Tarantino ve Uluçay

Arkadaş sohbetlerinde, katıldığım çeşitli platformlarda muhatap olduğum sorulardan birisi de “Kendimizi yetiştirmek için ne yapmalıyız?” sorusudur. Ben bu soruya şu şekilde cevap veriyorum: “Bol bol film seyredin ve kısa film çekin…”

Soruyu soranların duymak istedikleri daha kelli felli bir cevap olduğundan bu cevabı duyanlar da –belli etmeseler de- içten içe bir dudak bükme olmaktadır. Sinema tarihi, gençliğinde film seyrederek ve kısa film çekerek dünya sinemasına yön veren yönetmenlerle doludur.

İki örnek vererek bu konuyu açmaya çalışayım. Birinci örnek okyanus ötesinden bir isim; Quentin Tarantino, diğeri ise ülkemizden birisi; Ahmet Uluçay.

Quentin Tarantino, bazılarının zannettiği gibi herhangi bir sinema eğitimi almamıştır. Tarantino’nun sinema bilgisi gençken çalıştığı video dükkanında seyrettiği filmlerdir. Burada çalışırken sinemaya ilgi duyan sanatçı özellikle 1950’li yılların “B” tipi –ikinci sınıf- filmlerinden oldukça etkilenmiştir. Bu durumu Tarantino’nun filmlerinde açıkça görülmektedir ve sanatçı bugün Hollywood’da en çok tercih edilen, filmleri en çok merak edilen yönetmenlerden birisidir.

Tarantino’nun çektiği her film kült mertebesine yükselmiştir. İlk çektiği film olan “Rezervuar Köpekleri” –Tarantino fanları için ayrı bir yere sahiptir.- bir hırsızlık için bir araya gelen çetenin, soygunda meydana gelen bir problem sonunda hesaplaşmalarını anlatıyordu. Film kurgusunda “zamanla” oynamayı seven Tarantino, karakterlerini ise aşırı geveze yaparak seyircinin her daim ilgisini ayakta tutuyordu. Video dükkanında seyrettiği binlerce filmlerin izlerini taşıyan film, kısa sürede tüm dünyada fanlarının oluşmasına sebep oldu.

Filmin açılış sekansı ise sinema tarihinin “en garip” başlangıçlarından birisidir. Kuyumcu dükkanını soymak üzere toplanan çetenin, sanki arkadaş yemeğinde buluşmuşlar gibi popüler kültür üzerine yaptıkları tartışma benim en çok beğendiğim bölümdür. “Rezervuar Köpekleri”nden sonra sinema dünyasında “Tarantinovari” film diye yeni bir tür oluşmasına sebep olmuş ve kendisinden sonra gelecek birçok yönetmene ilham kaynağı olmuştu. Artık, kara film tarzında çekilen, bol bol konuşan ve hayatta daima kaybeden karakterlerin olduğu filmleri “Tarantinovari” diyerek tanımlanmaya başlandı.

Sanatçının bir sonraki projesi ise 1994 yılında, senaryosunu Roger Avary ile birlikte yazdığı, ayrı ayrı üç öykünün iç içe geçtiği bir öyküyü anlattığı, herkes tarafından başyapıt kabul edilen ve sinemanın şeklini değiştiren “Pulp Fiction – Ucuz Roman” filmi oldu.

“Pulp Fiction – Ucuz Roman” filmi sinema tarihinde şimdiye kadar kullanılmaya cüret edilemeyen şekilde flashback –geriye dönüş- kullanarak seyircisini dumura uğratıyordu. Film iç içe geçmiş üç hikayeden ulaşmasına rağmen hikayeler birbirleriyle teğet geçerek ilerlemekte ve hikayeler arasında karışık bir şekilde geçiş yapmakta ve her hikayeyi Tarantino istediği şekilde başından, sonundan, ortasından başlayarak anlatmaktaydı. Filmi seyredenler uzun bir süre hikayenin başı hangisiydi, sonu hangisiydi diyerek tartışmaktaydı. Hadi itiraf edeyim ben filmi ikinci defa seyrettiğimde başını sonunu anlayabilmiştim. Filmin bir meziyeti de sinema tarihinin “en çok merak edilen nesnesi”ni barındırmasıdır. “John Travolta ve Samuel L. Jackson’ın peşinden koştuğu çantanın içinde ne vardı?” sorusu hâlâ cevaplanmamıştır. Tarantino, “Pulp Fiction – Ucuz Roman” ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandı. Oscar törenlerinde ise “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” dallarında aday olmasına rağmen sadece “En İyi Özgün Senaryo” dalında ödül kazandı. Tarantino, artık zirvedeydi ve çektiği her film ile hayran kitlesini arttırmaktaydı.



