Şehrin İçinden Geçen Filmler
(Belki de Hep Oradadırlar)
Sinema salonlarının derin karanlıklarında, büyüsüne kapıldığınız filmin buğulu
atmosferinden gerçeğe döndüğünüzde, zaman zaman beyninizde bazı kentlerden izler
kaldığını görürsünüz. Bazen yönetmen bir duyguyu bir kente bağlayıverir. Böylece
izleyicinin hafızasında hiç gitmediği kentler hakkında yaşanmamış bir anı
oluşur. Sinema perdesinde artık tüm kentler seyircinindir, hepsi ile ilgili bir
anısı vardır.
Eski Kıtanın Büyüsü
1985 İngiliz yapımı üç Oscar ödüllü Manzaralı Oda’da yönetmen James Ivory, E. M.
Forster’ın romanından uyarladığı hikayede, Helena Bonham Carter’ın oynadığı
karakteri seyirciye Floransa’nın büyüsü içinde tanıtır. Hayat Floransa’da daha
güzeldir, daha büyülüdür. İngiltere ise gerçeklerle yüzleştirir genç ve inatçı
kadını. Çağının ilerisinde fikirleri ile genç kadın gerçeği sadece Floransa’da
bulacaktır. Tüm bu kendini bulma yolculuğunda ona Floransa’nın romantik dokusu
eşlik eder. Seyircide hikaye kadar kentin güzelliği de iz bırakır.
1942 yapımı, yine üç Oscar ödüllü Casablanca’da yönetmen Michael Curtiz, bu
sefer mutlu sonla bitmeyen ama tam 64 yıldır üzerinde konuşulan bir aşk
hikayesini başka bir şehrin siyah - beyaz atmosferinde seyirciye aktarır.
Casablanca siyah beyazdır ama çaresiz aşkın içinde kıvranan iki başrol oyuncusu
Bogart ve Bergman, şehrin gri gölgesi altında daha etkileyicidir. Seyircinin
kafasında Casablanca artık mutlaka görülmesi gereken bir şehirdir, çünkü onun
sokaklarında her zaman “As Time Goes By” çalar. Oscar ödüllerinin yanı sıra film
eleştirmenlerden de pek çok övgü alır, en çok seyredilen filmler listesinde adı
hep üst sıralara çıkar. Casablanca da bu etkiden payını alır ve gezginlerin
görülecek kentler listesine oturuverir.
Wim Wenders bir başka hüzünlü aşk hikayesi çerçevesinde insan olmayı Berlin
üzerindeki gri gökyüzünden sunar. Berlin Üzerinde Gökyüzü’nde, aşkı yüzünden
insan olma isteği melek Damien’nin beklediği kadar kolay olmayacaktır. Zaten
insanoğlu için de insanlıktan melekliğe geçiş çok kolay değildir. Her ikisinin
de acılı bir süreç olduğunu gri Berlin görüntüleri eşliğinde seyircinin
hafızasına kazır Wenders. Tüm heybetli yapıları ve meydanlarının arkasında ikiye
bölünmüş Berlin zaten hatırlanmak istenmeyen, hüzünlü bir hikayeyi
saklamaktadır. Yönetmenin kamerası sisler arasında meydanlarda ya da günlük
hayatın içinde dolaşır. Berlin barındırdığı anılarla insanları üşütürken belki
de insan olmanın en iyi sorgulanacağı kenttir.
Berlin gibi bazı kentler sinema yolculuğunda tarihlerinden bir türlü kaçamazlar.
2004 yılı Alman – İtalyan ortak yapımı Çöküş’de yönetmen Oliver Hirschbiegel,
bize Adolf Hitler’in son günlerini savaşın bütün izlerini taşıyan, yıkılmış
Berlin üzerinden aktarır. Film boyunca aynı kentte iki ayrı boyutu yaşar
seyirci. Hitler’in karargahında kabullenmek istenilmeyen sona doğru
yaklaşılırken, tüm sefaleti ve yıkılmışlığı ile işgal edilen Berlin bize bir
başka açıdan bir başka insanlık dramını sunar. Seyirci artık bilir ki, Berlin
her zaman acı hatıraları olan bir şehirdir, ne seyirci ne kentin kendisi bundan
kaçamaz.
