Holly Wood da Bir "Homeros" !...

Ömer TUNCER
imece@tr.net


Sorular kafamın içinde bir kez daha dönüp duruyor:
• Görüntüde, teknikte, ışıkta, oyunculukta, senaryo tekniğinde yetkinlik bir filmin “iyi” olması için yeterli midir?
• İyi film nedir?
• “İyi film” ile “sinema sanatı ürünü olarak film” arasındaki ilişki nedir? Dahası, bir ilişki var mıdır?
• Çok izleyici çeken film ille de “iyi film” sayılmalı mıdır?
• Tarihsel bir filmin tarihsel olguları bozmaya ne denli hakkı vardır?
• “Uyarlama” nedir, “esinlenme” nedir?

Filmi izlemişseniz anlamış olmalısınız, Wolfgang Peterson’un “Troy/Truva” filminden söz etmeye çalışıyorum.

Sorulardan yazıya yer kalması için kendimi tutmam gerekecek.

“Troy”un teknik yetkinliği, bir Hollywood yapımı olarak kuşku götürmüyor. Işığı, görüntü efektleri, uçan kameralar, bilgisayar desteği, fotoğraf kalitesi…

Kan!.. Ne bir damla eksik, ne bir damla fazla… İsteğe göre programlanmış günümüz insanının – android mi demeliyim – tam istediği kadar…

Senaryoda, kurguda, Hollywood’un Walt Disney’den bu yana geliştirdiği “izleyici çekme özellikleri”: hızlı anlatım… kısa çekimler, hızlı kurgu… Sıkılmanıza izin vermeyecek kısa sekanslar…

Oyunculuk… Doğrusu diyecek yok. Matematik bir doğrulukla oturtulmuş… Bratt Pitt, çok iyi bir oyuncu değil ama, son yılların modası, gözdesi… Yaşamının en ince ayrıntıları kafamıza kakılıp duran yakışıklı yıldız… Ve onu el üstünde tutan ötekiler… Bir yanda sinemanın büyükleri, Peter O’Toole’un delici mavi bakışları ve yıllar içinden gelen “mihrap yerinde” Julie Christie, öte yanda yeniler…

Bildik bir ad, bildik bir tarih, bildik bir öykü… Tarihinin şimdiki döneminde okumaya ara vermiş dünyalının merak ettiği ama okumaya bir türlü cesaret edemediği koca Homeros Destanı: İlyada… Neredeyse son bir yıldır, çeşitli biçimlerde karşılığı “ödenerek” yazdırılan gazeteler, avaz avaz bağırtılan televizyonlar, radyolar… Bu yeni Brad Pitt filminin bıkmadan usanmadan “tanıtıyorlar(!)”…

Tanıtım bütçesi, yapım maliyetini geçmiş olmalı!..

Doğal ki, en yüksek sayıda izleyiciyi çekmek için…

Bitirilmiş, yaldızlanmış, ambalajlanmış ve Göbbels’in başlattığı propaganda tekniklerinin 70 yıl sonraki en gelişkinleri kullanılarak “Halkla İlişkiler”i yapılmış, tanıtılmış, piyasa talebi oluşturulmuş…

E, bundan iyisi can sağlığı…

İzleyici de eşşek değil ya… Gidip izliyor tabii…

Yani film para kazanıyor… Öyle görünüyor ki kazanacak da…

Peki yıllar içinde geleceğe kalacak mı? Sinema tarihindeki başka filmlere bakarsak, bugün hâlâ izleyici karşısına utanmadan çıkarılabilen filmlerin ilk yapım yıllarında bu denli tecimsel başarı kazanmadıklarını, dahası, kimisinin yapımcısını iflasa sürükleyecek denli başarısızlığa uğradığını görüyoruz.

İşte Orson Welles’in “Citizen Kane”i...

“Yurttaş Kane” sinema tarihinin miladıdır. Kendinden önce gelen arkaik dili aşmış ilk filmdir. Belki yeni bir buluşu yoktur, kullandığı anlatım ögelerinin büyük çoğunluğu kendinden önce kullanılmıştır, ama onları yeni bir sentezle birleştirmiş ve yeni bir sinema dili oluşturmayı başarmıştır.

Kane sonrası sinema Kane diliyle konuşur.

Yapılmasından bugüne 63 yıl geçmiş olmasına karşın televizyon kanallarında, film festivallerinde, özel gösterimlerde hâlâ gösterilmektedir, izleyicisi hep olmuştur.