Gelelim ikinci örneğimize, Ahmet Uluçay’a…

Bilenler bilir ve onlara sözümüz yok. Ahmet Uluçay, Türk Sinemasında bir efsanedir bana göre… Uluçay da Tarantino gibi herhangi bir eğitim almadan sinemayı kendi kendine öğrenenlerdendir. Sanatçı ilk olarak sinemayla, doğduğu ve hâlâ hayatını devam ettirdiği Kütahya’nın Tavşanlı İlçesine bağlı Tepecik Köyü’ne gelen savaş belgeselini seyretmesiyle tanışıyor. O sıralar ressam olmak isteyen Uluçay, seyrettiği belgeselin etkisinde kalarak yönetmen olmaya karar veriyor. İlk olarak arkadaşıyla birlikte “Optik Düşler” adlı kısa filmi çekiyor ve film 6. Ankara Uluslararası Film Festivali ve İFSAK 16. Uluslararası Kısa Film Günleri’nden ödül alınca arkası geliyor. “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak”, “Bizim Köyün Orta Yeri Sinema”, “Minyatür Cosmosda Rüya”, “Epileptic Film”, “İnci Deniz Dibinde”, “Uzun Metrajın Resmi” ve “Exorcise”, tüm bu filmler Uluçay’ın çektiği kısa filmlerin isimleri…

Sanatçı artık kısa film “alemi”nde bir efsaneydi ve insanlar “Bir Ahmet Uluçay” filmi seyretsek diye merakla bekliyorlardı. Nihayet 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ile ilk kez uzun metrajlı bir filmle seyircinin karşısına çıkan yönetmen festivalden “En İyi Türk Filmi” ödülünü alınca tüm dikkatleri üstüne çekmişti.

Yönetmenin hayatından izler taşıyan hatta hayatını anlatan film, iki çocuğun film çekme sevdalarını anlatıyordu ve o kadar içten, o kadar şeker, o kadar bizden, sımsıcak bir filmdi ki seyreden herkesin ağzında güzel bir tad bırakıyordu. İstanbul Film Festivali’nden sonra katıldığı yurt içi ve yurt dışındaki hemen hemen tüm festivallerden ödül alıyordu. Şimdi ise yönetmen ikinci filmi “Bozkırda Deniz Kabuğu” adlı filmi çekmek için uğraşıyor. Sizlere iki örnek verdim, ikisi de belki size uç noktalar gelebilir ama unutmayın herkes bir Tarantino veya Uluçay olamaz. O iki uç insanın arasında bir sürü ulaşabileceğiniz nokta var, yeterki sizler hevesli olun. Bu işi yapmak, öğrenmek istiyorsanız Türkiye’de herkesin burun kıvırdığı, küçümsediği film seyretmeyi ve kısa film çekmeyi ihmal etmeyin. Ahmet Uluçay bir röportajında bununla ilgili şunları söylüyor; “Film çekmeyi, film seyrederek öğrendim. Düşünsenize resimler hem hareket ediyor hem de konuşuyor. Bence bu dünyanın en büyüleyici şeyi. O yıllardaki coşkuyu ve heyecanı en naif biçimde içimde taşıyorum.”

Film çekmek isteyen, yönetmen olmak isteyenlere en güzel tavsiye; bol bol film seyretmek ve o heyecanı ve coşkuyu bir ömür içinde taşımak…




Milli Gazete
Sinan ŞEN
sensinan34@gmail.com
02.04.2006