Sinemanın Anlamı Üzerine

Sinemanın başlangıcından günümüze tam 110 yıl geçti. Lumiere Kardeşler kendi buluşlarıyla deneme niteliği taşıyan kısacık filmler çekerek yaşamımızda yer edecek olan bu sanatı dünyayla tanıştırdılar. Arkalarından Georges Melies 1897 yılında ilk film stüdyosunu kurarak sinemanın başlangıcına katkıda bulundu.
Dünya sinema tarihi ilki sinematografı bulan diğeri fantezi filmler çeken denemeler çağındaki bu iki büyüğünün katkılarıyla gerçek ve hayal gücünden oluşan iki ayrı kutup çevresinde gelişmişti.


Sinemanın başlangıcından günümüze tam 110 yıl geçti. Lumiere Kardeşler kendi buluşlarıyla deneme niteliği taşıyan kısacık filmler çekerek yaşamımızda yer edecek olan bu sanatı dünyayla tanıştırdılar. Arkalarından Georges Melies 1897 yılında ilk film stüdyosunu kurarak sinemanın başlangıcına katkıda bulundu.
Dünya sinema tarihi ilki sinematografı bulan diğeri fantezi filmler çeken denemeler çağındaki bu iki büyüğünün katkılarıyla gerçek ve hayal gücünden oluşan iki ayrı kutup çevresinde gelişmişti.
Sinemanın geniş yığınlara ulaştırılmasını sağlayan ise Charles Pathe oldu. Ardından bir başka usta David Wark Griffith sinemacılığa sanat niteliğini kazandırdı. Montaj ve çekimlere getirdiği teknik ve estetik yeniliklerle yedinci sanata damgasını vurmuştu.

Sinema dehalarının buluşlarıyla yenilikçi çabalarını sinema akımlarının doğuşu izledi. Yeni ekoller, tür ve sinema okulları ortaya çıkıp sanatsal boyutta yükselişini sürdürdü.
Fransız, Amerikan, İsveç, Alman, SSCB, İngiliz ve İtalyan ekolleri sinemanın sanatsal zenginliğinin sonrasına ilişkin ipuçlarını vermeye başladı. Ve 100 yılı aşkın geçmişiyle bugünün hala popüler bir sanat giderek sanayi dallarından birisi olması sağlanmıştır.

Ancak günümüze gelindiğinde gelişen sinema endüstrisi kavramı çerçevesinde ABD her alanda olduğu gibi dünya sinemasına da egemendi. ABD sinema sanayisi özellikle seri olarak ürettiği aksiyon filmleriyle ve bunları pazarlayan uluslar arası dağıtıcı kanallar sahipliği ile sinema salonlarının tek hakimi oldu.