Yönetmen Ridley Scott, 2001 yapımı Kara Şahin Düştü’de seyirciyi dünyanın bir
başka köşesine götürür. Mark Bowden’in romanından uyarlanan filmde Somali’nin
başkenti Mogadişu da Berlin ile aynı kaderi paylaşır. Amerikan askerleri kenti
bir örümcek ağı gibi kuşatır. Mükemmel hazırlanmış gibi gözüken planda zincir,
insan zaaflarından kırılır. Askerler; hiçbir köşesini bilmedikleri, içinde
yaşayan insanların derileri kadar kara bir yazgısı olan bu kentin içinde hapis
kalırlar. Şehir bir ağ gibi üzerlerine çöker ve onları sindirir. Seyirci Kara
Şahin Düştü’ye şüphe ile yaklaşsa da, meşhur oyuncu kadrosunun da desteği ile
Amerikan militarizmine yaptığı göndermeler ile birlikte türün meraklıları
tarafından olumlu karşılanır.
Marguerite Duras’nın romanından uyarladığı Hiroşima Sevgilim’de Alan Resnais
aşk, tutku ve unutulmak üçgenini tarih sayfalarının en büyük yıkımını geçirmiş
bir şehrin gözlerinden anlatır. Filmin başında yönetmen seyirciye kahramanların
suratlarını göstermez, belki de filmin gerçek kahramanı Hiroşima’dır. Kadın
karakter ile birlikte seyirci de Hiroşima’yı görür, hastaneleri gezer,
yaralıların acısına ortak olur. Oysa kadın bir başka kentte, Nevres’de sonu
hapishanede biten ilk aşkını yakalamıştır, hem de bir Alman askeri ile.
Hiroşima’da yaşanan aşk ise önce Nevres’de yaşanan tüm anıları geri getirir. Ne
savaşın izleri ne de aşkın anıları silinebilir. Unutulmak üzere geri gelir
anılar. Hem kadın hem de Hiroşima için belki de tek yol budur; hatırladıkça
unutmak, unuttukça hatırlamak.
2000 yılı yapımı Kaplan ve Ejderha’da yönetmen Ang Lee, Ching Hanedanlığının son
yıllarında Pekin’de başlayan bir özgürlük, aşk ve kendini bulma hikayesini dört
ana karakterin üzerinden anlatır. Filmin üç güçlü ana karakteri, üç büyük
dövüşçü kadının yolları Pekin’de kesişecektir. Birbirlerini önce kardeş, sonra
rakip olarak kabul eden Yu Shu Lien ve Jen ilk kez bu kentte karşılaşır. Jen’in
Yeşil Kader’i çalması üzerine iki kadın, Tan Dun tarafından bestelenen
müziklerin davul ritmi eşliğinde şehrin binalarının üzerlerinde kozlarını
paylaşır. Vazgeçilemeyen tutkular, bağımsız ruhlar, geleneklerin ruhlarda
bıraktığı izler bu kadınların ya kendi hayatlarını ya da en sevdiklerini
kaybetmelerine sebep olacaktır. Film, 2000 yılında pek çok ödüle ve seyircinin
büyük ilgisine mazhar olur.
Pekin seyircinin aklında bir başka hikaye ile daha kalır. Chen Kaige'nin
yönettiği Elveda Cariyem, Pekin Operası’nın iki oyuncusunun hikayesini anlatır.
Film geriye dönüşlerle anlattığı hikayede Pekin Operası’nı fona alarak Çin’de
yaşanan kültür devrimini aktarır. Hüzünlü hikayesi ile Elveda Cariyem 1993
yılında Cannes Film Festivalinde ödül alır. Ayrıca Hong Kong’da yapılan bir
ankette geçen yüzyılın en iyi Çin filmi seçilir. Ancak ne acıdır ki; oyun içinde
oyunu anlatan bu hüzünlü hikaye gerçeğe dönüşür. Filmde Dieyi karakterini
canlandıran Leslie Cheung, 1 Nisan 2003 tarihinde intihar eder. Dieyi ve Chun’un
acıklı sonları, seyircinin kafasında Pekin için hüzünlü bir sonbahar anısı
bırakır.
Ancak Pekin’in büyüklüğü ve kalabalıklığı gelecek üzerine hikayeler anlatmayı
tercih eden yönetmenlerin de ilgisini çeker. Yönetmen Robert Longo’nun 1995
Kanada yapımı Cyberpunk Johny Mnemonic, 2021 yılının iki büyük kaotik kentinde
geçer; Merkez Pekin ve serbest şehir Newark. Pekin’de başlayıp Newark’da
sonlanan film boyunca görünen şehir varoşlarında, özellikle Loteklerin karargahı
Heaven’da biraz Brazil, biraz da Blade Runner etkileri görülür. Johny Mnemonic
pek çok seyircinin aklında sıradan bir bilim kurgu olarak yerleşse de kentler
üzerine kurulan hayallerin bir örneğidir. Eğer gelecekte büyük bir metropolde
yaşayacaksanız kendinizi hazırlayın. Çünkü gelecek kentleri karmaşıktan da daha
karmaşık, karanlık, korkutucu ve tehlikeli olacaklardır.
Karanlık ve kasvetli hikayelere bir başka örnek için Prag sokaklarında geçen
1991 yapımı Steven Soderbergh filmi Kafka’yı vermek gerekir. Kafka büyülü
Prag’ın gri atmosferinde, siyah beyaz görüntülerde, kentin parke taşlı dar
caddelerinde ve şehre korku salan şatonun gölgesinde kaybolan arkadaşının başına
gelenleri aydınlatmaya çalışır. Siyah beyaz öykü için en uygun kent, sanki
geçmişi yaşamaktan hiç kurtulamamış havası ile Prag olacaktır. Ancak pek çok
filmi ile olumlu not alan yönetmen, Kafka ile çok fazla seyirciye ulaşamaz.
Hikaye geçicidir ancak filmi izleyen herkesin kafasında Prag’ın siyah beyaz
etkileyici görüntüleri kalır.
Bu Kentin İçinde Ne Ararsan Var
Baz Luhrmann’ın 2001 yılı filmi Kırmızı Değirmen’in acıklı hikayesinde güzel
fahişe Satine aşkı uğruna kendisini Paris’te yok eder. Genç Christian ve güzel
fahişe Satine arasındaki aşk, Harold Zidler’in ve Fransız ressam Henri de
Toulouse Lautrec'in afişleriyle ölümsüzleşen Kırmızı Değirmen’in MTV videolarını
hatırlatan ortamında, popüler şarkıların eşliğinde acı sonla bitecektir.
Luhrmann’ın müzikal sevenlerden tam not alan filminden geriye göz kamaştırıcı
kostümler, kaotik kurgu, renk cümbüşü dekorlar, abartılı oyunculuğun ardından,
film boyunca sürekli çatılarının üzerinden gördüğümüz Paris, Nicole Kidman kadar
güzel ve çekici olarak kalır izleyicinin gözünde.
Bernardo Bertolucci 1972’de çektiği Paris’te Son Tango’da tüm sınırları zorlar.
Ariel Zeitoun’nun Luc Besson ile senaryosunu yazdığı 2001 yılı yapımı neşeli
Yamakasi’de bir grup serbest tırmanıcı genç, Paris’in binalarının tepelerinde
kaldırımda yürürmüşçesine dolaşır.
Belki de Paris’e en gerçekçi yaklaşan film, Mathieu Kassovitz imzalı 1995 yapımı
Protesto’dur. İçerdiği konunun rengine uygun olarak film de siyah beyazdır.
Filmin kahramanı üç arkadaş Paris’in turistler tarafından pek görülmeyen bir
kesiminden gelirler. Biri Afrikalı, biri Arap ve diğeri Yahudi kökenli üç
arkadaş, Paris’in banliyölerinin birinde göçmenlere ait toplu konut alanında
yaşamaktadırlar ve kentin itilmiş, soyutlanmış yüzünü temsil etmektedirler. Film
boyunca aynı mesaj üç arkadaş arasında gider gelir; şiddet şiddeti doğuracaktır.
