Türk Sineması 89 Yaşında

Bu yıl 89’uncu yaşını kutlayacak olan sinemamızın, tartışmasız duayenlerinden Lütfü Akad ustanın, 1968’de bir söyleşide dile getirdiği; “Bugüne kadar yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiğinin göstergesidir.” Ölçüsü, ne yazık ki büyük ölçüde aynen geçerli. Tabiî bu doğru sözü yanlış anlayıp, dünyanın en eski sinemalarından biri olan Türk sinemasının tecrübelerini yok sayarak, “Amerika’nın keşfi”ne çıkan bazı genç sinemacıların durumunu takdirlere bırakalım…

Her insanın sinemayla tanışmasının bir hikâyesi vardır. Benim tanışmam, İstanbul’da Fatih İlkokuluna Cumartesi günleri öğleden sonra gelen efe filmleriyle oldu diyebilirim. “Bir Millet Uyanıyor”u ilk seyredişimi asla unutamam.1962-1963 ders yılı olmalı! Okul dışında ilk olarak Çemberlitaş’ta izlediğim Yavru-Kâtip filmini hatırlıyorum. Ardından 1966-67’lerde Düzce’de; Renk ve Bayram sinemalarında her hafta sonu kaçırmadan izlediğimiz yabancı filmleri.. İstanbul İmam Hatip’e dönüşten sonraki yatılıdan gece kaçışlar ve Şehzadebaşı sinemalarına abone oluşlar. Bayram Ali Şenkal hocanın sıkı takibinden kurtularak hem de. Sonra MTTB Sinema Kulübünde Mesut Uçakan, Salih Diriklik’li çalışmalardan haberdâr oluş... Gazetecilik ve bugün!

Her insanın sinemayla tanışmasının bir hikâyesi olduğu gibi ülkelerin ve hatta dünyanın da sinemayla tanışmasının bir hikâyesi var elbette.

Fransız Lumiere kardeşler tarafından icad edilen sinema, hiç şüphe yok ki 20’inci yüzyıla bütünüyle damgasını vurmuş bir sanat dalı… Öyle ki; kimilerine göre “atom bombası”ndan da büyük bir tehlike olan sinema vasıtasıyla ülkeleri esir almak, hafızalarını silmek mümkün. (İtirazı olan yok, değil mi?) Bu büyük ve önemli gücün farkına çok erken varan ülkeler, hâlen sinema alanındaki hakimiyetlerini sürdürebilmek için bütün güçlerini kullanma yarışındalar. Amerika şu anda bu yarışın günümüzdeki rakipsizi konumunda neredeyse… Fransa, Japonya, vb. birkaç ülkeyle, ortak oluşum Euirimages gibi kurumlaşmalarla ve İslâm dünyasından İran’ın başarılı çıkışlarını unutmadan elbette!

Fransız Lumiere kardeşlerin, 28 Aralık 1895 tarihinde, Paris’te Grand Cafe’de gerçekleştirdikleri ilk gösteri, dünyada sinemanın başlangıcı olarak kabul edilmekte.