Türkiye’de ise bu güzide sanatla halk 1908’de tanıştı. Fuat Uzkınay’ın sadece bazı kaynaklarda adından söz edilen ve 150 metrelik olduğu belirtilen kısa belgesel filminin çekimi Türk sinemasının doğum günü sayılır: 14 Kasım 1914’te… Ve bu günü sinema günü olarak ta kutluyoruz.
1896’da Yıldız Sarayı’nda yapılan ilk sinema gösteriminden 1908’de İkinci Meşrutiyetin İlanına kadar aksayan İkinci Abdülhamit’in İstanbul’da uzun süre elektriğin kullanılmasına izin vermeyişinden kaynaklanan gecikmeli sinema gösterimleri bu tarihten sonra imparatorluğun öteki kentlerine de yayılma olanağı buldu.
Sinema 1908’de Sigmund Weinberg adlı bir yabancının tanıtımlarıyla özellikle gene yabancıların yaşadıkları Pera (Beyoğlu)’da “Cinema Pathe” adıyla açtığı salonla Türkiye’ye giriş yapmıştı.
İlk konulu Türk filmlerini 1917’de gazeteci Sedat Simavi çekmişti. Bu filmler “Pençe” ve “Casus” adlarını taşıyordu. Daha sonra tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’un 1922’de kurulan ilk özel yapımevi adına filmler çekmesi sinemada bir dönemin başlangıcı oldu. Tiyatrocular dönemi olarak anılan bu dönem içerisinde en iyi film olarak “Ateşten Gömlek” gösterilir ve 1923’te çekilmiştir. Sinemamızda Muhsin Ertuğrul’un etkisi 1952 yılına kadar sürmüştü.
Bu tarihte Ömer Lütfü Akad’ın çektiği “Kanun Namına” adlı film sinema dili, anlatımı, tekniği ve oyuncularıyla taban tabana zıt özellikler ortaya koyup gerçek sinemacılar dönemini başlatmıştır. Akad’ı bugün adlarından bahsederken Türkiye sinemasının klasik yönetmenleri sayılan Metin Erksan, Atıf Yılmaz Batıbeki, Osman Faruk Seden ve Memduh Ün izledi. Memduh Ün, Türk sinema tarihinin duayenlerinden yazar Nijat Özön’ün deyişiyle bu dönemin en tipik yönetmeniydi ve sinemamızdaki iniş çıkışları çok iyi yansıtıyordu.

Sinemacılar dönemi sinema adına daha çok düşünülen, tartışılan, yazılan bir dönemin de başlangıcı oldu. Uluslar arası festivallerle sağlanan ilk ödüller bu dönemde alınmaya başlar. Fakir Baykurt ile Necati Cumalı’nın romanlarından aynı adla sinemaya uyarlanan “Yılanların Öcü” ve “Susuz Yaz” filmlerine imza koyan Metin Erksan sinemamızın sesini Türkiye dışında duyurmayı başarmıştır. Diyarbakır sinema kulübü’nün 2004 yılında yaptığı bir söyleşide sinemamızın günümüzdeki önemli yazarı sayılan Atilla Dorsay’a göre yabancıların halen merakla adını andıkları önemli yönetmenlerimizin başında gelmekteydi Erksan… Oysa yönetmenin iki filmi de Türkiye’de sansürle karşı karşıya kalmıştı.

Halit Refiğ “Gurbet Kuşları”, Ertem Göreç “Karanlıkta Uyananlar” ve Duygu Sağıroğlu’da “Bitmeyen Yol”la edebiyatın klasikleşmiş kalemlerinin katkısıyla da olsa bu döneme yeni yapıtlar kazandırmayı ve kronikleşmiş toplum sorunlarını sinemanın diliyle yine geniş kitlelere aktarmasını bildiler.
Ekonomik nedenler, sansür gibi sebeplerle her zaman inişli çıkışlı yol izleyen Türk sineması 1960’tan sonra daha çok yönetmenle daha çok film üretmeye ve ulusal sinema, halk sineması, ATÜT sineması, milli sinema gibi kavramları tartışmaya başladı. Ancak körü körüne batı hayranı aydınlar ile popülizme varan halk dalkavukluğu arasında bir orta yol bulunamamıştı. 1970 sonrası bir ölçüde bu dönemin sonu olmuştur.

1950’de başlayan sinemacılar döneminin kapanışı “Yeni Genç Sinema”cılar döneminin de başlangıcı oldu. Ömer Lütfi Akad’ın çizgisini izleyen Yılmaz Güney’in yönetmenlik yönünün ortaya çıkışı Türkiye sinemasında çelişkileri yansıtan gerçekçiliğin gelişimine yepyeni bir yorum getirdi. Yılmaz Güney’in sözleri sinema anlayışını çok iyi özetliyordu:
“Çoğu zaman sokaktan hızla geçerken fark edemediğimiz şeyler vardır. Ben durup baktım ve onları anlattım”