1941 yılında yapıldı ve tanıtımı o yıllara göre çok başarılıydı. Buna karşın koca bir gişe başarısızlığı ile karşı karşıya kaldı, sinema dahisi yönetmenin yıllarca yeni film çekebilmek için oyunculuk yapmak zorunda kalmasına, şansını Avrupa’da denemesine yol açtı.

Chaplin filmleri de ilginçtir. 1910’lardan 1940’daki “The Great Dictator/Büyük Diktatör” filmine değin büyük bir başarıyla izlenmektedir. Ama gişe başarısı için yapıldığı anlaşılan “Monsieur Verdoux (1947)”, “Limelight/Sahne Işıkları(1952)”, “King in New York/New York’da bir Kral(1957)” ve “A Countess from Hong Kong/Hong Kong’lu Kontes(1967)” aynı kalıcılığı yakalayamadı.

Sinema tarihinde hem belli oranda gişe başarısı, hem de kalıcılığı yakalayabilen filmler olmuştur. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası, gerçeküstücü sinemanın ustası Luis Bunuel’in kimi filmleri böyledir.

Ancak bu filmler, tecimselliği öne önde tutan bir yapıda değildir. Yaşanmakta olan kültür, kendiliğinden sinemayla sokaktaki insanın aynı noktada çakışmasını doğurmuştur. Sinema, yaşanmakta olan kültüre yönelmiştir.

Amerikan Sineması (Hollywood), Walt Disney’le başlayan tecimsel film üretme çabasını, gelişen “Halkla İlişkiler” bilim(!)iyle iç içe yeni alanlara yöneltmiş, sermaye politikalarına koşut, kendi izleyicisini kendi denetimi altında yetiştirmiştir. Bu tutum, “boş-kafa” tüketici oluşturmaya yaradığı için, büyük sermayenin de katkısı, desteği, dahası isteği üzerine oluşmuştur. ABD devlet yönetimi ile Hollywood’a verilen destek sonucunda sokaktaki insanın konu edilmesi engellenmiş, sinema, bir yandan kendi yetiştirdiği “boş-kafa” izleyiciye yönelik filmleri yapmak üzere örgütlenirken öte yandan bu izleyiciyi sermayeye en uygun gelecek biçimde “tüketici” olarak yetiştirmiştir.

Hollywood, bugünkü tutumuyla, canlı, kalıcı sinema yapıtları değil, bilim-kurgu çağına(!) uygun, yapay, sinema benzeri, yetkin ama cansız androidler üretmektedir.

Gerçek sinemanın savaşımı, bütün sanatlarda olduğu gibi, kâr ölçütünün artık olmayacağı gelecek kuşaklara canlı, sağlıklı sinema sanatını aktarma çabasıdır.

Her sinema yapıtının kendi başına bağımsız bir kişiliği vardır. Bu kişilik, yönetmenin canlılığını taşır, yaşantılarını aktarır. Üretim teknolojileriyle, birbirinin aynı çözümlerle üretilir, dizgeye gelir bir şey değildir. Her gerçek sinema yapıtı, bütünüyle kendine özgü sorunlardan oluşur, bunların tek tek büyük bir sabırla çözülmesi gerekir. Bu çok öznel sorunlar, standartlaşmış çözümleri üretmekte olan bir dizge tarafından değil, anlatma isteğine uygun olarak, yalnızca yaratıcının kendisi tarafından çözülebilir.

Belki bir sanayi dalının üretimleri gibi hatasız, eksiksiz olmaz ama sinema “yapıt”ını oluşturan bunlardır. Geleceğe taşınabilecek ürünler de ancak böyle bir ortamda doğar.

Hollywood’dan dünyaya yayılan sinema sanayii(!), yeni Hitchcock’lar yaratmaya izin vermez; Hitchcock’ların özgür anlatım olanağı bulmasını istemez.

Bu yüzden de artık Hollywood tarzı filmlerin yönetmenlerinin adını bilmemize gerek kalmamıştır. Bizimle paylaşacakları bir şey yoktur, yalnızca bize anlatacakları ve karşılığında geçimlerini sağlayacakları “şey”ler oluştururlar.

Anlattıklarının tümü sahtedir. Tek vuruş için planlanır, vurur, anlatacağını anlatır, kâr eder, tükenir. “İnsan”a ulaşma”, “insanla paylaşma”, “kalıcılık” gibi bir amaçları yoktur. Bu arada kültür tarihindeki nice Homeros’lar bu vuruşlar için manca (köpek maması) edilir, edilmiştir.