Filmin seyirciyi koltuğunda rahatsızca kıpırdanmasına yol açan sonu da işte tam
bu mesaj üzerine kuruludur. Seyirci Protesto ile şunu da aklına yerleştirir;
bazen gerçekleri görmek için güzellikleri kaldırıp altına bakmak gerekir.
Ama Bu Şehirde Hüznün Bile Bir Neşesi Var
Büyük Roma İmparatorluğu’nu anlatan pek çok filmin arasından seyircinin aklında
en çok kalanı, Ridley Scott’un gösterişli filmi Gladyatör’dür. General Maximus
rolündeki Russel Crowe, ordularıyla Almanları püskürtmüş evine geri dönmeye
hazırlanırken kendisine sunulan imparatorluk payesi ile uzaklardaki ailesi
arasında sıkışıp kalır. Roma, filmin ilk sahnelerinde konuya katılmaz ama
imparatorun şahsında oradadır. Roma, Maximus’un büyük arenaya gelişine kadar
yaptığı uzun ve zahmetli yolculuk boyunca hikayenin tam orta yerinde bir gölge
gibi durur. Çünkü Maximus’un gideceği ve ailesinin intikamını alacağı yer,
dijital efektlerle orijinal haline birebir uygun var edilen antik Roma’dır.
Seyirci büyük heykelleri, imparatorluk sarayının balkonlarından görülen
ihtişamlı binaları ve sanki dünyanın her yerinden gelen insanları içinde
barındıran sokakları ile, ama illa ki ihtişamlı Collesium’un yıkılmamış hali ile
hatırlayacaktır tarihi Roma kentini.
Sinema duayeni yönetmen Federico Fellini de her şeyi ile kendine özgü iki
hikayede Roma kentini zemin olarak kullanır:
1960 yılında çektiği Tatlı Hayat, genç bir magazin gazetecisinin II. Dünya
Savaşı sonrası Roma’sında yaşadığı yedi günü, arka plana 60’ların gençliğinin
heyecanı ile kaynayan Roma caddelerini alarak anlatır. Toplam üç buçuk saat
süren film gösterime girer girmez pek çok polemiğe yol açar. Filmin gösterimini
Vatikan Kilisesi yasaklatmaya çalışır. Tüm karşı çıkışlara rağmen film, sinema
tarihinin en önemli yapıtları arasına oturur. Fellini, yaptığı açıklamalarda
filmi yaparken herhangi bir ahlaki ya da eleştirel kaygı taşımadığını, filmde
tatlı hayattan çok, hayatın tatlılığından bahsetmek istediğini belirtir. Seyirci
filmi seyrettikten sonra şöyle düşünür; işte Roma böyle bir kenttir, orada her
şey mümkün ve mubahtır.
Fellini Roma’yı 1972’de çektiği bir başka filminde daha kullanır; Fellini’nin
Roma’sı. Amacı; kendi hayatından yola çıktığı hikayeyi seyirciye izletirken
diğer yandan Roma’nın tarihini vermek ve her zaman yaptığı gibi başta Kilise
olmak üzere pek çok değerin anlamını sorgulamaktır. Film, çocuk yaşlardaki
Fellini’nin okul arkadaşları ile birlikte 1931 yılında Mussolini Roma’sına
yaptığı bir gezi ile başlar. İlk etki, her zaman en unutulmaz olandır. Filmin
devamında, Roma hakkında çekilen bir film ile kent içinde gezinti başlar ve
geçmiş ile gelecek, tarih ile bugün birbirine karışır. Kentte yapılan gezide bu
karmakarışık tarihe restoranlar, sinemalar, müzik salonları, oteller eşlik eder.
Final, motosikletler eşliğinde Collesium’daki gezi ile yapılır. Pek çok Fellini
filminde olduğu gibi Roma bir rüyayı yansıtmaktadır. Film, seyircinin aklına
katolik rahiplerin yaptığı moda gösterisi ile kazınır. Seyircinin aklındaki
yargı pekişir; evet burası Roma’dır ve burada her şey mümkündür.