Güney’in sanat anlayışı kendisinden sonra gelen sinema yönetmenlerinin bakış açısını da belirledi. Türk sinema tarihinin bir dönüm noktası oldu. Can Yücel “Yılmaz Güneydoğu” adlı şiirinde karanlıkta bir kareden çıkan yıldırım’a benzetir O’nu. Havada çıkıp dikilmiştir karşılarına egemen çevrelerin… Güney’in sokaktaki insanı anlatan ve o zamana dek rastlanmayan ölçüde toplumcu belgesel sinema anlayışı Türk sinemasını derinden sarsmıştır.
Bu dönemi de, kısaca tüm olanaksızlıklara karşın Yeşilçam sınırlarını zorlayan bir çaba, direnç ve özveri ile birbirinden ilginç filmlerin ortaya konduğu dönem olarak ele almak gerekir. Yılmaz Güney’in açtığı yolu, Zeki Ökten, Şerif Gören, Tunç Okan, Tuncel Kurtiz, Erden Kıral, Yavuz Özkan, Ömer Kavur ve Ali Özgentürk gibi yönetmenler izlemiştir.
Türk sineması çoğu nitelikli filmlerle olmasa da en verimli çağını 1960 ile 1980 yılları arasında yaşadı. 3 bine yakın sinema salonu ve yılda çekilen 300’e yakın filmle dünyanın en önemli sinemaları arasına girdi.

1995’te aralarında Ömer Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Zeki Ökten, Ömer Kavur, Ali Özgentürk, Yusuf Kurçenli, Orhan Oğuz, İrfan Tözüm ile Barış Pirhasan’ın bulunduğu 10 kişilik yönetmenler topluluğunun ortak iki film çalışması, Türk sinemasının eski günlere dönüş ve yeniden canlandırılışı yolunda 1980’den sonra atılan ilk ciddi adımdı.
1995’ten sonra sırayla Yavuz Turgul’un “Eşkıya”, Derviş Zaim’in “Tabutta Rövaşata”, Ferzan Özpetek’in “Hamam”, Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” ile “3.Sayfa” filmleri ve Nuri Bilge Ceylan’ın “Mayıs Sıkıntısı” çevrildikleri sezonun en çok ilgi gören filmleri oldular.

Sırasıyla 1998’den itibaren Yılmaz Aslan’ın “Yara”, Tomris Giritlioğlu’nun “Salkın Hanımın Taneleri”, Zeki Ökten’in “Güle Güle”, Handan İpekçi’nin “Büyük Adam Küçük Aşk”, Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”, Ömer Kavur’un “Karşılaşma” adlı filmleri Antalya’daki Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü aldılar. Geçtiğimiz yılki aynı ödül ise Uğur Yücel’in “Yazı Tura” filmine verildi.
Onat Kutlar bir kitabının kapağına da adını verdiği gibi “Sinema Bir Şenliktir” diyordu. Günümüzde bir festival malzemesi olarak nitelikli filmler sanatsal açıdan bakan sevenleriyle ancak şenlik ya da festivallerde buluşabiliyor. Başta İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde olmak üzere düzenlenen etkinlikler özellikle tanıtım açısından festivallerle bazı kişi ve kurumların çabalarıyla ayakta tutulmaya çalışılan sinemaya filmlere ilgiyi çekerek somut yaşamsal katkı sağlıyor.

İstanbul’da 1981’den Ankara ve İzmir’de de 1989 yılından bu yana, uluslar arası düzeyde yarışmalı-ödüllü film festivalleri düzenleniyor. 3 büyük kent dışında Türkiye’nin iki önemli ulusal şöhrete sahip festivali vardı. Birisi Antalya’daki Altın Portakal diğeri 14.sünden sonra çeşitli gerekçelerle gerçekleşmeyen Adana’nın Altın Koza film festivalleri. 500 civarında yapılan dünya sinema festivalleri arasında Antalya ile beraber İstanbul Film Festivali ise kayda değer ülkemizdeki en kapsamlı film festivalidir. Sinemamıza dışından bir yabancının gözüyle de bakabilen ve İtalyan sinemasında bir dönemin en iyi 3 yönetmeninden biri gösterilen Ferzan Özpetek böyle değerlendiriyordu “Altın Lale”yi. Onat Kutlar’ın, M. Tali Öngören’in, Prof. Dr. Alim Şerif Onaran’ın Prof. Dr. Oğuz Onaran ve Oğuz Makal’ların adları hiç unutulmayacak sinemamıza koydukları katkı açısından. Sinema ülkemizde de nitelikli filmlerle olmasa da kısa zamanda gelişti. 1980’li yıllara kadar bu gelişimini sürdürdü.

