belgesel, stk, sendika, basın bildirisi ya da sosyal reklam üretimi ya da başka
bir şey; toplumu ilgilendiren bir sorun ile ilgili akılcı bir faaliyeti sivil
toplum kuruluşlarının ve (üniversitelerin) özgür bilimin merkez olduğu bir
yapıda çözmek gerekmektedir.kaçınılmaz olan budur; bu faaliyeti şirketler,
piyasa, devlet destekleyebilir, düzeltebilir, yönlendirebilir, eleştirebilir.
ancak "kar"ın kutsal olduğu bir ortamda stk ve özgür bilimi merkez almak
kaçınılmaz .
toplumu ciddi olarak ilgilendiren bir sorunun çözümü reklamcıların bugün yaptığı
şekilde gerçekleşen bir üretimde aranırsa gelecekte herkesin ihtiyaç duyacağı
(ortak) kamuya ait bir değeri (alanı, kaynağı) yok etmiş oluruz ve bunun ikamesi
de çok zor olur. bahsettiğim durum ahlaki bir değerlendirmeden çok içme suyu
kaynaklarının kirlenmesinin önlenmesi gibi "teknik" ve çok da tercih hakkı
bırakmayan bir konudur. Sorunları teknik ortaya koyduğum gibi, çözümü de teknik
terimlerle ifade etmeye çalışıyorum. ilk iki yazımın yanlış ve duygusal
anlaşıldığını düşündüğüm için bunu söylüyorum.
aslına bakarsanız asıl söylemek istediklerimi bu yazıda söyleyebileceğim (sıkıcı
olacak ama) reklamların ve reklamcıların etikten önemli sorunlarla boğuştuğunu
herkes biliyor...
benim önerdiğim bilimi ve stk'ları merkez kabul eden bir araştırma ve üretim
seçeneği sorunların çözümü değil aslında çok ciddi başka sorunların başlangıcı
noktasıdır. ancak başka da bir başlangıç noktası yoktur.
türkiye'de üniversitelerin bilimle ve özgürlükle ne kadar ilişkili olduğu,
stk'ların ve bütün bilimle ilgili kurumların ne kadar bağımsız ya da özerk
olduğu herkesin malumudur. kaldı ki sürekli kirli olduklarından bahsettiğimiz
medya, hukuk, reklam, sağlık sistemleri, sektörleri ve meclisi oluşturanlar
üniversite ve stk'ları oluşturuyor. stkları japon, macar ya da nijeryalılar
kurmuyor, biz kuruyoruz; bu coğrafyanın insanları. bu nedenle bilim ve stk
merkezli dediğimiz zaman "vaat edilmiş ülkeye" gelmiş olmuyoruz.
gerçekten de bugün sendikalara, kadın hareketine, sokakta yaşayan çocuklara,
kendini alternatif kabul eden radyo istasyonlarına, kendini radikal farz eden
bazı yayınlara, bir çok üniversiteye derinlemesine bir bakışta umutsuzluğu
arttıran bir çok şey görülebilir. tekrar alanımıza, bu tartışmanın başlangıcı
kabul ettiğim "propaganda filmlerinin biçim değiştirme süreci'ne" döner ve bu
noktada somut bazı açılımlar yapmaya çalışırsak şuradan başlanabilir:
bu dönüşümde çok önemli kabul ettiğim formatlardan biri olan sosyal reklam, ya
da sosyal film alanında önemli bir sorunu başka disiplinlerde çalışan bilim
insanları doğuruyor. başka disiplinlerde çalışan bilim insanlarının bu yanılgısı
"film işinin" hele hele belgesel ya da sosyal film yapımının çok kolay olduğunun
düşünülmesiyle başlıyor. ki bu yanılgıya düşmek için bilim insanı olmak da
gerekmiyor. kim düşünmez ki elinde olanak olsa iyi bir film yapmasın;
düşünürseniz film yönetme hayali olmayan çok az tanıdığınız olduğunu
göreceksiniz....