Önce, “sinema”nın ne olduğuna , tarihî seyrine bir bakalım. Nijat Özön, “100 Soruda Sinema Sanatı” isimli eserinde, “sinema sözcüğünün anlamı”nı şöyle açıklıyor: “‘Sinema’, sözcüğü ‘sinematografi’ sözcüğünden kısaltılmıştır. Lumiere kardeşler kendi buluşları olan aygıta ‘sinematograf’ adını vermişlerdi. Yunanca (kinema—atos—devinim) ile (graphein-yazmak) sözcüklerinden türetilen sinematograf, (devinimi yazan, saptayan) anlamına, sinematografi de (devinimi yazma, saptama) anlamına geliyordu. Yalnız Lumiere Kardeşler değil, sinemanın buluşlar çağında çeşitli alıcılar yapanlar da bunlara hep (devinim), (canlılık), yaşam) kavramlarıyla ilgili adlar vermişlerdi. Çünkü yeni buluşun en belirgin özelliği, devinimi, yaşamı olduğu gibi yansıtabilmesiydi. Nitekim günümüzde çok yaygın olan, hemen her ülkede kullanılan sinema sözcüğünün yanı sıra Birleşik Amerika’da çok kullanılan (motion picture, moving picture/ve bunun kısaltması ‘movie’/ -devinimli resim) de yine aynı tutumu yansıtmaktadır. Sinema sözcüğü zamanla filmlerin gösterildiği yapı, yer; sinema çalışmalarının tümü; sinema işleyimi (endüstrisi) kavramlarını kapsayacak biçimde anlam genişlemelerine uğramışsa da, bizi burada ilgilendiren ilk ve temel kavram (devinimi yazma, saptama)dır. Bu anlamda sinema, herhangi bir devinimi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini saptamayı, sonra gösterici yardımıyla bu resimleri karanlık bir salonda görüntülük üzerine yansıtarak devinimi yeniden oluşturmayı anlatır.”

Henüz sessiz çekilmekte olan filmlerde belgesellerin ve komedi filmlerinin rağbet gördüğü o dönemlerde Fransa karşısında İngiltere’nin varlığından söz edilirdi. Birinci Dünya Savaşı; bir çok meselede olduğu gibi sinema alanında da dengelerin değişmesine yol açtı. Başta Fransız sineması olmak üzere; Avrupa sineması karşısında geride kalmak istemeyen Amerikan sinemasının, savaş esnasında, filmlerini Avrupa sinemalarına yetiştirebilmek için askerî jetlerini kullanmasının semeresini bugün ziyadesiyle gördüğünü söylemek gerek.

Savaştan büyük zarar gören Avrupa ülkelerinin, bir yandan savaşın yaralarını sararken bir yandan da sanat alanındaki sıkıntıları aşmaya çalıştıkları o dönemde yapmak zorunda kaldıkları bir tercih; Amerikan filmlerini ithal etmek... O günlerde kendilerini böyle bir ithale mecbur hissedenlerin, günümüzde çeşitli dayanışmalarla ülke sinemalarını kurtarmaya, ayakta tutmaya çalışmalarına bakarak da sinemanın gücünü anlamak mümkün… Geç kalınmış olsa da!

Birinci Dünya Savaşının sonrasında savaştan etkilenen sinemanın, bugünkü anlamda doğuşunu 1919-1924 arasına sıkıştırmak mümkün… Sesli sinemanın 1935- 1940 arasındaki hamlesinin hemen her ülkede büyük ilgi gördüğünü söylemek de…

Bugün benliğini/ kültürünü yitirmek istemeyen her ülke Amerikan sineması karşısında ne yapacağını konuşmakta, tek başına ve ortaklaşa çareler aramakta iken... Türkiye’nin sinema salonlarının neredeyse tamamen ABD filmleri istilasına resmen açıldığı bir ortamda; kutlamaya hazırlanılan 89’uncu yılda bile yasal düzenlemelerden mahrum bulunuşunun ayıbı yaşanıyor!

Bu gün bütün dünyada bir Amerikan sineması... Bir de ayakta durmaya çalışan o ülkenin sineması var.. Her alanda olduğu gibi bu alanda da ayakta durabilmenin yolu; kendi tarihini, dilini ve kültürünü bilebilmekten geçiyor. O halde... Biraz da Türk Sinemasının tarihine kısaca bakmaya sıra geldi sanırım.

Ülkemiz insanının sinemayla tanışma seyrine bakmaya başlayınca, kişi olarak Fuat Uzkınay’ı, kurum olarak da Ordu Sinema Dairesini görüyoruz. Fuat Uzkınay adıyla beraber, onu himayesine alan ve “sinemacılığın” inceliklerini öğreten Sigmund Weinberg’i de birlikte anmak gerek.