Ancak zaman zaman sanat dışı bazı kaygılarla bütün dünyada olduğu gibi yozlaştırıldı ve sömürgecilik hastalığı sinemaya da bulaştırıldı. Amerika bizzat Başkan Bush aracılığıyla Turgut Özal’dan “Türk sinemalarında gösterilecek Amerikan filmlerinin yüzde yetmişbeşten az olmaması”nın sağlanmasını istemiş ve bu istek derhal yerine getirilirken Türk sinemasının yazgısı da belirlenmişti.

Dünyaca ünlü Danimarkalı yönetmen Lars von Trier’in Cannes’den Altın Palmiye ödüllü “Karanlıkta Dans” filminin sıradan bir Amerikan aksiyon filmi karşısındaki akıbeti belleklerde. 1980’den sonra bütün dünyada olduğu gibi Amerikan sineması Türkiye’ye de girmeye başladı. Avrupa’da gösterilen ABD filmlerinin sayısı yüzde 75-80’leri bulurken Türkiye’de ise bu oran yüzde 95’lere ulaşıyordu.

Böylece Türk Sinemasını vareden koşullar 1990’dan sonra ortadan kalktı. 1980-90 arası durgunluk döneminde sinema seyircisi Amerikan filmlerine tutsak edildi. Sinema salonlarının birbiri ardına kapanması ise sinema adına en büyük kayıp olmuştu. Türk sinemasında 80’lerden sonra yılda 50-60, sonraki yıllarda ise sayısı 20’yi bile bulmayan film çevrilebilmiştir.

Belli başlı 1-2 senaryocunun yazdıkları çerçevesinde yapıtlar ortaya konan Yeşilçam sinemasının TV ve Amerikan sinemacılığının da etkisiyle barutunu tüketmesine karşılık olarak 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde birçok sinema yazarı Yavuz Turgul’un “Eşkıya” filmindeki başarısını Türk sinemasının canlanışı ve dünya sinemasına bir meydan okuma olarak algıladı. Ancak Ömer Kavur, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz gibi birkaç yönetmenle “Duvara Karşı” ve “Uzak” gibi dışarıda ödül almış filmlerle bu iddia bir “umut” ve başlangıç olmaktan öteye gidebilir miydi?

Televizyon ve videonun yaygınlık kazanması, sansür gibi etkenlerle gerileyen sinemamızı öbür yandan ileriye götürecek atılım, koşullar yaratılamadı. Sinema salt bir meta görüldükçe ülkemize özgü olmayan koşullarla rekabet edebilmesi güç hale geldi.
Birkaç film, birkaç yönetmen ve birkaç oyuncu çevresinde gerçekleşen “yığınlar için sanat” ulusal sinemamızın karşısında bir zamanlar çok tartışılan eski halk sineması anlayışının, popüler sinemanın devamı sayılabilirdi. Birkaç yönetmen dışında 1920’lerden beri sinemamıza egemen olan yıldız sistemi TV seyircisinin ilgisi ve yapımcıların tercihleriyle sürdürülmüştür. “Arabesk” ve “İstanbul Kanatlarımın Altında” filmleriyle başlayan süreç te bunun göstergesiydi. 2000’ler televizyonlara bağımlı kitlelerin beğenileri doğrultusunda biçimlenen yeni türlerin ve birbirinin kopyası olacak temaların sinemamıza damgasını vurduğu yıllar olmuştur.