Okyanusun Karşısındaki Şehirlerin Anlatacak Çok Hikayesi Var
Sinemacıların en sevdiği kenti, New York’u büyük bir sinema ustasından ayrı
tutmak mümkün değildir. Bu şehir; Woody Allen’ın yüksek tabakadan, eğitimli,
beyaz New Yorkluların hikayeleri ile çektiği her filmin özündedir. Allen, 1979
yapımı filmi Manhattan’da kendi oynadığı Isaac Davis’in hayatındaki karmaşayı,
Gershwin’in müziği ve siyah beyaz New York görüntüleri eşliğinde verir.
Yönetmen, 1977 yapımı Annie Hall, 1980 yapımı Stardust Memories, 1984 yapımı
Broadway Danny Rose, 1989 yapımı New York Stories: Oedipus Wrecks, 1993 yapımı
Manhattan Murder Mystery ve 1996 yapımı Everyone Says I Love You adlı fimlerinde
de New York’u ana karakterler içinde kullanır. Seyirci böylece New York’un bir
başka yüzünü, beyaz ve nevrotik Amerikalının gözünden izleme imkanı bulur.
Bir başka usta yönetmen Martin Scorsese önce 1977 yapımı New York New York’ta,
sonra 2002 yapımı New York Çeteleri’nde seyirciyi kentin tarihi içinde bir
yolculuğa çıkartır. Scorsese, kent artık o yılların dokusunu taşımadığı için,
Roma Cinecitta stüdyolarında oluşturulan dekorda New York’un 1800’lü yıllardaki
karanlık ve kanlı yüzünü seyirciye gösterir. Film, şehrin yıllar önceki
sakinlerinin gözünde karmaşa ve kuralsızlığın sembolü haline gelen, Five Points
denilen yerde geçer. Seyirci, filmde alışık olduğu New York görüntüsünü bulamaz,
kent daha çok, büyük bir kasabayı andırmaktadır. Scorsese, çok sevdiği kenti
kimlerin buraya getirdiğini ve kentin son derece renkli olan yer altı dünyasına
ilişkin efsanelerini görkemli görüntüler eşliğinde anlatmaya çalışır. Film büyük
bir gişe başarısı sağlar ancak eleştirmenler, filmin titizlikle yaratılmış olan
otantik ve gösterişli atmosferin gölgesinde kaldığını vurgularlar.
Scorsese New York’un daha yakın bir tarihini, 1977 yapımı filmi New York New
York’ta seyirciye gösterecektir. Başrolünü Robert De Niro ve Liza Minelli’nin
oynadığı film, New York’un 1940 ve 50’lerdeki halini beyazperdeye taşır. Gelecek
vadeden saksofoncu Jimmy ile şarkıcı Francine arasındaki aşkın fonunda dönemin
New York’u vardır. Film, yönetmenin en başarılı filmleri arasında sayılmasa da,
hem Amerikan tarihinin sevilen bir dönemini başarılı bir atmosfer içinde
yansıtması hem de müzikleri sayesinde seyirciden beklediği ilgiyi görür.
Scorsese bir başka filmi, 1990 yapımı Nicholas Pileggi’nin gerçek bir hikayeye
dayanan romanından uyarladığı mafya filmi Sıkı Dostlar’da, hikayenin ardına yine
en sevdiği kenti New York’u alır. Film, Amerikan mafyasını en gerçekçi anlatan
filmlerden biri olarak sinema tarihine geçer. New York, iki yönetmenin gözüyle
ve iki ayrı yüzüyle seyircinin kafasında kalır. Şehir, günlük sorunları ile
boğuşan beyaz Amerikalılar ve çıkış yolunu pek de yasal olmayan yollarda bulan
dışarıdan gelenler arasında sıkışmış, görkemli bir kenttir.
11 Eylül saldırılarından sonra ülkelerinin hiçbir köşesinin sandıkları kadar
dokunulmaz olmadığını anlayan Amerikalılara ilk mesaj, 1998 yapımı bir film ile
gelir. Yönetmenliğini Edward Zwickin yaptığı Kuşatma’da mekan yine New York’tur.