Romen uyruklu bir Leh Yahudi'si olan Weinberg, 1896’da İstanbul’a geliyor ve Yüksek Kaldırım’a yerleşiyor. Türkiye’ye gramofonu getiren kişi olarak da bilinen Weinberg, kimi kaynaklara göre; 12 Aralık 1896’da, merhum Mustafa Gökmen ağabeyimin tespitlerine göre de 17 Ocak 1897’de Galatasaray’da halka açık ilk film gösterisini gerçekleştiriyor. Aynı Weinberg daha sonra kiraladığı Şehzadebaşı Direklerarasındaki Feyziye Kıraathanesi’nde film gösterilerini sürdürüyor.

Bu arada Sultan Abdülhamit de “sinema” ile tanışmış, sarayda kurdurduğu perdeden; ilk çalışmaları izlemiş… Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında, o dönemde sarayda yapılan gösteriler hakkında detaylı bilgiler bulunuyor. Bu anılara göre saraya sinemayı getirenin de Bertrand isimli bir Fransız olduğunu görüyoruz.

Sinema gibi bir yeniliğin ilk olarak saraya girmesi, sarayda padişah ve maiyetince izlenmesi ve bu izlenmenin Sultan Abdülhamit eliyle olması da ayrıca dikkate değer herhalde.

Bu arada aynı dönemlerde; Lumiere kardeşlerin bütün dünyaya olduğu gibi ülkemize de yolladığı temsilcileri bir taraftan belgeseller çekmekte diğer taraftan da hem ülkemizde, hem de başka memleketlerde çekilen filmleri göstermekteydiler.

Sinema tarihçimiz Nijat Özön, sinemanın ülkemize yapım olarak oldukça geç girdiğini söylemesine rağmen; “Yerli Film Yapanlar Cemiyeti’nin yayınladığı “Filmlerimiz” isimli dergide yer alan bir çalışmasında Rakım Çalapala; “Şaşmayınız! Yeni zamanların bir çok icatları memleketimize bulunuşlarından pek çok sonra gelebildiği halde, sinema, çabucak sınırlarımızdan içeri girivermiştir. Düşünün, matbaacılık bize Avrupa’dan 286 yıl sonra gelmişti. Halbuki sinema, icadının hemen ikinci yılında İstanbul’a gelmişti” diyerek, sinemanın ülkemizdeki seyrini özetliyordu.

Gerek Galatasaray’da, gerekse Feyziye Kıraathanesindeki gösterilerde, “sinema” denilen olayla karşılaşan insanların yaşadıkları hâlâ “fıkra” gibi anlatılır durur. Perdeden gelmekte olan trenin altında kalmamak(!) için dışarı kaçışanlar... Perdeden ateş edildiğinde vurulmamak için yere yatanlar gibi.

Kaynaklardan öğreniyoruz ki; daimî bir sinema salonu olarak yerleşik mânâda ilk sinema salonu da Sigmund Weinberg tarafından 1908 yılında Tepebaşı’nda açılıyor. Sinema ülkemizde böylesine kısa bir sürede yayılma ve gelişme gösterirken gözden kaçırılmaması gereken nokta, sinemanın henüz bütün ülkeye değil sadece Beyoğlu’na girmiş olduğuydu şüphesiz!

Sevgili ağabeyim Giovanni Scognamillo’ya göre seyircilerin çoğunluğu da ya Levantenlerdir ya da Pera’nın yabancı uyrukluları. Bu yüzden de gösterilere ait el ilânları, afişler Türkçe’den başka her dilde bastırılmaktadır. Fransızca, Rumca, Ermenice, Almanca, vb.

