işe yarayıp yaramadığını anlamak için denemek gerekli. Eğer, yukarıdaki yapıyı hem izlediğiniz filmlerde, hem de yazdığınız öykülerde sınarsanız iksirin ne işe yaradığını kendiniz görmüş olursunuz. Başlangıçta dedim ya... Ben bir yalan uydurdum, internete koydum. Duma duma dum... İster inanın, ister inanmayın.



Gökhan ÖZAYSIN
Anadolu Üniversitesi
İletişim Bilimleri Fakültesi
Sinema ve Televizyon Bölümü