Her ne kadar daha çok muhafazakâr korku filmlerine imza atmış, 'öteki' korkusunu
akıldışı boyutlarda yeniden-ürettiği 'Village of the Damned/Lanetliler Köyü' ya
da soğuk savaşın yıldız savaşlarıyla buluşarak yeni bir boyut kazandığı bir
dönemin paranoyalarını 'içimizdeki düşman' kavramsallaştırmasıyla sunduğu 'The
Thing/Şey' gibi filmlerle tarihe geçmiş olsa da, John Carpenter'ın, meslektaşı
Craven gibi 'sağlam Amerikalılar'dan farklı olarak ülkesine eleştirel bakmaya
çalıştığı filmler de oldu. 1988 tarihli 'They Livel/Yaşıyorlar!' ya da 1980
tarihli 'The Fog/Sis' bu tür Carpenter filmlerine örnek verilebilir.
'The Fog/Sis'te Carpenter, tüm yaşam ve ilişki biçimleriyle bir tür 'küçük
Amerika' olarak tanımlayabileceğimiz Antonio Bay kasabasının tarihindeki büyük
günaha bakar. Anlatıya göre, tam da Amerikan tarihinin meşhur öncülerinin -'pioneers'-
güzergâhına uygun biçimde Califor-nia'da bulunan Antonio Bay'in kurucuları,
hastalıklarından dolayı yerlerinden edilen bir grup cüzamlıyı taşıyan 'Elizabeth
Dane' isimli gemiyi sahilde yaktıkları ışıklarla kandırarak batırır ve
kasabalarını bu gemiden yağmaladıkları altınla kurup geliştirirler. Çok da fazla
bir şey söylemeye gerek yok aslında; konkistadorlar çağının torunları, temel
harcı kanla karılmış bir ülke inşa etmektedir aslında...
Fakat tarihte hiçbir şey kaybolmaz. Ve unutulanlar bir gün geri döner. Kasabanın
yüzüncü kuruluş yıldönümü kutlamaları yapılırken denizden gelen bir sis Antonio
Bay'i kaplar. Sisin içinde 'Elizabeth Dane'in mürettebatı ve yolcuları
bulunmaktadır; kendilerinden insanlık dışı bir saldırıyla gasp edilenleri geri
almaya gelmişlerdir.
Sinema sosyolojisinin önermelerine de son derece uygun bir biçimde, 'The Fog/Sis',
aynı yapımcı -Debra Hill- tarafından 2005'in dünyasında yeniden filme alındı.
Geçen yıl sinemalarımızda gösterilen ve karakterlerin aynen korunduğu filmde
sadece korkunç katliamın gelişiminde farklılıklar vardı: Antonio Bay'in kurucu
ataları, geminin kayalara çarpmasını sağlamak yerine, yolculara altın
karşılığında 'yeni bir hayat' vaadiyle toprak öneriyor, buluşma gecesinde de
gemiye çıkıp herkesi öldürüyorlardı. Açıkça bir korsanlık, bir işgal hikâyesi...
Fakat tarihte hiçbir şey kaybolmaz. Ve unutulanlar bir gün geri döner. İşgal
edilen geminin acımasızca katledilen halkı, kasabanın kuruluşunun yüzüncü
yıldönümünde hesap sormak için bir sis eşliğinde çıkagelir. Filmin yeniden
yapımı kuramsal önermelere son derece uygundur gerçekten de... Çünkü ilk film,
öncelikle tüm bir Kızılderili ırkının ve Afrika kökenli siyah insanların katliam
ve sömürü kavramlarıyla tanıştığı bir 'ülke kuruluşu'na açıkça göndermeler
yapmakla kalmıyor, aynı zamanda başta Vietnam olmak üzere, Amerika Birleşik
Devletleri'nin imparatorluk düzenini korumak için giriştiği eylemlere de işaret
ediyordu. Afganistan ve Irak'ın kural tanımaz şekilde işgaline denk düşen bir
tarihsel dönemeçte, filmin aynı hikâye örgüsüyle yeniden çekilmesi hiç de
'durduk yere' değil, son derece makul bir sonuçtur aslında...
İmparatorlukların da belirli yaşama biçimleri ve ömürleri vardır. Şimdi dünya,
can çekişen bir imparatorluğun kendi ölümünü geciktirmek için aklını yitirmiş
biçimde sağa sola saldırışına tanıklık ediyor. Fakat bu arada imparatorluk, bu
katliam tanıklığını bir katılıma dönüştürmek için de elinden geleni yapıyor.
Türkiye bugünlerde dünyanın en kötü pirin-ciyle -Condoleezza marka!- yapılan bir
pilavı yemeye hazırlanıyor; Amerika Birleşik Devletleri, biraz Kıbrıs, biraz AB
ve biraz para karşılığı, kendi imparatorluğunun devamı için girişmekte olduğu ve
bu sefer son derece kanlı olacağı rahatlıkla görülebilen yeni savaş sofrasına
Türkiye'yi de buyur ediyor. Bu sofrada yenecek hiçbir şeyin insanlığa fayda
getirmeyeceğini söylemek bile gereksiz tabii...
Bir gün bu savaşın yaratacağı hayaletlerin sisi geri döner. Dönecektir. Çünkü
tarihte hiçbir şey kaybolmaz. Ve unutulanlar bir gün geri döner. 0 zaman biz de
kendi 'Sis'imizi mi çekeceğiz?
Uğur KUTAY
ugurkutay@birgun.net
Birgün, 29 Nisan 2006