Sanatçı ve Sorunsalı Üzerine...

İklimler özellikle Fransız sinemasının neredeyse elli yıldır anlattığı üçlü ilişkiler ağı içinde savrulan bir karakter üzerine kurulu olan yapıyı andırıyor, ama gerçekten onlardan çok daha yalın ve etkileyici bir şekilde bu anlatıyı kuruyor…

Bir bütün olarak bakıldığında genelde Türkiye’de insanlar Nuri Bilge ve Ebru Ceylan’ın oyunculuklarını pek beğenmedi. Ancak yakın plandan incelendiğinde Bilge’nin oyuncu yönetimi büyük oranda yalınlık ve doğallık üzerine kurulu, insanlar bir tür yalın durumları canlandırıyor, ne büyük sözler, ne feryat figan ve ne de tansiyonu aşırı yükselten vurgular… Dolayısıyla asıl insanların kendi önyargıları bu konularda bu tip yorumlarda bulunmalarına neden oluyor, gerçekte başarılı bir performans var; yaşama yakın, etkileyici durum yansımaları var. Ancak yine de bütün kariyeri içinde mükemmele yakın oyunculuk Uzak’ta verilmişti, bir bütün olarak dramatik sahneler o filmde çok daha yoğundu ve tutarlı bir performansı gerektiriyordu, bu nedenle Uzak, insanı gerçekten içine alan bir düzeye yükselmişti. Ancak oyuncu yönetimi açısından Kasaba hariç Bilge hemen hiç zorlanmadı, çünkü oyuncuların ne yapabileceklerini biliyordu, zaten onu yapması için seçilmişlerdi. Bir melodramda felaketle sonuçlanabilecek oyunculuklar, yaşamın kendisinin sahneye çıkartıldığı filmlerde etkileyici performanslara dönüşebilir, aynı şekilde melodramın etkileyici oyuncusu doğal olması gerekirken oynamadan duramayacağı için, sinir bozucu inandırıcılık sorunları yaşatabilir.

Ancak eğer dışarıdan değil de, sinema tarihimiz açısından bakacak olursak, gerçek sanat anlamında insanın insanı anlama ve anladığını ifade etmesi açısından bakarsak, ‘İklimler’in öyküsü ve anlatının içine doğduğu tarihsel koşullar hakkında çok farklı şeyler söylenebilir. İlk önce Uzak daha önce de değindiğimiz gibi Türkiye’de yaşanan 2001 krizinin ardından yapılmıştı, bu krizden şu ya da bu ölçüde mağdur olan, önünü tam olarak göremeyen biri kentli ve entelektüel, öteki eğitimsiz ve ekmek derdi olan kırsal yaşamdan gelen iki karakterin bir arada yaşamasının imkânsızlığını anlatıyordu; gerçekten çıkışsız bir ilişkiydi, ancak Uzak’ın başarısı bu imkânsızlığın yalnızca bir kültürel çatışma eksenine sığdırmaya çalışmadan, bütün toplumsal boyutlarıyla verebilmesiydi. Bu anlamda biraz da zorlamayla toplumcu gerçekçi sanatımız içinde bir yere oturtulabiliyordu.

Ancak İklimler’e geldiğimizde durum değişmektedir. İklimler bilebildiğimiz kadarıyla Nuri Bilge’nin bir yönetmen arkadaşının şu ya da bu ölçüde başından geçmiş bir hikâyesine dayanıyordu. Bilge bu hikâyeye müdahale etmiş ve gerçekten etkileyici acı bir dramatik öykü oluşturabilmiştir. Ancak bu iş burada bitmiyor; sinema yalnızca etkileyici dramlar yaratma sanatı değildir çünkü. Anlatılanların bir toplumsal karşılığı olmalı ve içinde geçtiği toplumu anlamak için, o toplumu analiz etmek için, o toplum içinde yaşayan insanlar üzerinde derin tartışmaları başlatmak için, çoğu kere belirli bir acı gülümsemeyle derin toplum ve insan üzerine tartışmalar başlatmak için… öykülere başvurur.

Bu anlamda sinemada anlatılan yaşamı ve insanı kavrama ve onu analiz etmenin bir aracıdır. Büyük dertleri olmayan bir insanın büyük sanat eseri üretmesi de imkânsızdır. Şöyle düşünelim, yönetmenin de çok sevdiği Tarkovski’yi ele alalım. Tarkovski’nin küçük sorunları alan, kendisini bir ilişkiyle sınırlandıran tek bir filmi var mıdır? İnsanlığın gidişatı üzerine düşünen ve bu gidişattan memnuniyetsiz olan, aynı zamanda bütün bu yaşamın içinde kendisini kendisinden sonsuz bir vazgeçişle feda etmek isteyen insanların sinemasını yapar, yaptığı düpedüz bir yaşam felsefesi aranışının sinematografik anlatısıdır. İlk uzun metrajlı “İvan’ın Çocukluğu”ndan son filmi “Kurban”a kadar Tarkovski büyük Sovyet mistisizmi içinde insanlık adına ve insanlık için büyük sorunların, büyük çatışmaların üzerine düşünen ve yaşama bir yön tayin etmeye çalışan, yaşamı anlamaya çalışan ve insan gerçekliğinin önüne çırılçıplak çıkan bir geleneğin büyük sanatçısıydı.