Bu yıl 89’uncu yılını kutlayacak olan Türk Sinemasının, 89 yıl öncesindeki “başlangıç” sayılan olayını özetleyelim sözün burasında… Ruslar tarafından Yeşilköy’de (eski Ayastefanos, Ermiş Stefanos) 1876-1877 savaşının sonunda bir zafer anıtı olarak inşa ettirdikleri yapının yıkılması kararlaştırıldığında olayın filme çekilmesi görevi bir Avusturya-Macaristan şirketi olan Sacha Mester Film Gesellschaft’a verilmişti. Fakat, son anda, bunun bir Türk tarafından çekilmesi istenilince tek uzman kişi sayılan Fuat Uzkınay buna uygun görüldü. İlkin Sacha’nın operatörleri buna karşı geldiler, “Filme çekme, film göstermeye benzemez” gerekçesiyle. Uzkınay kısa bir deney filmi çekip onları ikna edince, aygıtı ona teslim ettiler ve böylece Türk sinemasının ilk sinemacısı ilk filmini çekmiş oldu. Tarihler 14 Kasım 1914’ü gösteriyordu.

Türk Sinemasının tarihinden bahsederken, elbette; Harp içinde Almanya’ya giden Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın yurda dönüşünde, Türk ordusunda bir film merkezi kurulmasını emredişini de unutmamak gerek.

“Merkez Ordu Sinema Dairesi” adını taşıyan bu müessese 1917’de kurulmuştu ve başlangıçta bu teşkîlatı da Weinberg kurmuştu. Fakat Weinberg o sırada harp halinde bulunduğumuz Romanya tabiiyetinde olduğundan, bir zaman sonra buradan uzaklaştırılarak teşkîlatın başına Fuat Uzkınay getirildi…

Yavaş yavaş İstanbul’un farklı semtlerinde de sinema salonları açıldığı Türk Sinemasının o başlangıç günlerine, -genelde- “sistemsiz sinema çalışmaları” adı verilir. İşte o dönemde, Fuat Uzkınay’ın dışında Ahmet Fehim ve Sedat Simavi’nin isimleri de çıkar karşımıza.

Mehmet Rauf’un aynı adlı romanından bizzat kendisinin senaryolaştırdığı “Pençe”yi çeken Sedat Simavi, böylelikle “konulu ilk Türk filmini çeken” kişi olmuş, sinema tarihimizde bir “ilk”e de böylelikle imza atmıştır.


Fuat Uzkınay ve Sedat Simavi’yle birlikte adını andığımız Ahmet Fehim aynı zamanda iyi bir tiyatrocuydu. Türk sinema tarihine yıllarca tek başına damgasını vuran bir başka tiyatro adamı da Muhsin Ertuğrul’du.

Türk Sinemasına 1923 yılından 1939 yılına kadar tek başına damgasını vuran, bununla da kalmayıp kendisinden sonraki bir çok sinemacıyı da tesiri altına alan Muhsin Ertuğrul, hiç şüphe yok ki tiyatrodaki ününü ve otoritesini perdeye aktarıyordu. O sezon sahneledikleri oyunu hemen hemen aynı ekiple sinemaya aktarması sonucu hem perdede “teatral sinema anlayışı” yerleşiyordu, hem de aslında bir kolaycılık gelenek haline geliyordu!

“İstanbul Sokaklarında” filmiyle 1931’de sesli sinema dönemini açan Muhsin Ertuğrul, “Halıcı Kız” filmini de çekerek bir başka “ilk”e daha imza atıyordu. Muhsin Ertuğrul’un zaman zaman Mümtaz Osman takma adıyla sinemada görülen Nazım Hikmet ve Vala Nurettin gibi yol göstericileri de vardır. Almanya ve Rusya’da bulunan Muhsin Ertuğrul’un buralarda ciddî bir eğitim görmekten çok, gözleme dayalı bazı usuller öğrenerek ülkemizde de uygulamaya çalıştığı görülür.

Muhsin Ertuğrul’un hâkimiyetiyle geçen 17 yıllık döneme, Türk Sinema Tarihi üzerinde araştırma ve değerlendirmelerde bulunanlar ittifakla, “Tiyatrocular dönemi” der. “Tiyatrocular Dönemi”nin sona erdiği kabul edilen 1939’dan, Sinemacılar Dönemi’nin başlangıcı olan 1952’ye kadarki dönem de “geçiş dönemi” olarak adlandırılır.

