Sinema'da "Doğu'daki Batılının Doğulu İmgesi" Üzerine

Cannes’da ve Berlin’de İki Büyük Ödül...
Bu ödüllerin jürileri, dünyaca ünlü yönetmenler, oyuncular, sinema eleştirmenleri, akademisyenler tarafından oluşturulur. (Benzer şekilde Kar’ın yazarına bu yıl verilen Nobel Edebiyat Ödülü de öyle.) Ve andığım bu tatlı unvanları gururla taşıyan jürideki “üstatlar,” temsil ettikleri “sanat dallarında” bu önemli ödülleri, şaşırtıcı şekilde bizden birilerine verdi: Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın ve Orhan Pamuk.

Modern dünya, eskisi kadar kesin sınırlarla olmasa da hala çok kutuplu. Batı(lı) sıfatı, Doğu zenginlikleri karşısındaki politik-dini tutumları nedeniyle gene Batılılar tarafından kendilerine sunulan bir varoluş dayanağı olmuş. Hıristiyanlığın siyasi merkezi Avrupa, Dünya’nın doğusunun ötekisi, karşıtı, düşmanı, rakibi ve zamanla patronu diye anlamlanmış. Bu kavramların kökeni, Antik Yunan ve Mezopotamya uygarlıklarının “arkeolojik” ilişkilerine kadar gidiyor.

Ne Alakası mı Var?
Son yıllarda mevzu bahis olan bu sansasyonel ödül törenlerinin kahramanları, Post-modern Batı içinde övgüyle kabul gören, aslen Doğulu ama “Batılı yaşayan” sanatçılar. (Zaten Batılı olmanın yurdu çoktan küreselleşti.)
Uzak’taki pek Doğulu, durgun, boğucu hava –devinimsizlik- ve Doğu başkentinde Batılı yaşamın her türlü yabancılaşma tuzağından geriye bu kadar kalmış “minimal” bireyle, kasabalı, naif, kurnaz, aşkı ve modern hayatı keşfe meraklı, “artık dünyadan kendince haberdar” gencin çatışması böyle okunabilir gibi geliyor. Yani, Doğu’daki Batılının koptuğu Doğulu imgesiyle yüzleşmesi üzerine okunmalıdır, gibi.

Duvara Karşı, zaten surları yıkmayı adet edinmiş bir film. Tersyüz ediyor biraz ama aynı kavşakta buluşuyor diğer eserlerle. Bu sefer Avrupa’nın göbeğinde iki Türk asıllının “deli” cesaretlerini, yürek hoplatan hayatlarını, “gündüzleri meçhul çılgın gecelerini” izliyoruz. Film boyunca araya giren Selim Sesler orkestrasının –ve tabii ki puslu Haliç manzarasının- hüzünlü eşliğiyle, Osmanlı sarayı kökenli Türk Sanat Müziği şarkılarını, gene Almanya’da büyümüş bir kızın sesinden –İdil Üner’in biraz “kırık”–acıtan- sesinden dinliyoruz. Sibel, “gerçek kimliği”yle amansız bir kavga içinde ama dönüp dolaşıp aynı kadere teslim oluyor. Cahit de, ağır başlı, karanlık, yıkıcı suskunluğunu, Türkiye’de boğulmuş Sibel’i evli barklı bulduğunda gözlerinden kusuyor. Ancak Doğu’da yapraklanabilecek bir aşk, acayip mistik bir tutku, onları anayurduna çekiyor.

Kar’da da benzer bir bakış açısıyla filizlendirilen bir İstanbullu şairin Kars anılarını okuyoruz.
Bu bakış açısının Batı’da yarattığı etki önemli. Modernizm sonrası Batı, klasik anlamda Doğu okumasını bir kenara itti. Sözüm ona uygarlık götürülen Afrika’da örneğin, daha dün farklı bir hayatın peşinden koşan yerli halklar, ithal-plastik bir yaşam içinde Hollywood sinemasıyla apansız karşılaştılar. Kendi geleneksel anlamlandırma refleksleri, perdede gördüğü renkleri çözmesinde hep devreye girdi. Sonra Blues’la Amerika’nın bağrını deştiler. Sentez! Çingeneler punk’la bütünleştiklerinde bomba etkisi yapıyorlar. Sömürü biraz böyle işliyor, öğrenildi artık. Mc Donald emperyalizmi tanımı, çok basitleştiriyor durumu. Bazen kendi dilleri, işte bizde olduğu gibi Batılı imgesini asıl vuracak silahlara dönüşüveriyor.

İlginç Bir Büyük Trajedi
Bu halde, sanatın lirizmi daha cezp edici bir kaynak keşfediyor kendine. Daha besleyici bir acı, Doğulu olanın acısı. İnsanlık tarihinin gelip dayandığı, insan kalbinin kırılamaz zincirleri şakırdıyor bu eserlerde. Aynanın doğu tarafının sırı dökülmüş, hırpalanmış, soluk yansıması, şiirsel bir karşı duruşa evriliyor. İzliyoruz. Yaşıyoruz.

Tolga YILDIZ
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi