Herhalde aksiyon filmleri Amerikalılar tarafından yapıldığında kerhen kabul
edilebilir ama yerli sinemacılar böyle tür/janr filmlerine bir daha kesinlikle
bulaşmamalılar diye düşünülüyor olsa gerek.
Batı sinemasındaki türlerin tıpatıp benzerlerini Yeşilçam sinemasında da bulmak,
ayırt etmek, belli türler söz konusu olduğunda biraz güçtür. Özellikle söz
konusu olan "aksiyon" gibi başlı başına bir tür mü, yoksa değişik türler içinde
var olan bir tarz mı olduğu zaten tartışmalı bir alan ise durum daha da
güçleşir. Örneğin Yeşilçam'da kuşkusuz "polisiye" olarak adlandırılan bir tür
vardır ama bu polisiye filmler her zaman silahlı çatışma, kavga-dövüş gibi
aksiyon sahneleri pek içermeyebilirler ya da bambaşka filmler böylesi sahneleri
bolca içerebilirler. Yine de halk arasında "vurdulu kırdılı filmler" olarak
nitelenen filmlerin haritasını kabaca çıkarmak mümkün.
Türk sinemasının ilk polisiye filmini, tiyatro dışından gelen ilk "sinemacı
yönetmen" olarak kabul edilen Faruk Kenç, 1940 yılında çeker.
"Yılmaz Ali" adlı bu filmde bir kaçakçı şebekesinin peşine düşen bir polis
hafiyesiyle gazeteci bir kızın öyküsünün anlatıldığı kaydediliyor. Tiyatro
kökenli olmayan yönetmenlerin 1940'lı yıllarda sinemaya ağırlıklarını koymaları
ve 1950'li yılların başlarından itibaren hareketli kameraların kullanılmaya
başlaması aksiyon sinemasının önündeki engelleri ortadan kaldıran gelişmelerdir.
Lütfi Akad'ın 1952'de çektiği "Kanun Namına" pek çok açıdan dönüm noktasıdır
Türk sinemasının. Kuşkusuz "Kanun Namına" esas olarak bir dram filmidir ancak
Batı'daki aksiyon filmlerinden aşina olduğumuz silahlı çatışma, kavga, takip
sahneleri bu filmde bolca kullanılır. Film, bir silahlı çatışma sahnesiyle
açılır. Polis, yaralı durumdaki bir adamı (Ayhan Işık) bir tamirci atölyesinde
kıstırmıştır. Karşılıklı olarak ateş açılmaktadır.
Derken polis, "kanun namına" teslim olması çağrısını yapar başkahramana ve
filmin finaline kadar sürecek flashback başlar. Filmin sonuna doğru uzunca bir
kovalamaca sahnesi gerçekleşir, polis Ayhan Işık'ı kovalar, ta ki atölyede
kıstırılıncaya kadar. Hareketli kamera sayesinde, hareketli sahnelerin önemli
yer tuttuğu filmler birbirini izler.
Giovanni Scognamillo, 2. Dünya Savaşı yıllarında geçen casusluk filmi "Ankara
Ekspresi" (Aydın Arakon, 1952), Cingöz Recai adlı kahramanın bir uyuşturucu
çetesiyle mücadelesini konu alan "Beyaz Cehennem" (Metin Erksan, 1952) ve katil
olup bir çiftliğe sığınan bir gencin öyküsünün anlatıldığı "Kaçak" (Şadan Kamil,
1954) filmlerinde hareketin "konudan, olay zincirlemesinden" gelmediğini,
hareketin "salt hareket olarak" var olduğunu kaydediyor.
ÇİRKİN KRAL
1960'lı yıllarda artık Yeşilçam vardır. Yeşilçam bol miktarda "vurdulu kırdılı
filmler" üretmeye başlar. Vurdulu kırdılı filmlerin ilk büyük yıldızı "Çirkin
Kral" Yılmaz Güney'dir.