Bu dönem İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlar ve ülkemizde de Avrupa-Amerika filmleri kadar Mısır filmlerinin de ağırlığını hissettirdiği dönem olarak hatırlanır bu gün. O günlerde Amerikan filmlerinin ülkemize Mısır üzerinden gelebildiğini, Mısır filmlerinin ise bir yerde “aracı” olduğunu da dikkatlerinize sunalım.

Tiyatrocular sinemasının tesirlerini bütünüyle taşıyan Türk sineması; ayrıca Mısır filmlerinin ağır melodram yapısıyla da karşılaşınca, “Sinema budur” gibi yanlış misaller edinmiş oldu.

Faruk Kenç’in ilk filmini çektiği 1939’la, Lütfü Akad’ın yönetmenliğe başladığı 1949 arasında son derece önemli bir “tarih” daha vardır: Devletin sinemanın önemini keşfetmesi!

Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname ilk olarak 19 Temmuz 1940 tarihinde uygulanmaya başladı... Yani henüz ayakları üzerinde durmayı öğrenme gayretindeki Türk Sinemasının artık “sansür”ü de vardı! Söz konusu “sansür”ün, kılık, biçim, isim değiştirse de batıdan son yıllarda gelen “özgürlük” dayatmalarıyla “var, ama uygulanamayan” bir yasa olarak varlığını sürdürüyor oluşunu da dikkatlerinize sunalım. Uzun yıllar, devletin sinemayla ilgisinin sansürü uygulamaktan ibaret olması da üzerinde yeteri kadar durulmayan bir konu olarak başlı başına dikkate değer.

İstanbul’da 1916 yılında doğmuş olan Ömer Lütfü Akad, sadece Sinemacılar Döneminin başlatıcısı değil, aynı zamanda, Türk sinemasının “dili”nin de kurucusu kabul edilir. Şüphesiz ki Akad’ın sinemamızdaki önemi bunlarla da sınırlı değil. Devlet baskısı, ekonomik sıkıntılar, yanlış yapılanmalar gibi bir çok zorluk içinde; düzgün, özgün ve sade bir sinema diliyle de Türk sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olma hakkını lâyıkıyla almıştır.

İlk sinemacılar döneminin 10 yıl kadar süren hakimiyetinin, 27 Mayıs ihtilâlinin geliştiği ve gerçekleştiği günlerdeki arayışlarla, siyasî çağrışımlı “isimler” almaya başladığına şahit oluyoruz. “Toplumsal Gerçekçi Sinema” hareketinin, bir süre sonra “Ulusal Sinema” olarak daha yerlileşmeye başladığını söylemek mümkün. Tabiî, dönemin siyasî yapısı gereği (!), “Ulusal” karşısına hemen “Milli Sinema”nın çıkması da gecikmez! Daha doğru bir söyleyişle, dönemin siyasî ortamı gereği “ulusal-millî” oluşumlar aynı anda ortaya çıkar. Birlikte düzenlenen panellerle “ortak” yönler dikkate alınmaya çalışılırsa da sonuç alınamaz. O arada ülkenin siyasî yapısı giderek keskinleşmekte, siyasallaşma daha bir ağırlık kazanmaktadır ve sonuçları sinemaya yansımakta gecikmez.

“İslâmcı - İslâmî Sinema”, “Devrimci Sinema” birbirini takip eder. Doğal (!) olarak böylesine keskin siyasallaşma arasında kalmak isteyenler de vardır. Bunlardan bir bölümü sinemadan elini ayağını seyircisiyle beraber çeker.

Bu dönemi takip eden günlerde televizyonla da tanışan seyirci giderek evinden çıkmamayı tercih eder hâle gelir. Sinema her geçen gün seyircisiz kalmaktadır ve tam anlamıyla kan kaybeder, salonlarını yitirir…

12 Eylül’ü takip eden günlerdeki Atıf Yılmaz- Müjde Ar ikilisinin “kadın filmleri” de sinema seyircisini değil sadece bekâr ve genç bir erkek kitlesini çeker elde kalan salonlara… Salonu her geçen gün azalan, seyircisi yitmiş, yasası bile bulunmayan sinemaya esaslı bir darbe de ABD filmlerine tanınan imtiyazlarla vurulur. Bu arada televizyonlar da renklenmiş, cazibesi daha da artmıştır.