“Yüzüklerin Efendisi” filminin Amerikan film şirketlerine kazandırdığı milyarlarca dolar hesap edildiğinde Ayşe Durukan’ın “Karpuz kabuğundan gemi? Evet oluyor” adlı yazısında da belirttiği gibi dev bütçesiyle teknoloji desteğine karşılık “Gora” ya göre mütevazi bütçeli yapımların başarısını da gözardı etmemek gerekirdi. Sinema tarihinde filmlerin değeri seyirci sayılarıyla tartılmıyordu çünkü.
Kuramcı Yuriy Lotman “Sanatsal Metnin Yapısı” isimli kitabında sinemayı “anlatı” aracı olarak tanımlıyordu. Arnold Hauser ise sinemayı “günümüzün bireysel uygarlığının başlangıcından bu yana kitle için sanat yapma yolunda ilk adım” olarak görüyordu. Godard’a göreyse sinema, siyasal bir gerçekti.
Türkiye sineması da başta yönetmen ve oyuncuları olmak üzere birçok sinema emekçisinin katkısıyla varlığını sürdürdü. Bu arada Tuncan Okan gibi gerçek bir sinema duayenini de unutmaması gerek. Şu sıralarda 68 kuşağından Bursa Belediyesi’ndeki birlikte sürgün odasında onunla ilgi düşüncelerini paylaştığım hukukçu Tuncay Fişekçi (Şair-Yazar Turgay Fişekçi’nin ağabeyi) Adam Sanat’ın Şubat-2000 sayısında çıkmış yazısını elime tutuşturuverdi.

Fişekçi yazısının sonuna bir not düşmüş; “Yıllarca Milliyet gazetesinde sinema yazıları yazan Tuncan Okan’ın ölümü hakkında gazetesinde ne bir haber ne de bir yazı görebildim”. O ki, birçok sinema yazarının ağabeyi, sinema seyircisi ile filmler arasında yazarlık, eleştirmenlik bağlamında köprü kuran, filmlere ilk defa yıldızlar vererek yorumlama biçimine açılımlar sağlamış Nuri Bilge Ceylan’ların filmlerinin hazırlanmasına yardımcı olan birçok yeni tekniği ülkemize getirmiş Fono Film’in sahibi ve Sinematek’in kurucularından biricisiydi. Okan, gişe hasılatı yapmış filmlere tek yıldız vermesiyle ünlüydü. Ne tesadüf ki en çok sıkıntıyı da belki bu yıldızlara tepki gösteren film yapım şirketlerinin avukatları karşısında yaşamıştır.

Tuncan Okan’ın popüler filmlere karşı gösterdiği ilkeli tavır örneğini Türk sinemasında kaç kişi gösterebilmiş, Halkın gerçek sorunlarını yansıtarak Türkiye sinemasına gerçekten katkı sağlamış yönetmenlerimizin değeri biliniyor muydu ki?
Amerikan popüler kültürüne karşılık halkının ve ülkesinin sorunlarını yansıtabilmiş sanatçılarımızın değeri zaman geçtikçe daha çok ortaya çıkacak, asıl sanatın geleceğinin azınlığın birtakım hesapları doğrultusunda belirlediği beğeniler olmadığı anlaşılacaktır. Bunun en tipik temsilcisi hiç kuşkusuz bunu başarabilmiş dünyanın ender yetişen sinemacılarından birisi olarak gösterilen Yılmaz Güney’dir. Onun Türkiye ve dünya sinemasına bıraktığı iz bu ilkeli ve halktan yana olan tavrından dolayıdır. Sinema tarihi kitaplarına halen sadece onun adını sokabilmemiz de bunu göstermiyor mu?


Tamer UYSAL
Halkla İlişkiler Uzmanı
Araştırmacı-Yazar