doğaldır ki film yapmak, özellikle iyi film yapmak kaçınılmaz bir şekilde
uzmanlık gerektirir. dünyada hiç bir şey yoktur ki uzmanlaşmadan iyi
yapılabilsin; ekmek pişirmek, yüzmek, fıkra anlatmak ve dinlenmek de dahil...bu
yanılgı çok önemli kaynak, vakit ve motivasyon kaybına neden oluyor. yeterli
birikimi olmayan ve yeteneksiz insanlar tarafından üretilen filmlerin yarattığı
bir diğer önemli sakınca da bu üretimlerin bir şeyin yerini (hasbel kader)
tutması, bir şeyin yerine geçmesi; örneğin sigara bağımlığıyla ilgili yapılmış;
tarifi olanaksız bir estetik zavallılıkta, uzun, sıkıcı ve içmeyeni bile
sigaraya başlatacak kadar iç karartıcı bir yapım daha iyi örneklerin
yapılmamasına da neden olabilir diye düşünüyorum.
özellikle sosyal filmlerde iletişim disiplininin dışında kalan disiplinlerden
insanların (fırsat bulurlarsa, onlara bu imkan tanınırsa) çok sevdikleri
şeylerden biri de olabildiğince çok ve uzun görüntüde olmak, ekranda ve perdede
kalmak... eğer sosyal filmleri (sigaraya karşı, lösemi ile ilgili, sokakta
yaşayan çocuklarla ilgili, orman veya erozyonla ilgili) bir reklam; malı ya da
hizmeti öne çıkaran, duyuran bir reklam kabul edersek; o zaman bu sürekli
görünme isteğinin her zaman da çok akıllıca ve faydalı bir şey olmadığını da
akıl etmemiz gerekir. eğer reklamı yapılan ya da duyurulmaya çalışılan şey
kendimiz değilsek eğer...
malı en iyi satan şeyin kendimizi göstermek olduğu anlayışını bill gates, rahmi
koç, cem boyner çürütmektedirler. bu kişilerin medyada mallarını kendilerinin
neden pazarlamadığını veya sabahtan akşama kadar neden ekrana çıkmadığını
anlamak tüm sorunu anlamak demektir.
hiç kimse bu insanların ekrana çıkamadığını düşünmeyecektir sanırım...
akut'un çok önemli elemanlarından bir tıp doktoru kendisiyle yaptığım bir
söyleşide kurtarma faaliyetinin ne kadar ince uzmanlık gerektiren bir alan
olduğunu; olağanüstü anlaşılabilir bir şekilde ve çok güzel örnekler vererek
anlatmış ve alanın uzmanı olmayanların deprem ya da kazalarda yaptıkları
kurtarma çabasının ne kadar tehlikeli olabileceğini; kurtarmak yerine öldürücü
sonuçlara varabileceğini anlatmıştı. mesleki bilgisine ve kültürüne hayranlık
duyduğum bu kişiyi uykum kaçan bir gecede atv televizyonunda (çok kötü) bir
belgeselin yapımcı ve oyuncusu (!) olarak görünce ciddi bir hayal kırıklığına
uğramıştım. sonuçta bilinçsiz/kötü bir kurtarma faaliyeti bir kişiyi öldürür,
bilinçsiz/kötü bir belgesel de örneğin savaş çıkmasına yol açar ve yüz binlerce
kişiyi öldürür.
bu kişisel sorun bazen önemli bir alanı tahrip edebiliyor.
ancak daha önemli olan sorun genel anlamda "başkası adına, başkası için,
başkasının yerine" yola çıkan herkesin önüne çıkan sorunlar;
stk'ların bir çoğunun motivasyonunu "fonların" oluşturuyor olması da son derece
önemli hasara neden oluyor. bunu bir film ya da filmlerin üretimi veya bir
kültürel faaliyet olarak alabilirsiniz. bundan bir kaç yıl önce aniden insanlar
mardin'e gidip gelmeye başladılar ve sonra bu trafik aynı hızla kesildi. bu
başlangıcın ve bitişin sebebinin unesco'nun mardin'i dünya kenti ilan edip
milyon dolarla ifade edilen bir parayı sanat ve kültürle uğraşan stk ve
sanatçılara vermesi olduğunu anladık daha sonra. o yıl çekilen filmlerin bir
çoğu yok ortada, aslında ben hiç birini görmedim, görenler vardır herhalde.
bugün çok benzeri bir akımı diyarbakır'la yaşıyoruz ve berlin, istanbul,
diyarbakır ya da paris, istanbul, diyarbakır gibi bir hat üzerinden
açıklanabilecek bu trafikte henüz bu ülkede örneğin polatlı ya da afyon'u
görmemiş bir sürü türk stk ve sanatçının durup dururken, aniden bu diyarbakır
aşkının da "fon" dışında bir değişkenle izah etmek olanaksızdır. bitmedi...
