Perdedeki Amerika

GECEYE HÂKİM OLAN RENK Parliament mavisidir… Günün en yoğun saatlerinde bile arabalar tam da gidecekleri binanın önünde uygun bir park yeri bulurlar. Kocaman bahçeli müstakil evlerde biri erkek diğeri kız iki çocuktan oluşan aileler doğum günlerini hep güneşli havalarda, ‘garden party’lerle kutlarlar. Dumansız ızgaralarda yükselen sosis ve hamburger kokuları içerisinde, ellerine aldıkları tuhaf sopa ve eldivenler ile bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız bir spor olarak beyzbol oynarlar. Birbirlerinin üzerine düşüp mutlu ve şen kahkahalar atarlar. Mutsuzluk durumlarında bile çözümü bilimin ve bilim adamlarının o inanılmaz stilize desteklerinde ararlar. Mutfaklarındaki kordonu metrelerce uzun telefonlarla akraba-yı taallukatlarının hal hatırını sorup, çocuklarına duvarları popüler şarkıcıların devasa posterleriyle süslü odalar düzenlerler. Geceleri karabasan gören küçükler, ebeveynlerinin hiç kullanılmamış gibi duran pırıl pırıl kocaman yataklarına koşup, aralarına girer, mutlu rüyalara yelken açarlar…
Hollywod’un sunduğu dünyayı izlediniz!

Gerçeklik böyle değil elbette. Klasik aile filmlerinde başka toplumlara ve kültürlere sunulan Amerika ile gerçeği arasında şüphesiz büyük farklar var. Ancak sonuç ne olursa olsun Amerikan sineması için birşeyi rahatlıkla söyleyebiliriz, özgürlüğü en azından beyazperdede kısıtlamayan bir ülkedir. Sistemden memnun olmayan polisleri, entrikacı bürokratları, vatan haini askerleri, alçakları, namussuzları korkusuzca eleştirebiliyor Hollywood sineması. Gerçi çoğunda gizli-açık sistemin galibiyeti, iyilerin mutlak üstünlüğü ile hazırlanmış bir final sahnesi olsa da, aykırı seslere, bakışlara, karakterlere, temalara sınırsız özgürlük tanınıyor. Zaten, sinemanın gücü farkedilip bu özgürlük sağlandığı ve muhalefet engellenmediği içindir ki, sinema bu ülkede dev bir endüstriye dönüşmüş ve sair ülke sinemalarına küçümsenmeyecek bir üstünlük sağlamış bulunuyor.

Sinemanın gücünü çok iyi bilen Amerikan sineması, hedef kitleden yaşanılan dönemin algı zaaflarına, etnik hassasiyetlerden ırk tercihlerine kadar onlarca temayı zamanla formülize ederek başarıyı kaçınılmaz kılıyor.

Peki, bize sinema perdesinde sunulan Amerika ile gerçek Amerika arasında ne gibi farklar ya da benzerlikler var?

Başka bir ifade ile sinema—Amerika için—gerçekliğe ne kadar yakın?

Bu sorunun cevabını basit bir genelleme yaparak vermek çok zor. Sinema tarihine baktığımız zaman en basit tarihî gerçeklerin bile sanatın büyülü atmosferi kullanılarak nasıl bir dezenformasyona dönüştürüldüğünü de, bazı gerçeklerin bize yanlış olarak sunulduğunu da görebiliyoruz. Ünlü BraveHeart (Cesur Yürek) filminde kahramanımız W. Wallace’ın verdiği özgürlük mücadelesinde İngiliz kralına ve gelinine yapılan haksızlık tarihsel gerçeklerle uyuşmazken, filmin epik anlatım dilinin etkisiyle izleyicinin gerçekleri çok da umursamadığını görüyoruz. Yine bugünlerde vizyonda olan Behind Enemy Lines (Düşman Hattında) filminde tarihin en büyük toplu katliamlarından biri olan Bosna katliamı gerçeğe en yakın görüntülerle verilirken, Amerikan askerlerini yüceltme görüntüleri yalanın en büyüğü olan ‘içine gerçekler katılmış’ türünün çarpıcı bir örneği olarak karşımızda duruyor.

Başta da belirttiğimiz gibi, Hollywood’un en çok takdire değer yönü aykırı sesleri susturmak yerine, onlara da kucak açıp, muhalefeti de yine kendi içinde barındırmayı başarabilmesi. Fincher’in ünlü Seven (Yedi) filmindeki şehir dekoru, sair Hollywood filmlerindeki şehirlere benzemez meselâ. O meşhur gökdelenlerin hâkim rengi iç eriten mavi değil, tersine küf rengi bir griliktir. Fonda bitip tükenmek bilmeyen ambulans sirenleri, köpek havlamaları ve gökyüzünden durmak bilmeyen yağmur taneleri iner şehrin üzerine.

Birkaç sayı önce bu sütunlarda, Tarkovski’den bir alıntı yaparak ustanın “Sinema fetih değil, nasihat aracıdır” cümlesini aktarmıştık sizlere. Bugün Amerikan sinemasına baktığımız zaman, nasihatten ziyade gizli bir fetihin gerçekleştiğini söylemek mümkün. Hollywood gittikçe güçlenen malî yapısı, bütün dünyadan toplayıp bir merkezde konuşlandırdığı sinema beyinleri ile her filmi bir Truva atı gibi kullanmayı başarıyor. Yüzyıllar önce orduların, silahlı güçlerin, askerlerin yaptığı fetihlerden çok daha büyüğünü bugün ABD sinema sayesinde, üstelik kan dökmeden yapabiliyor. Hem de eğlendirerek! Zaten bugün silahtan çok daha fazla malî yatırımı sinemaya yaptırması, film dolaşım sistemini devlet politikası olarak uluslararası diplomaside malzeme olarak kullanması da bunun çarpıcı delilidir.

Amerika, birkaç bağımsız sinemacı ve aykırı yönetmenin sunduğu filmler hariç, Hollywood’un bize sunduğu gibi bir ülke değil elbette. Vatanseveri kadar haini de, mutlu ailesi kadar mutsuzu da barındırıyor. New York sokaklarında ikamet eden evsizlerin sayısı hiç de azımsanmayacak boyutlarda. Fakat değiştirilemeyecek bir gerçek var ki, Amerikalılar kendi eksik ve kötü yönlerini bile sinemanın o tütsülü fırçasıyla “Abi adamların pejmurdeleri bile kahraman yahu” diye yutturmayı başarıyorlar. Bu hâkimiyetten bize kalan da, kendi ülkemizde, kültürümüzde yaşananları, yabancı filmlerden yola çıkarak, bazen metazori yaparak yorumlamak oluyor. Meselâ, belki de Çatlı ve adamlarına benzediği için Luc Besson’un Leon filmini izlemek hoşumuza gidiyor!


M. Nedim HAZAR
nedimhazar@zaferdergisi.com