Yılmaz Güney, sinemaya Atıf Yılmaz'ın yanında "iyi filmlerle" başlamıştır.
1961'de eski bir öyküsünde komünizm propagandası yapmaktan 1.5 yıl hapis ve 6 ay
sürgün cezasına çarptırılır. Hapis ve sürgün yıllarında "kanundışı" insanlarla
içli dışlı olur, onların dünyasını içeriden tanıma olanağına kavuşur, hatta
onların yaşam tarzının alışkanlıkları ona da nüfuz eder. İşte Yılmaz Güney,
cezasını tamamlayıp sinemaya döndükten sonra o dünyayı yansıtmaya, o insanları
canlandırmaya başlar.
Yılmaz Güney'in filmlerine İstanbul sinemaları (ve eleştirmenleri) rağbet
göstermezler ama bu filmler "taşrada" yeri yerinden oynatır. Savaş Arslan'ın
ifadesiyle "Ayhan Işık kentsoylu kralı oynadı çokluk. Oysa Güney'in krallığı
başkaydı. O merkezin değil çevrenin kralı olmuştu."
Çirkin Kral filmlerinde özellikle bol miktarda kavga dövüş yer alır. Yılmaz
Güney, sonraki dönemin Cüneyt Arkın'ı gibi karate özentisi tarzda kavga etmez,
yumruk yumruğa, boğaz boğaza, tekme tokat dövüşür. Ama Çirkin Kral filmlerinde
yalnızca yumruklar konuşmaz, silahlar da konuşur.
Örneğin bir firarinin intikam öyküsünün anlatıldığı "Kan Su Gibi Akacak"ın
(Mehmet Aslan, 1969) finalinde bir kumsalda devrilmiş ve kurumuş ağaç kütükleri
siper alınarak yabancı aksiyon filmlerini aratmayacak bir silahlı çatışma
yaşanır. Yılmaz Güney, 1970'li yılların başından itibaren "ciddi" filmlere
yönelir, halkına şimdiye kadar yeterince iyi filmler sunamadığı için özeleştiri
yapar. Güney, Çirkin Kral tarzını sinemada bırakır ama gerçek yaşamı filmlerini
aratmaz, cinayetler, hapisler, firarlar beyazperdede değil gerçek yaşamında
sürer.
1972'de Melih Gülgen'in yönettiği ve başrolde sinemaya figüran olarak başlamış
dökümcü ustası Behçet Nacar'ın oynadığı "Parçala Behçet" yeni bir furya
başlatır. Gerçi Yılmaz Güney'in Hülya Koçyiğit'le seviştiği "Yiğit Yaralı Olur"
(Ertem Göreç, 1966) gibi bazı Yılmaz Güney filmlerinde de erotizm vardır ama
Behçet filmleri "açık saçık" filmlerdir farklı olarak. Behçet filmlerinin bir
diğer farkı da şiddet düzeyinin yüksek olmasıdır.
Çirkin Kral filmlerinde alttan alta hissedilen içtenlik, insancıllık,
sıcaklıktan da eser yoktur bu filmlerde. Cihangir Gaffari ve Yılmaz Köksal
dönemin diğer vurdulu kırdılı film çeviren yıldızlarıdır.
CÜNEYT ARKIN FİLMLERİ
Ama eğer Türkiye'de aksiyon filmlerinden söz edilecekse ilk akla gelen isim
kuşkusuz Cüneyt Arkın'dır.
Çirkin Kral filmleri "eski" filmlerdir, yerli film gösterme konusunda
birbirleriyle yarışan özel televizyon kanallarında pek boy göstermezler, göze
hoş gözüken eski illüstrasyonların kapakta kullanıldığı ama son derece kötü
kayıt kalitesindeki kopyaları, meraklıları için video raflarında bulunabilir
yalnızca. Ne yazık ki Behçet filmleri için bu bile söz konusu değildir. Her
hafta, bazen hergün birkaç tane filminin gündüz saatlerinde küçük beyaz ekrandan
evlerimize girdiği Cüneyt Arkın ise tam bir kült oyuncu olmuştur.