bütün bunların ötesinde ciddi sorunlar var ; birilerinin yerine, birilerinin
adına, birileri için anlamlı bir şeyler söylemeye niyet edilince bu birilerini
ya da kişiyi daima iki ana gruptan birine dahil etme eğilimi oluşuyor. ; iktidar
ya da muhalefet, merkez ya da periferi, ben ya da öteki, ezen ya da ezilen,
çoğunluk ya da azınlık gibi.
aslında bu yaklaşım hem doğru hem de yanlış, dolayısıyla da tehlike barındırıyor
ve bu tehlike kaçınılmaz galiba. muhalefet ya da periferi denince akla gelen
örnekler, yani öteki, ezilen, azınlık... Yani homoseksüel, lezbiyen, zenci, kürt...
ancak belgesellerde veya araştırmalarda genellikle bir kaç önemli unsur dikkate
alınmıyor. belki de bireyin aynı anda ezen ve ezilen olabileceği ve bu çok
katmanlı yapıya girmekten korkmak için yeterli sebep olması konuyu tek boyutlu
ele alma zorunluluğunu yaratıyor. bu nedenle önemli datalar yazıların,
araştırmaların dışında kalıyor.
doğaldır ki öteki olarak ele alınan örneğin zenci ve lezbiyen kavramlarının
yapısı ve içeriği göründüğünden çok daha karmaşık. ancak bu karmaşa genelde göz
önünde bulundurulmuyor, ya da gözden kaçıyor. buradan bu yanlış veya kolaycı
noktadan yola çıkarak kurulan formüllerin bir haylisi de çözüm üretmiyor. en
azından üzerine konuşulan ve özneymiş gibi gösterilerek tamamen nesne
muamelesine tabi tutulan ötekine hiç bir çözüm üretmiyor.
her zenci zenci midir acaba. ya da günümüzde renk zenciliği ne kadar belirler.
michael Jordan ne kadar zencidir. ve ortalama bir rus veya letonya'lı dünyada ne
kadar beyaz...
tek tek ele alındığı zaman "ben ve öteki" bağlamındaki "öteki" ya da "outsider"
ya da "marjinal" ya da "azınlık" olarak durumunu ve konumunu değiştirmek
amacıyla sürekli bir mücadele halinde olandır. bunu kimse tartışmıyor; çünkü o
ezilmektedir, baskı altındadır, kendini gerçekleştirememektedir... onu
tanımlayan kelimelerin kendisine bakıldığında bile görülebilir bu durum.
ancak ötekini benden ayırmak olağanüstü zordur. bu zorluk nedeniyle bazıları
sürekli olarak ötekinin yerini alarak ötekinin temsilciliğini yapacak ve bunu
yaparken de yalnızca ve yalnızca kendini gerçekleştirecektir..
bkz:
televizyonlarda sürekli gördüğümüz ve araba alarmları gibi herhangi bir darbeyle
otomatik olarak ses çıkarmaya - aynı zavallı anlamsız ve gittikçe daha az
dikkate alınan o meşum ses- başlayan, o hep aynı olan o yedi kişi; o badmington
sporunu da mavi yengeç yemeyi de bilen, güzellik jürilerinden, basket potlarına,
potalardan siyanürlü altın madenlerinin memlekete ne kadar faydalı olduğuna,
tekstil kotalarına, hububat fiyatlarından yerin yedi kat altına ve gökyüzüne
uzanan alanda her şey ile ilgili konuşabilen ve konuşabilen ve konuşabilen o
yedi kişi...
hem de ben olarak öteki değil . işte bu paradoks bu trajikomik durum
belgeselciyi, yazarı, hocayı ve insanı çok yakından ilgilendirmesi gereken bir
durumdur. birileri sürekli öteki olmaya talip ya da (bu talep aleni bir faşist
olma arzusuna göre daha insani olduğu için daha gizli ve belki de daha
tehlikeli) ötekini temsil etmeye...
birileri sözüm ona ötekine dair şeyleri bilimsel olarak saptıyor ve öteki adına
iyileri kötüleri belirliyor. ancak gerçek öteki panellere, televizyon ya da
radyo programlarına, kitaplara giremiyor. (bir sayı, bir istatistik değer,
söyledikleri gerektiği şekilde "uygunlaştırılmış-kesilmiş-kurgulanmış" olarak ve
bir nesne, bir nevi garnitür olarak giriyor da...)