Bugün Hollywood’un üretimi, hızla tüketilip yenilerine gerekseme duyuracak ve gelir akışını sürekli kılacak “meta” üretimidir.

İşte bu nedenle “Troy” filminde Homeros’un İlyada’sı da, tarihsel gerçekler de saptırılmıştır. 3200 yıl önceki olaylar bugünkü toplumsal değerlerle ölçülmeye, bugünkü değerlerle anlaşılmaya çalışılmaktadır. Akhalar, bugünün Yunanlıları gibi gösterilmeye çalışılmakta ve savaş, yurt sevgisi(!) ile, “bir başka ülkede” yurtları için savaşan kahramanlar izlenimi oluşturmak üzere anlatılmakta, “yurt sevgisi” ve “Yunan ulusu” sözleri, bastıra bastıra vurgulanmakta, yinelenmektedir.

Günümüzde dünya kültürü, ulusların yok olma sürecini yaşamaktadır. Oysa “Troy” filminin sürükleyiciliği altına saklanan, bu dünyada binlerce yıldır ulusların var olduğu, insanların vatan sevgisi ve vatana hizmet isteğiyle yaşadığı duygusudur. Daha önemlisi, başka ulusların topraklarında da kendi ulusunun çıkarlarını arayanların “yurtseverler olduğu(!)” duygusunun yaratılmasıdır.

Dikkat edilirse bu filmle de sermaye sineması, ABD aracılığıyla uygulamakta olduğu politikaları desteklemek için “halkla ilişkiler”(!)ini uygulamaktadır. Bunun ayırdına varmak o denli zor değildir, yeter ki Hollywood sinema sanayiinin oluşturmaya çalıştığı illüzyondan kurtulalım.

Troya savaşının olduğu varsayılan M.Ö. 1250 yıllarına dikkatlice bakarsak, Hellenistan’da ve Anadolu’da tek tek kent devletleri görürüz. Hellen kentlerinde yaşayanlar “ulus” değildir; hele filmde gösterildiği gibi birleşmiş “Yunan ulusu” hiç değildir. Kültürleri birbirinden farklı olan Akhalar’dır. Her birinin birbirinden ayrı ve akraba bile olsalar zaman zaman birbirleriyle savaşmakta olan kralları vardır. Yönetilenler ise ya krala akraba, kral yakını, yani aristokrat, ya da köledir.

Dünya kültürüne ulus bilinci, “ulus” kavramıyla birlikte yaklaşık 3000 yıl sonra girecektir. Troya savaşının olduğu dönemde savaşlar tutsak edinmek ve zenginlikleri ulus adına değil, kral adına ele geçirmek için yapılır. Savaşanlar kralların kullarıdır. Kral da tanrı adına insanları kolayca ölüme sürme yetkisine ve hakkına sahiptir.

Yani Troya savaşı, Anadolu’yu ele geçirmek ve zenginliklerini sömürmek için birleşmiş Akha krallarının çıkar saldırısı, karşılık olarak da Anadolu’nun köle olmamak için kendini savunmasıdır.

Homeros’un İlyada’sında bunu açıkça görebiliriz. Troya savunmasında filmde görüldüğü gibi yalnız Troyalılar değil, bütün Anadolu’lular, Amazonlardan Likyalılara, Frigyalılardan Trakyalılara görev almıştır.

İlyada’ya aykırı pek çok şey var filmde. Oysa İlyada’dan alıntılandığı savı çok belirgin. Yani sevgili Alin Taşçıyan’ın söylediği gibi kolayca “esinlenme” diyemeyeceğimiz denli belirgin.

Önce, tanrılar neden devre dışı kalmış anlaşılamıyor. Böylece pek çok olay havada kalıyor: Savaş becerisi hiç olmayan Paris’in, Akhilleus’u, hem de tam topuğundan vurması yalnızca bir rastlantı mıdır?

Akhilleus’un İlyada’ya göre çok daha önce, surlar üzerinden Paris’in attığı okla ölmesi gerekmiyor mu? Neden tahta atla kente girenlerin arasında? Ve neden daha sonra, Troya yakılıp yıkıldığında, tam kazanmışken ölüyor?