Arada bazı yönetmenlerin uluslararası kimi ilişkilerle alabildiği yurt dışı ödüller, genç sinemacılara yeni açılımlar sağlar. Bu olumlu açılım, “sinema tarihi”ne olan ilgisizlik yüzünden beklenen hızı ve bereketi sağlamaz.

Beyoğlu Belediyesi tarafından ilk olarak 1996’da sinemanın kuruluş yıldönümün kutlanmaya başlaması da dahil devletin sinemaya ilgisinin kontrolü elinde tutma isteğinden ileri gidemeyişi 2003’ü bitirirken çok mânidardır. Neyse ki, sinemasının başlangıç tarihine bile siyasî yaklaşımlarla bakan sinemacı dostlar da dahil ilgili kurumlar bu yıl kolları sıvadılar ve sinemanın başlangıç tarihinde simgesel ittifak sağlayıp, bu kutlamayı “bayram” gibi kutlamaya hazırlandılar nihayet.

Yarın Galatasaray Meydanından Taksim’e kadar işte bu bayram kutlanacak… Beyoğlu Belediyesi ve Sinema Platformuna Kültür ve Turizm Bakanlığı katkısıyla! 89’uncu yılda.


Türk Sinemasının giderek artan sayıda ürün vermeye başladığı günlerde, yabancı filmlerin etkisinde olması gerekenden fazla kaldığı gerçeği de ne yazık ki 89 yaşına giren sinemamızın gerçeklerinden…

Çeşitli zamanlarda görüştüğümüz, konuştuğumuz kimi sinemacı büyüklerimiz; “Biz yıllarca Amerikan sinemasının takipçisi olduk. Yabancı filmlerin aynını kopya ederek bize uygulamaya kalktık. Ekipler halinde Avrupa’ya gidip, bir filmi iki-üç defa izleyip sahne sahne not tutup, gelip aynını çekmeyi marifet sandık. Ama bu gün görüyoruz ki kötü birer kopyacı olup çıkmışız” gibi itiraflarda bulunuyorlar…

Bu itiraf bile bir dürüstlüğün işareti, ama günümüzdeki sıkıntıların çözümünde anlaşabilmek için yeterli değil elbette.

Taklitlerle büyüyen sinema izleyicilerinin, günün birinde çok rahatlıkla asıllarını izleme fırsatını elde ettiklerinde; kopya yerine asılları tercih etmesi gibi bir realite, Türk sinemasının günümüzde de cevap arayan asıl sıkıntısıdır.

Sinemanın, kuruluşunu kutladığı bu günde can sıkıcı tekrarlar yapmak değil, niyetim ama… Bir gerçeği de görmemiz gerek. Dünyanın bir çok ülkesinde—ABD dahil—sinema devlet desteğinde gelişme gösteriyor. Sinemanın, sektör olarak güçlenmesine rağmen devletin her türlü desteği de sürüyor..

Ülkemizde ise devletin sinemayla olan ilişkisi sansür, yasaklama ve alınacak vergiyle sınırlı kalmış. Hâlen doğru dürüst bir sinema kanununun bile olmadığı… Sosyal güvenceden mahrum bir ortamda bir çok kaliteli ürün verebilen Türk Sinemasının bulunduğu noktayı “başarı” saymak bile mümkündür.

Bu başarı elbette; gönülden bağlandığı sanatı, sinemayı, her şeyden önde tutup, yılmadan, korkmadan film üretiminde görev alan sinema ustalarının, emekçilerinin, üreticilerinindir. Ne mutlu onlara.