öteki ama gerçek öteki birey olarak göz önüne ancak olağanüstü veya olağandışı
bir durumun tam ortasındayken; perişan, darmadağın, irrasyonel belki de "asla
tercüme edilemeyecek davranış ve sözlerle" o anki durumuyla, onun gerçekliğine
dair hiç bir saptama yapılamayacak bir anda ya da anlarda çıkıyor. Kosova ya da
ruanda da ölürken, öldürülürken, taksimde bir travesti ya da kayıp annesi olarak
polisten kaçarken filan... İşte yalnızca ona müsaade ediyorlar... özne gibi
gösterilip nesne olarak bir görünüyor bir kayboluyor...ölürken bir şeyler
söyleyebildi bir zenci, ölürken ne derse insan, polisin saçına yapıştığı
travesti bir şeyler haykırıyordu mikrofona anlaşılmadı bile.
ancak "sisi" gibi "öteki"nin temsilciliğine soyunan ve görünüşte öteki olan ve
gerçek ötekiliğinde sıyrıldıkça ötekinin temsilcisi olarak daha güçlü bir kabul
gören, kabul gördükçe ötekilikten sıyrılan, sıyrıldıkça kabul gören, kabul
gördükçe uygunlaşan, uygunlaştıkça gerçekten uzaklaşan...
bu cümle her hangi bir şekilde bitirilemiyor ve kuyruğuna ulaşıp tam bir daire
oluyor. sorun , "sisi" örneğinin genel yapıda çok yaygın olarak aynen
görülmesinde. ötekinin temsilcilerinin önemli bir kısmı aslında öteki olmaktan
uzaklaşıyor ve yalnızca düşünsel ve davranışsal olarak değil yeni yaşamın
kurgulanmasında ve örgütlenmesinde, gündelik hayatın tekrar eden yapısında da
"öteki"likten sıyrılıp gidiyor. bu temsili gerçekleştirenlerin ötekinden artık
haberleri bile yok ve o zaman artık bir de bakıyorlar ki ötekine dair laf
edebilecekleri yerler ve ortamlar alabildiğine çoğalıyor; paneller onların,
televizyon programları da öyle; patlamış mısır taneleri gibi savruluyor,
doluyor, köpürüyor, çoğalıyor ortamlar. ve bu "öteki" martavalıyla hayatlarını
kazanmaya başlıyorlar. "öteki" ekmek oluyor ve ötekini yiyorlar, ötekiyle
besleniyorlar; bu öylesine bir abartılı noktaya ulaşıyor ki tıpkı devlet gibi
statükonun o haliyle muhafazası işlerine gelmeye başlıyor;
bakınız çevrenize her gün şikayet ettikleri halde belgesel derneklerinde,
kültürel vakıflarda, tarihle ilgili kurumlarda bin yıllardır başkanlık
yapanlara, hem şikayet ederler hem de orada varlıklarını sürdürürler.
yaşamın karşısında tüm gerçekliğiyle duran ötekini dinlerken ya da ezileni
dinlerken ya da hakikaten okumamışlığıyla, hakikaten krak kullanışıyla,
hakikaten polis tarafından kırılan koluyla ve bozuk siciliyle zenci olan ten
rengi sarı, beyaz ya da siyah zenciyle karşılaştığınızda gerçekten ötekine dair
bir anlam taşıyan şeyler görüyor, duyuyor ve anlam taşıyan şeylere
dokunuyorsunuz. bu noktada görmezden gelebilir, kullanabilir veya anlama
gayretine girebilirsiniz...