Filmde görünen tek tanrı Akhilleus’un anası Tanrıça Thetis’tir. Onun da bir tanrıça olduğu anlaşılmaz. Bu durumda Thetis, yalnızca herhangi bir ana olarak kalır. Oysa İlyada’da oğlu ile arasında gerçekten tanrıçalara yakışacak ana-oğul ilişkileri vardır.

Dostunu öldürmesi ve savaş elbiselerini almasıyla Akhilleus’un Hektor’a karşı gazabı, onun kişiliğinde altı çizilen zorbalığın göstergesidir. Anası Thetis’ten yardım istemesi, el sanatlarının büyük ustası demirci tanrı Hephaistos’un yaptığı o inanılmaz canlı kalkan, neredeyse kopartılmış, atılmıştır.

Akhilleus’un zorbalığı, Briseis ile olan aşk ilişkisiyle örtülmüş, Hollywood tarzı bir aşka dönüştürülmeye çalışılmıştır. Duygusallığın gücünü artırmak için olmalı, güzel cariye, Troya kral soylu olarak sunulmuştur.

Ancak yalnızca bu değil, İlyada’yı İlyada yapan bütün insanca ilişkiler tırpanlanmış, yok edilmiştir. Ne Priamos’la karısı Hekabe’nin oğulları ile arasındaki ilişki, ne de Hektor’la karısı Andromakhe arasındaki sevgi, Homeros’a yakışacak sıcaklıkta ortaya çıkarılmıştır.
“Troy” filminin izleyiciden esirgediği ve İlyada’nın dünyanın ilk aşk şiiri sayılan bu ünlü bölümünü buraya almak iyi olacak.

Hektor, öleceği kavgayı vermek üzere Akhilleus’un karşısına çıkmaya gitmektedir. Andromakhe, kocasına, bu durumdaki bir kadın bugün nasıl seslenirse, tam 3250 yıl önce, öyle sesleniyor:

Ah kocacığım, bu hırs yiyecek seni,
yavruna, talihsiz karına hiç acıman yok,
dul kalmama biliyorsun az gün var,
Akha’lar üstüne saldırıp öldürecekler seni.
Sensiz kalmaktansa toprak yutsun beni.
Benim senden başka dayanağım yok Hektor,
alıp götürdüğü zaman ölüm seni
yalnız acılar kalacak bana.
Ne babam var benim ne ulu anam…
Sen bana bir babasın Hektor,
ulu anamsın benim kardeşimsin,
arkadaşısın sıcak döşeğimin.
Burada, kalede kal acı bana,
yetim koma yavrumuzu, karını dul koma.
(Çeviri : Azra Erhat, A. Kadir)

Homeros’un, yerli yerinde ve uygun bir duyarlıkla Priamos’un Akhilleus’tan oğlunun cenazesini isteme konuşması salya sümük yalvarmaya dönüştürülmüştür. Üstelik Akha ordularının içinden nasıl geçip geldiğini yalnızca oraları çok iyi bilmesiyle açıklayarak!...

Efsaneye göre, Troya’nın yıkılmasında bütün erkeklerin ölmüş olması gerekir. Yalnızca bazı kadınlar kalır, onlar da savaş tutsağı, yani köle ve cariye olacaklardır. Ama Hollywood’un “happy-end” kaygısı burada da görülmekte, kimilerinin efsanede hiç olmayan gizli bir tünelle kaçmaları sağlanmaktadır. Paris neden o ana değin hiç ortalarda olmayan Aineias’a, Troya’nın krallık kılıcını vermektedir? Üstelik öyküde böyle yapay bir kılıç da yoktur. Öyküyü bütünleyebilmek için ortadan kaldırılan tanrıların yerine bu kılıcın konmuş olduğu anlaşılıyor.

Özgün öyküye göre Aineias’ın babası, Troya kral soyundandır. Anası, sevişme tanrıçası Aphrodite’dir ve Aineias, tanrılar tarafından Troya Kral soyunu sürdürmekle görevlendirilmiştir. Virgilius’un Aineias destanına göre Troya’nın yıkılmasından sonra gidip Roma’yı kuracaktır.

Öykü, insanın derinliklerine dalan Homeros destanı olmaktan çıkarılmış, yüzeysel bir aksiyon filmine dönüştürülmüştür.

Bu, İlyada’nın başına ilk kez gelmiyor. Daha önce de Anadolu’yu gereğinden fazla savunduğundan olmalı zorba Hellenlerce bozulduğu söylenir.

Zorbalar dünyamızın her döneminde “yaşayan kültür”den korkuyorlar anlaşılan!..





Ömer TUNCER