Ne mutlu onlara ki; 89’uncu yaşını kutlayan sinemanın bir ferdi onlar.
Evet… Türk Sineması bugün 89’uncu yaşını kutluyor.
Bir anlamda bugün; “14 Kasım Sinema Bayramı”

Bu bayramın lâyık olduğu biçimde kutlanması her sinemacının en büyük hayali elbette. Ama kendisi kenarda kaldığı sürece bu arzulanan coşkunun sağlanmasının imkânsızlığı da ortada…

Beyoğlu Belediyesi tarafından “ilk resmî kutlama” sıfatıyla 82’inci yılında kutlanmaya başlanan ve 1996’dan beri sürdürülen kutlamaların nihayet 89’uncu yılında Sinema Platformunun sahiplenmesiyle arzulanan seviyeye gelmesi elbette her sinemaseverin ortak arzusu aynı zamanda.

Türk Sineması coşkulu bir kutlama programıyla, çeşitli mekânlardaki çeşitli etkinliklerle yaşayacak bayramını bu gün. Bu gün ilk olarak; 10.30’da Beyoğlu Belediyesinin tasarımı olan “Yeşilçam Meydanı” yazılı 100 cm. çapındaki pirinç bir levha, Gazeteci Erol Dernek Sokak ile Ayhan Işık Sokağı’nın köşesindeki yerini alacak.

Saat 11.00’de aynı mahalde bulunan ve İstanbul Belediyesi tarafından Türk Sinemasına hediye edilen TÜRSAV Sinema Evi, Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna, Beyoğlu Belediye Başkanı Dr. Mimar Kadir Topbaş ve sinema sanatçısı Selda Alkor tarafından hizmete açılacak.

Saat 11.30’da sinema sanatçıları, sinema emekçileri; Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna, Beyoğlu Belediye Başkanı Dr. Mimar Kadir Topbaş, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Bekir Kumbul, Antalya Kültür Ve Sanat Vakfı Genel Müdürü Giray Ercenk ve Antalya Kültür Sanat Vakfı Genel Müdür Yardımcısı Göksel Kumsal ile birlikte sinemaseverler, Galatasaray’dan Taksim Meydanına yürüyüşe geçecek.

Saat 12.00’de taksim Meydanında Atatürk Anıtına çelenk bırakılmasından sonra Vedat Türkali, yazmış olduğu “sinemamızın 89’uncu yılı bildirisi”ni okuyacak. Galatasaray’daki Yapı Kredi Bankası binası, Galatasaray Postanesi, SESAM Binası, Vakko binası, Aksanat Merkezi, Beyoğlu Garanti Bankası binası, TÜRSAV Sinema evi gibi bazı binalar, boydan boya çiçekler ve film şeritleriyle süslenecek.

The Marmara Oteli’nin 33 metrelik alın kısmına “Türk Sineması 89 Yaşında” pankartı asılacak. Beyoğlu Vakko Mağazası vitrini de TÜRVAK Sinema Müzesi tarafından, Türk sinemasını konu alacak şekilde süslenecek. Beyoğlu’ndaki 8 sinemanın 12.00 seanslarında, Mimar Sinan Üniversitesi Film Enstitüsü film arşivinden seçilen, Türk Sinema tarihinin 8 filmi halka ücretsiz olarak gösterilecek.

Türk Sineması’nın 89’uncu yılı dolayısıyla, Burçak Evren tarafından hazırlanan ve 10 bin adet basılan kitap, yürüyüş sırasında halka dağıtılacak. Bu yıl Antalya’da gerçekleşen 4. Sinema Kurultayı’nın kitabı da bu gün ilgililere dağıtılacak.

14 Kasım Sinema Bayramı için hazırlanan broşür ve film davetiyeleri, Türkiye’deki tüm sinemalara dağıtılacak ve bayramın yurt çapında kutlanması sağlanacak. 14 Kasım Sinema Bayramı kutlamaları finali, Kültür Ve turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun ev sahipliğinde The Marmara’da yapılacak kokteyl ile son bulacak.

Hem de; seneye, 90’ıncı yılına yasayla girebilmek hayaliyle!