Sinemaya jön olarak başlayan Cüneyt Arkın, 1960'lı yılların ikinci yarısında
Malkoçoğlu, 1970'li yılların ilk yarısında Kara Murat olarak ata biner, kılıç
kuşanır. 1970'li yılların ortalarından itibaren ise attan iner ama eşeğe de
binmez. 1975'te Melih Gülgen'in yönettiği ve Cüneyt Arkın'ın, filme adını veren
polis kahramanını oynadığı Cemil oldukça yankı yapar.
Cemil, Clint Eastwood'un canlandırdığı Dirty Harry tiplemesine benzer şekilde,
amirleriyle arası iyi olmayan, görevini kendi koyduğu kurallara göre yapan bir
polistir. Yargısız infaz yapmaktan çekinmez, filmin sonlarına doğru kıstırdığı
kötü adamı, üzerine vinçle ağır kasalar indirip ezer. Ama o aslında basit bir
maşadır ve finalde asıl büyük patron, Cemil'i, oğluna Doğan Avcıoğlu'nun Milli
Mücadele Tarihi kitabını verirken kurşunlatır.
Cemil'in kendine özgü bir siyasi kimliği vardır. Amerikan karşıtıdır, bunu da
Amerikan sigarası ikram edildiğinde "pöh" diye reddedip cebinden yerli sigara
çıkararak belli eder. Arkadaşlarına sürekli Kurtuluş Savaşı'ndan kahramanlık
öyküleri anlatmak ister, oğluna bugünkü pek çok ülkenin "eskiden nasıl bizim
basit birer ilimiz" olduğunu anlatır.
Hemen ertesi yıl çekilen "Cemil Dönüyor"da ise ülkeyi Amerikalılara satan patron
ve politikacılara karşı devrimci gençlerle gerilimli bir işbirliği içinde bulur
kendini; gençlere tahriklere kapılmamalarını, yanlış yoldan dönmelerini vaaz
eder, gençler de ona karşı önyargılı olmama noktasına gelirler. Bu filmin müziği
Cahit Berkay'a aittir ve jenerikte "Ceee-mil, Cee-mil/O, senin bildiğin
erkeklerden değil" sözlerinin yer aldığı bir şarkı çalınır.
Cüneyt Arkın, Cemil filmlerinden sonra bazen polis, bazen kiralık katil de olsa
sürekli sonunda iyiler için kendini feda eden kahramanları canlandırdı. Örneğin
"Satılmış Adam"da (Remzi Jöntürk, 1977) ailelerine karşı gelip birlikte olan
genç bir çifti yakalayıp teslim edecekken Perihan Savaş'ın "Sen satılmış bir
adamsın... Satılmış adam! Satılmış adam!" sözlerine dayanamayarak son anda
vicdanının sesine kulak verip taraf değiştirdi. Kumsalda yaşanan ve Batı'daki
değme aksiyon filmlerini aratmayan bir silahlı çatışmanın ardından tekneyle
denize açılıp kurtulan gençleri deniz kıyısında makineli tüfeğini havaya
kaldırarak selamladı (gerçekten de son derece stilize bir görüntü) ve aldığı
ölümcül yaralar nedeniyle oracıkta kaya gibi devrildi.
"İnsanları Seveceksin"de (Melih Gülgen, 1978) ise aslında öz kardeşi olan ama
bunu bilmeyen bir savcıyı öldürmekle görevlendirilince mafyaya karşı tek başına
savaş açtı. Filmin finalinde, bir mafya elemanı ani bir hareketle bir polis
memurunun elindeki makinalı tüfeği kapıp savcıya ateş açınca Cüneyt Arkın
kendini kurşunların önüne atıp gövdesini savcı kardeşine siper etti. Savcı,
Cüneyt Arkın kollarında son nefesini verirken onun aslında öz kardeşi olduğunu
fark etti.