Seyirci ile birlikte filmdeki New Yorklular da alışkın olmadıkları bir görüntü
ile baş başa kalırlar. Görkemli New York sokaklarında polis devriyeleri yerine
askeri araçlar gezinir. Terör kavramı, buna hiç alışkın olmayan bir şehre gelir
yerleşir. Film, henüz başlarına neler gelebileceğini tahmin edemeyen Amerikalı
izleyiciler tarafından film endüstrisinin paranoyak fantezilerinden biri olarak
nitelenir ve pek ilgi görmez. Ancak Kuşatma seyirciye, filmlerin gerçek hayattan
daha makul ve öngörü sahibi olabileceklerini ispatlar.
Yönetmen Curtis Hanson, James Ellroy’un aynı adlı romanından uyarladığı 1997
yılı yapımı filmi Los Angeles Sırları’nda seyirciye, Melekler Şehri’nin
hikayesini anlatır. 1950’lerde küçük bir kasaba iken gittikçe büyüyen kent,
değişimin sancılarını yaşamaktadır. Kent geliştikçe hırsızlık, sahtekarlık,
dolandırıcılık ve cinayetler olağan hale gelmeye başlar. Büyüyen kentin
insanları büyümeye ayak uydurabilmek için önce kendi çıkarlarını düşünürler.
Yönetmen seyirciye bildiğimiz bir mesajı gönderir; insanların tarihi ile
şehirlerin tarihi her zaman örtüşür.
Los Angeles sayısız filme ev sahipliği yaparken iki bilim kurgu filmine de konu
olur. Sinema tarihinin sayılı kadın yönetmenlerinden Kathryn Bigelow, Strange
Days’de aslında günümüzde geçen ama uzak bir tarihte geçtiği varsayılan bir
hikayeyi değişik bir Los Angeles ortamında anlatır. Kent karmaşa ve vahşet
doludur. Karanlık ve karmaşık filmin sonunda seyirci aynı hissi duyar. Bugün
karmakarışık yaşayan kentlerde gelecekte de umut yoktur. Hatta gelecek bu
kentler için daha da karanlık görülmektedir.
Los Angeles bir başka bilim kurgu filminde, 1996 yapımı John Carpenter’ın filmi
Los Angeles’dan Kaçış’ta da ev sahibidir. Ana karadan kopmuş Los Angeles
depremler, ayaklanmalar, yangınlar, toprak kaymaları sonrasında bir felaketler
kenti olmuştur. 2013 yılında geçen bu filmde ABD, aşırı ahlakçı bir ülkeye
dönüşmüştür. Kurallara uymayanlar daha önce New York'a atıldıkları gibi, şimdi
de Los Angeles'a sürülmektedirler. Yönetmen Carpenter filmin çekimi hakkında,
eğer Los Angeles son yıllarda bir şiddet şehri olarak ortaya çıkmamış olsaydı
devam filmi de ortaya çıkmayacaktı diye açıklama yapar. Carpenter’ın filmi ne
yazık ki ilk filmi beğenmiş olan seyirciden bile umduğu ilgiyi bulamaz.
Sinema içinden Amerikan şehirlerine bakarken, yıllar sonra Kırmızı Değirmen ile
birlikte müzikalleri yeniden seyircinin aklına getiren bir filme ev sahipliği
yapan Chicago’yu da unutmamak gerekir. Broadway müzikallerinden gelen yönetmen
Rob Marshall, 1920’lerin Bohem Chicago atmosferinde geçen filminde günümüzde çok
tanıdık olan bir konuyu ele alır. Şöhret peşinde koşarken çıkarlar ortak olunca
herkes dost olabilir. Filmin sonunda seyircinin kafasındaki görüş pekişir,
aslında para ve şöhret elde etmenin kuralları hiçbir şehirde farklı değildir.