Bu anlamda Tarkovski denilince, çeşitli insanların aklına gelen “uzun çekimler, yalın diyaloglar, en yalın filminde bile gündelik olanın çok ötesinde olan meseleler, büyük bir görsel kompozisyonlar yaratmalar…” ile yönetmeni sınırlandırmaya kalksaydınız, sadece Tarkovski’yi sinirlendirmezdiniz, sizinle konuşmaya tenezzül eder miydi bilmiyorum. Çünkü anlattığı problematik, insanlığın gidişatı, yaşamda kendine ‘doğru’yu arayan insanın yön bulma çabası, insanlık için feda etme gibi duyguları bir kenara koyup Tarkovski sinemasını yorumlamaya çalışmak, insanın asıl yapmak istediğini tamamen ihmal edip kompozisyon üzerine konuşmaktan başka nedir ki? Kısaca modernist söylem içindeki “özü bırakıp biçim üzerine konuşmak” olarak nitelenebilecek bu tavır, yalnızca yetersiz ve aptalca değildir, sanatın kendisine karşı yapılmış büyük bir saldırıdır da aynı zamanda. Çünkü insanın asıl dertlerini bırakıp saçıyla-sakalıyla uğraşmaktan başka anlama gelmez bu, aptalca biçimciliğin sınırlarına saplanmak anlamına gelir. O zaman bir sanatçıyı asıl muradının ne olduğu, yaşamı ve insanı nasıl gördüğü ve nasıl anlattığıyla ilgilenmemiz gerekir, elbette muradını nasıl ve ne ölçüde anlatabildiği de sanatçıyı anlamak için önemlidir, ancak küçük muradların büyük biçimcileri ancak sıradan ve küçük kahramanlar olabilir ancak. Dolayısıyla İklimler özellikle Fransız sinemasının neredeyse elli yıldır anlattığı üçlü ilişkiler ağı içinde savrulan bir karakter üzerine kurulu olan yapıyı andırıyor, ama gerçekten onlardan çok daha yalın ve etkileyici bir şekilde bu anlatıyı kuruyor.

Ancak bu problematiğin kendisi o kadar sınırlıdır ki, kral olsan ne olur? diyerek sınırları eleştirilebilir. Büyük sanatçıların büyük dertleri olur, büyük sanatçı büyük bir düşünürdür de, o anlamda büyük sanatçı büyük acıların insanıdır ve işin ilginç yanı da konuşunca acı konuşur. Ama insan küçük dertleri içinde büyük acılar çekse bile karşındaki insanı üzebilir, ancak karşınızdaki bundan yola çıkarak bütün yaşamı sorgulayacak bir başlangıç noktasında bulmaz kendini. Dünya alt-üst olmuş, biz burada bir üçlü ilişkinin küçük çaplı küresinde yaşamı sorgulamak için çok uzun süre küre başında oturamayız. Yaşam orada akıp gidiyor ve yaşamı anlatmak istiyorsak yaşamsal sorunlar hakkında da konuşmak zorundayız. Bu anlamda açık konuşalım, Nuri Bilge’nin bütün filmleri anlatım düzeyi olarak çok başarılı, çok görsel, çok yalın, çok etkileyici olabilir, ancak hiçbir zaman bir Sürü’nün bir Yol’un düzeyinde değildir. İnsanlar acı çekerken onlara güzel çekilmiş fotoğraflarla küçük küçük öyküleri çok iyi anlatırsanız, bu sade suya tirit olmaktan başka bir şey olmaz.

Hayatın karşısında çırılçıplak çıkmadan ve insanlığın gerçekten acı tarihini yorumlamadan, insan hayatının karşısında yüreğinde sürekli tedirginlikle ve büyük bir sevgiyle yaklaşmadan insanın büyük bir sanat eseri üretmesi mümkün değildir. Acı çekenlerin, mağdurların, ezilenlerin, ezilenler için mücadele edenlerin, iktidarın baskısı karşısında yiğitçe direnenlerin, bütün insanlık adına düşünen ve eyleyen insanların yaşamı daha anlatılasıdır gerçekten. Bu anlamda Nuri Bilge’nin küçük insanları ve bu insanların güzel hikayeleriyle Tarkovski arasında doğrudan bağlantılar kurmak ve onun sinemasını Tarkovskiyen olarak nitelendirmek kelimenin en basit anlatımıyla cahillikten başka bir şey değildir. Büyük insanlığın filmlere sığmaz acı hikâyesini ve büyük dertlerini anlatan Tarkovski’yi iki kamera, bir ışık, iki kadın ve bir erkek ilişkisine sığıştırmak mümkün olmadığı için, şimdiye kadar da Nuri Bilge bunun ötesine geçmek için çok çaba göstermediğinden böylesine bir koşutluk kurma çabası saçma olmaktadır. Bilge’nin Tarkovski’yi çok sevdiğinden ya da onu anladığından kuşku duymak için bir nedenimiz yok, ancak zaten bu nedenle kendi sinemasıyla Tarkovskiyen olan arasındaki büyük ayrılıkların farkında da olması gerekir, bu nedenle en azından şimdilik bu saçma koşutluğu kuranlara acı acı gerçekleri söyleme görevi bizim olduğu kadar Bilge’nindir de. Zaten Bilge’lik bunu gerektirir. Üç kuruşluk bir başka yönetmenimizin filmlerini ise Dostoyevskiyen olarak nitelendirmek bile bu ülkede yaygın bir söylem haline gelmişse, o zaman hakikaten bu ülkenin entelektüel strüktürü onulmaz yaralar almış demektir.



Zahit ATAM
BirGun.net