ORTAK YAPIM AKSİYONLAR
Yeşilçam bahsini kapatıp günümüz Türkiye sinemasına gelmeden önce Türkiye'de
çekilen çok sayıda ortak yapım aksiyon filminden söz etmek gerekiyor.
1972 tarihli (ve her nedense Agah Özgüç'ün Türk Filmleri Sözlüğü'ne
kaydedilmeyen) "Babanın Arkadaşları"nda Ayhan Işık başrolü genellikle İtalyan
filmlerinde oynayan Amerikalı bir aktör olan Richard Harrison'la paylaşıyordu.
Frank Agrama'nın yönettiği film, "L'Amico del Padrino" (Babanın Arkadaşları)
adıyla İtalya'da gösterime girdi, yıllar sonra ABD'de "Revenge Of The Godfather"
(Babanın İntikamı) adıyla video piyasasına da sürülecekti.
"Revenge Of The Godfather"ın jeneriğinde "Ian Flynn" ismi Ayhan Işık'ın takma
adı olarak kullanılıyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: Mafya adına çalışan bir katil olan Richard,
Türkiye'de eski bir arkadaşı (Ayhan Işık) ile rastlaşır. Aslında o da mafya
adına çalışmaktadır ama iki eski arkadaşın patronları, rakip mafya babalarıdır.
Filmin Türkçe ve İngilizce versiyonlarının kurgusu oldukça farklı. Öncelikle "Revenge
Of The Godfather"daki "softcore" seks sahneleri Türkçe versiyonunda yok. Hatta "Revenge
Of The Godfather"da Ayhan Işık'ın da yer aldığı bir sevişme sahnesi var. Ancak 2
dakikadan biraz daha uzun süren bu sahnenin tam boy çıplaklık içeren bazı
karelerinde Ayhan Işık'ın mı oynadığını yoksa dublör mü kullanıldığını anlamak
zor. Seks sahnelerinin Türkçe versiyonda yer almamasının haklı ya da haksız
gerekçesini anlamak olanaklı ama her nedense filme heyecan katan bazı aksiyon
sahneleri de "Babanın Arkadaşları"ndan çıkartılmış.
Filmin sonlarına doğru kumsaldaki bir silahlı çatışmadan sonra Richard ve
sevgilisi (Erica Blanck) bir tekneye binip kaçıyorlar. Türk kızı Leyla'nın (Krista
Nell) da kahramanlarımızın teknesine gizlenmiş olduğunu görüyoruz. Arkalarından
da makinalı tüfekli adamların yer aldığı ikinci bir tekne geliyor. Ancak Türkçe
versiyonda sahne burada kesiliyor. "Revenge Of The Godfather"da diğer tekneden
ateş açılıyor. Leyla vurulyor ve sonra ölüyor. "Babanın Arkadaşları"nda ise en
son teknede gizlenmiş olarak gördüğümüz Leyla'yı bir daha ne görüyoruz ne de
ondan söz ediliyor. Belki de Türk yapımcılar bir Türk kızının ölmesini içlerine
sindirememişlerdir, kim bilir...
"Revenge Of The Godfather"ın başlarında Ayhan Işık'ın su kayağı yapan bir adamı
vurarak öldürdüğü sahne de Türkçe versiyonda neredeyse yok. Bu sahne "Babanın
Arkadaşları"nın ortalarında kısmen yer alıyor, denizde bir adam su kayağı
yaparken Ayhan Işık'ın elinde tüfekle kayalıklarda dolaştığını görüyoruz o
kadar. Türk yapımcılar bu kez de Yeşilçam'ın Kralı Ayhan Işık'ın canlandırdığı
karakterin soğukkanlılıkla cinayet işlemesini içlerine sindirememiş olabilirler.