1995 yapımı filmi Gazino’da Martin Scorsese, Las Vegas’da aşkların ve işlerin
nasıl yürüdüğünü gösterir. Başından sonuna kadar Scorsese estetiği taşıyan
görüntülerin eşliğinde, filmin üç ana karakteri aynı günahı işlerler,
açgözlülük. Film, seyircinin kafasındaki Las Vegas görüntüsüne iki önemli unsur
daha katar; düzenli olarak rüşvet alan politikacılar ve kumarhanelerinin
üzerinden sürekli para akışı sağlayan mafya babaları. Scorsese seyirciye, Las
Vegas’da mafyanın yerini büyük şirketler alsa da değişen bir şeyin olmayacağını,
kentin her daim bir günah ve suç şehri olarak kalacağını söyler.
Siyah Şehirler
Kara filmlerin belki de en çarpıcı yanı şehir kavramına getirdiği etki olmuştur.
Kara filmlerin geçtiği şehirler de kasvetli, kaotik ve hiç gündüz yaşanmıyormuş
izlenimi veren şehirlerdir. 80’lerde bilimkugu -fantastik mekanlar daha da
popüler olur. Özellikle çizgi roman uyarlamaları karanlık ve kasvetli şehirleri
en iyi yansıtan filmler olur.
Yönetmen David Fincher’ın 1995 yapımı vurucu filmi Yedi; sürekli yağmur yağan,
karanlık bir şehirde geçer. Seyirci, bilgisayarlar gibi bazı elektronik eşyalar
da olmasa çok rahatlıkla filmin 1940’lı yıllarda geçtiğini düşünebilir. Fincher
şehrin sokaklarınaki karanlık ortam ile seyirciyi, yedi büyük günaha ve Brad
Pitt’in canlandırdığı polis karakterinin bir başka büyük günaha sürüklenişine
tanık eder. Seyirci filmin sonunda bilmediği bu şehirde yaşamadığına sevinerek
ayrılır sinema salonlarından.
Beş bölümden oluşan ve üç ayrı yönetmen tarafından çekilen Batman serisinin bir
başka başrol oyuncusu da karanlık ve gotik Gotham kentidir. Kentin karanlığı
devasa binalarla daha da pekişir. Gotham kenti, ilk defa Batman çizgi romanının
Şubat 1941’de yayınlanan 48’inci sayısında geçer. Ondan önce Batman’in New
York’da yaşadığı kabul edilir. Kent, Wayne Endüstri tarafından yaratılmış gibi
görünür. Kentin etkisini Arkham akıl hastanesi daha da pekiştirir. Çünkü akıl
sağlıkları pek yerinde olmayan kötü kahramanlar her filmin sonunda Batman
tarafından hapishaneye değil de akıl hastanesine gönderilir. Kısaca bu karanlık
ve gizemli şehir, hem kentin hem de kendi sorunlarını bir türlü çözemeyen
Batman’e çok yakışır.
Adıyla özdeş bir başka şehir de Dark City’dir. Alex Proyas, 1998’de çektiği
filminde bizi hiç gün ışığı görmeyen ancak sakinlerinin bunun pek farkında
olmadığı bir kente götürür. Proyas’ın zekice hazırladığı bu karanlık şehirde,
gece yarısı olduğunda zaman durmakta, hafızalar yenilenmekte ve binalar
değişmektedir. Kentin karanlık ve gölgenin hakim olduğu genel mekan
tasarımlarına bakıldığında filmin 1930’larda geçtiği düşünülebilir. Film seyirci
tarafından çok fazla ilgi görmez ve yapımcıları Proyas’a küstürür.
1982 yılı yapımı Blade Runner’da yönetmen Ridley Scott, Los Angales’ı 2019
yılında karanlık bir şehre dönüştürür. Seyirci filmin ilk karelerinde beliren
tanımlamalar ile kentin karmakarışık yapısını hisseder. Los Angeles’ın
görünümünde ve tasarımında dijitalden daha çok mekaniğe yakın bir hava vardır.
Film, gelecekte geçen ve dev şirketlerin (ya da tek bir şirketin) hakim olduğu,
kalabalık ve karanlık sokaklardan oluşan kentleri anlatan diğer filmlere esin
kaynağı olur. Blade Runner seyirciden ve eleştirmenlerden büyük ilgi görür. İç
karartan ve hiçbir umut vaat etmeyen sokaklarda yaşayan taklit avcısı Deckard’ın
hikayesi, seyircinin belleğine hiç çıkmamak üzere kazınır.