temsilciliğe soyunmuş olma ve kendini de bu temsil ettiği şeyin bir parçası
olduğu yanılsamasına kaptırmak durumu hüzünlü. mecburen, ne olursa olsun bir
şeyler söyleme, bir yerlere varma ve program süresini dikkatli kullanma
zorunluluğundan dolayı "kategorize etmek" "homojenleştirmek" zorunda olduğu
ötekine en büyük kötülüğü böylece yapmak zorunda kalmak ve aslında yolun
başındaki felsefesine tam anlamıyla ihanet etmek. hani farkların anlamı, hani
özgünlük, biriciklik, süre yetmez, süreniz doldu, bir dakika uzatıyorum. koy
"ötekini" çekmeceye. Çiz artık haberin bile olmayan ötekinin resmini ve sanki
zorunlusun ya ötekini "aynılaştırmaya" bu aynılaştırdığın gulyabaniye çözümler
ve reçeteler bulmaya mecbursun ya, mecbursun ötekinin hepsine birden iyi
gelmeye...
bugün bu ülkede filtreler sivil ve özgür bir ses çıkarabileceğin bir noktaya
ulaşmana seni ötekini nesne olarak görmeyi öğrenmeden, periferidekinden
merkezdekine, muhaliften iktidardakine dönüştürmeden müsaade etmiyor.
...ama artık geri dönülmez. yolun başındaki zenciliğinden, homoseksüelliğinden,
solculuğundan tamamen sıyrılmış en belirgin öteki yönünü tamamen törpülemiş,
polis balosunda ve şehit cenazesinde şarkı söyleyen homoseksüel askere alınmamış
popçu misali ama zaman zaman daha elit filan...
bir sosyal film yönetmeni, bir belgeselci ya da medya çalışanı, eğitimcisi ve
insan olarak öteki adına, ötekinin yerine, ötekine ait, öteki için bir şeyler
söylemeye hazırlanırken bu konuları bilmek ve unutmamak önemlidir. bugün ahlaklı
olmak hiç kimsenin tekelinde değildir. İdeolojik olarak tam karşısında durmama
rağmen genel anlamıyla "reklamcıları" alternatif alan diye adlandırabileceğimiz
çevre ve özgürlükle ilgili bir çok kuruluş ve kişiden genel olarak çok daha
ahlaklı ve genel olarak daha yetkin ve dünyayı kavrama açısından doyurucu
bulduğumu itiraf etmek isterim. temel olarak bir reklamcının bir fiyatı vardır;
bunu açıkça söyler ve alır, bunun karşılığında belli kriterlerde (ciddi ve
acımasız) değerlendirilen bir iş yapar ve bunu başarmak zorundadır. sivil alanda
hiç izlenmeyen, bir sürü sahte faturayla doldurulmuş, hiç bir mekanizmanın
kontrol etmediği, fayda analizi hiç bir zaman yapılamış o kadar çok ürün ve
üreten var ki, sivil alanda aynı mafya gibi örgütlenmiş, asla içine
girilemeyecek o kadar çok yapı var ki...
bunlarla ilgili korkmadan konuşmayı bir gelenek haline getirmeden sivil alandaki
iyi örnekleri çoğaltmak olanaksızdır. ülkemizde büyük özverilerle yaşatılmaya
çalışılan bu olumlu stkları çoğaltmadan da çağcıl ya da çağdaş bir ülkenin
çağdaş bireyleri olmak olanaksızdır.
reklamcıların değil, bilim ve özgür stkların merkez olduğu bir yapıda sosyal
film (belgesel ya da insanlığı ilgilendiren çevresel ve kültürel projeler)
üretilmelidir derken kast ettiğim bugün ülkemizde varolan değil özlemini
duyduğum, özlediğim durumdu.
Bugün bu ülkede şu yazdıklarımı ve buna benzer şeyleri hiç bir yerde
yayınlatmama imkan olmadığını görüyorum. Yazılarımı yayınlayacak olsalar bile bu
ortamlardan hiç biri ile tam bir anlaşmam yok. Farklıyız. Buna benzer bir çok
nedenle bu "Alternatif Antidemokratik Kamusal Alanı" (SAAKA) kurduk.
"Virtuel Alterntive Antidemocratic Public Sphere" (VAAPS) Benim gibi kendini hiç
bir yere ait hissetmeyen bir gurup insan burada yazılarını yazacaklar. İlk
başlangıçta yazılarımızı birbirimizle paylaşmak, birbirimize sunmak ve toplu
halde nasıl göründüklerine bakmak istiyoruz. Çünkü bunu biz yapmazsak hiç kimse
yapmıyor. Buna ek olarak bu ortam enerji, kağıt, zaman gibi konularda çok
elverişli ve hızlı. Bir denemekte yarar olduğunu düşündük.