Harrison, Türkiye'ye yeniden, üstelik iki kez daha gelecekti. 1974'te
Yeşilçam'ın düşük bütçeli sinemacılarından İrfan Atasoy'la birlikte
gerçekleştireceği bir dizi ortak yapım için beraberinde yine çok-uluslu bir ekip
getirdi. Ancak bu ortak-yapımların bazılarını Yılmaz Atadeniz gibi Yeşilçam
yönetmenleri çektiler. Bu filmler, (tabii ki Türklerin adları jeneriklerde yer
almadan!) İtalya'da gösterime girdi, hatta belki ABD'ye bile ithal edildiler
çünkü en azından bir tanesinin İngilizce dublajlı bir videosu bulunuyor, üstelik
Venezuella'da İspanyolca altyazılı olarak piyasaya sürülmüş bir videosu!..
Atadeniz'in yönettiği "Dört Hergele"nin bu videosunda yönetmen olarak "Jerry
Mason" adı geçiyor. İşin daha da inanılmaz boyutu bu İngilizce dublajlı film,
ayrıca gerisin geriye Türkçe'ye dublajlanarak Avrupa'daki Türk işçiler için "Can
Arkadaşlar" adıyla piyasaya sürülmüş, üstelik jenerikte yönetmen olarak "Jerry
Mason" adı muhafaza edilmiş...
Filmin en ilginç sahnesinde kötü adamlar İrfan Atasoy'u dövdükten sonra
ellerinden ve ayaklarından tavana asıyorlar ve Atasoy tepede suratından,
ellerinden kan damlar halde aşağıda olanları izlemek zorunda kalırken oğlunu
döve döve öldürüyor ve sevgilisinin ırzına geçiyorlar.
Türkiye'de bir zamanlar video piyasasına "Para Avcıları" adıyla sürülen film de
aslında İtalyan oyuncularla Türkiye'de çekilen, Turgut Demirağ yapımı
"Domatesler, Silahlar"ın (1975) İngilizce versiyonun Türkçe dublajlı hali!.. Bu
film, bir aksiyon-komedisi niteliğinde.
Guido Zurli'nin yönettiği ve Kadir İnanır'ın başrolde olduğu "Hedef" (1978)
oldukça eli yüzü düzgün bir aksiyon.
Richard Harrison'un başrolü Müjde Ar'la birlikte paylaştığı "Şahit" (Vural Pakel,
1978) ise vasat bile sayılamayacak bir aksiyon filmi. İtalyan istismar
sinemacısı Sergio Bergonzelli bu filme seks sahneleri içeren "parçalar"
ekleyerek İtalya'da "La Mondana Nuda/Çıplak " adıyla ve yönetmen olarak kendi
imzasıyla gösterime sokacaktı.
Öte yandan Bergonzelli'nin Türkiye'de çekilen "Beklenmeyen Randevu" (1984) adlı
filminin ise Kunt Tulgar imzalı ve "Belalı Elmaslar" adında video kopyaları
bulunuyor.
1980'lerin ortalarından itibaren eski Yeşilçam'ın iyice tarihe karışmasıyla
birlikte Türkiye'de aksiyon filmleri çevrilmez oldu. "Eşkıya"nın finalinde
esaslı aksiyon sahneleri yer almasına (ve gösterime girdiği İngiltere'de "Turkish
action movie" olarak takdim edilmesine) karşın bu film esas itibariyle bir
aksiyon filmi değil.
Yeni kuşak sinemacılardan yalnızca Umur Turagay, "Karışık Pizza" ile aksiyon
filmi sayılabilecek bir filme imza attı. Üç aşağı beş yukarı aynı düzeydeki
Amerikan filmlerinde en azından "boş ama hoş film", "önemsiz ama vakit geçirten
bir film" vb. diyebilenler ise bu filme en ufak bir hoşgörü kırıntısı
göstermediler. Herhalde aksiyon filmleri Amerikalılar tarafından yapıldığında
kerhen kabul edilebilir ama yerli sinemacılar böyle tür/janr filmlerine bir daha
kesinlikle bulaşmamalılar diye düşünülüyor olsa gerek.