Bir başka karanlık şehir, Frank Miller ve Robert Rodriguez tarafından çekilen
2005 yapımı Sin City’de varolur. Film, Miller’ın New York ve Los Angeles’ın
karanlık yüzlerinden esinlenerek yarattığı Sin City’de yaşayan üç ana kahramanın
bir noktada kesişen hikayelerini anlatır. Bu karanlık kentte herkes satılıktır,
insan hayatı sudan ucuzdur. Film gösterime girdiği günden itibaren çok beğenilir
ve derhal kült filmler arasında hak ettiği yere oturur.
Bu Kent Çok Tanıdık
2005 yılı yapımı Anlat İstanbul’da Ümit Ünal, Selim Demirdelen, Ömür Atay, Yücel
Kolcu ve Kudret Sabancı, çok bilinen masalları İstanbul’u öykünün tam orta
yerine koyarak yeniden yorumlarlar. Aynı gece içinde geçen filmde İstanbul,
hikayelerin kahramanları kadar başrolde görünür. Bazen bir arka sokak, bazen
Haydarpaşa Garı, Aksaray ya da Beyoğlu öykülere ev sahipliği yapar. Ümit Ünal
tarafından “çok İstanbullu” olarak tanımlanan filmin finali de Galata
Köprüsü’nde olur. Aldığı ödüllerinin yanısıra filmin izleyiciden aldığı notta
olumludur.
2005 yılı yapımı Organize İşler, İstanbul’un estetik görüntüleri eşliğinde
hikayesini anlatır. Yönetmen Yılmaz Erdoğan, öyküsüne bir başka başrol oyuncusu
olarak İstanbul’u katar. İstanbul ve Boğaziçi’nin bütün güzelliklerinin film
boyunca sergilenmesi için Super Gyron FS kamera stabilizasyon sistemi, ilk kez
bir Türk filminde kullanılır. Yine aynı görüntüleri elde edebilmek için
helikopterle gece uçuşu gerçekleştirilir. Filmde sunulan İstanbul görüntüleri
izleyicide, tüm sorunlardan uzakta, yeşillikler içinde, yönetmenin anlattığı
hikayenin tam tersine huzur dolu bir kent izlenimi verir.
İstanbul’a tarihi bir bakış, yönetmen Mustafa Altıoklar’ın 1996 yılında çektiği
İstanbul Kanatlarımın Altında filmi ile gelir. Filmde 17. yüzyılın tarihi
İstanbul görüntüleri eşliğinde Hazerfen Ahmet Çelebi ile Lagari Hasan Çelebi
içlerindeki uçma tutkusuna bir cevap ararlar. Yönetmen Altıoklar, çeşitli
dijital efektlerle gerçeğine uygun tarihi bir İstanbul manzarası yaratır. Film,
80’li yılların ardından sinema seyircisini tekrar salonlara çekebilen Türk
filmlerinin başında gelse de eleştiriler filmin hikayesinden, karakterlere,
verdiği mesajlardan İstanbul görüntülerine kadar uzanır.
Şehrin İçinden Geçen ve Orada Kalan Filmler
Yedinci sanat sinema, tadı tamamen seyircinin damak zevkine kalmış bir dilim
pasta gibidir. Bazen damaklarda sonsuz bir lezzet, bazen de hatırlanması hiç
istenmeyen bir burukluk bırakır. Bu tad iyi ya da kötü anılarını canlandırır
seyircinin. Anılar yaşanılan şehirlerle de ilgili değil midir? Ne anılar ne de
sinema, geçmişinde nice insan hikayelerini barındıran şehirlerden kopabilir?
Şehirlerin her köşesinin başında veya her sokağının arasında seyirciyi bir başka
hikaye beklemez mi? O zaman...
Hepimize İyi Seyirler!
Şule ESER
Kaynakça
Kutlu, Kutlukhan. (1999). 90’ları Karartan Filmler. Sinema Dergisi. Sayı 52.
İstanbul