Yesilçam, Kendini Affettirebilecek mi?

Şüphe yok ki; müspet bir karakter olarak beyazperdeye akseden ilk belirgin sima Küçük Aga adlı eserdeki 'İstanbullu Hoca'dır. Tarık Buğra'nın zarif Türkçesiyle resmedilen Hoca, iyi bir medrese eğitimi almış, yani geleneği temsil eden bir kişidir.

Ne var ki Kurtuluş Savaşı'nın baslarında Kuvay-ı Milliye saflarında değil, padişahın yanındadır. Zaman içinde Kuvay-ı Milliyecileri 'vatan haini' görmekten vazgeçer ve kendisi de Milli Mücadele'ye katılır. Pozitif bir imajla anlatılan Hoca tipinin istiklal Harbi çerçevesinde (gelgitler yasamasına rağmen) Cumhuriyet'in kurulusuna katkı sağlaması önemlidir. Zira o güne kadar Milli Mücadele'yi anlatan roman ve filmlerdeki hoca, hacı, dindar karakterleri maalesef olumsuz bir klişe üzerine oturtulmaktadır. Bir klişenin bu kadar vurgulu olması bir tesadüf olamaz. Ateşten Gömlek (1923), Ankara Postası (1928), Bir Millet Uyanıyor (1932) gibi filmler yeni rejimi sağlama almak için insanları padişahçılar-Kuvay-ı Milliyeciler diye ikiye ayırır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kurulusunda Atatürk'ün yanında yer alan din adamları, öyle bir manzara vermese bile, romancılar ve sinemacılara göre dindar insanlar hep saltanatçı ekiptedir ve Kuvay-ı Milliye'ye olumsuz yaklaşmışlardır. Vurun Kahpeye'de sunulan Hacı Fettah tiplemesi, zaman içinde bir girdaba dönüşür ve tarihi gerçekleri bile tahrif eder.

Sinemadaki vatanperver din adamı portreleri

Küçük Ağa'daki belirgin derecede verilen olumlu din adamı portresi Kuvay-ı Milliye'ye verilen destek olmaksızın bu kadar net anlatılabilir miydi? Yazarı Tarık Buğra olunca 'Neden olmasın' deyip önyargısız bir kalemin arkasında durabilir. Ancak 'İstanbullu hocanın Milli Mücadele'ye desteği bu kadar net anlatılmasaydı bazı çevrelerde roman bu kadar ilgi görür müydü?' sorusuna aynı ölçüde evet demek kolay gözükmüyor. Zira Kurtuluş Savaşı'nı anlatan film ve romanlarda din adamlarının Milli Mücadele aleyhtarı olduğu, daha açıkçası düşmanla işbirliği yaptığı tezi ısrarla işlenmiştir. Üstelik bu imaj, tarihî gerçekliğe de aykırıdır...

Yücel Çakmaklı, Küçük Ağa (1983) filmi ile beyazperdeye tasıdıgı vatanperver din adamı portresini Sahibini Arayan Madalya (1989) filmiyle devam ettirdi. Yine Bugra'nın romanından sinemaya uyarlanan filmde olaylar Maras'ta geçer ve Sütçü ımam çıkar karsımıza. Olaylar Milli Mücadele dönemine vurgu yapar. Bugra'nın açtıgı yol, din adamı ve dindar kliselerinde çatlamalara neden olacak kadar güçlüdür ve sinema diline yatkındır. Bu duruma ragmen din konusundaki negatif imaj yapımları uzun zaman devam edecektir; üstelik pek çok türde birden aynı önyargı pekistirilerek sürdürülecektir. ılginçtir; komedi bile ideolojik bir önyargıyla hadiseye yaklasarak aynı karakteri ortaya koyar. Bu tiplemelerde dindarlar hep sahtekâr, menfaatçi, hilebaz, sehvet düskünü vs. olarak resmedilir. 'Hiç mi istisnası yok!' dedirtecek ve insanları isyan ettiren keskin ve önyargılı bir klise tüccarlıgıdır bu.

Tam bu noktada 'Hicivler böyledir, o çerçeveye giren herkes bir miktar taslanır, bu Batı'da da böyledir' denebilir. Belli bir oranda bu itiraza hak vermek gerekebilir. Lakin Batı'da ruhban sınıfından tarih boyunca çok çeken aydın zümresine ragmen dindar ve din adamı konusunda tek tip bir imaja rastlanmamaktadı r. Zaten ayrımcılık (discrimination) hukuken de bir suçtur Batı'da. Lafı uzatmaya gerek yok. ıddiam o ki; Türk sineması seksen küsur senelik tarihinde bir tanecik We Are No Angels'i (Biz Melek Degiliz/1989) andıran bir film çekebilseydi bütün günahlarına kefaret sayılabilecek bir basarıya imza atmıs olurdu. Basrollerini Robert De Niro ve Sean Penn'in paylastıgı film, tehlikeli iki mahkûmun hapishaneden kaçmasını anlatır. Senede bir yapılan ayin için dünyanın dört bir yanından gelmis papazlar, o yılki ayinde dua edecek meslektaslarını beklerken iki mahkûm çıkagelir ve herkes onları beklenen kisiler sanır. Art arda gelisen komik olaylar sırasında iki mahkûm, ıncil'i kesfeder, kiliseyi sever, Tanrı ile barısır. Biri (De Niro) âsık oldugu kadınla yeni bir hayat kurarken digeri kendini tamamen dine adar ve tövbe ederek kiliseye kapanır. Buna benzer bir filmi Türk sineması çekemedi onlarca yıl. Çekemezdi de. Din ile problem yasayan ve dindarı 'iç tehdit' olarak algılayan sistem 'dini sömürmek' gibi her manaya çekilebilen her zaman suiistimal edilebilecek bir laf uydurmustu...

Dine ta bastan sıcak bakılamayınca ne dramların yolu camiye düstü ne komedilerin. Adak'a (1979), Fırat'ın Cinleri'ne (1977), Kara Çarsaflı Gelin'e (1975) vs. bu gözle bir kere daha bakmak lazım. Kemal Sunal ve sener sen gibi mahir oyuncuların rol aldıgı filmlerde neredeyse istisnasız bütün dindar tipleri aynıdır. Bu filmlerde ev sahipleri dindardır ve kiracılarını sömürür, toprak sahipleri zalimdir, muhafazakârdır ve insanların hakkını yer, hukukunu çigner, dindar görünen patronlar isçilerinin alacagı üç kurusa göz dikmistir... Hacı bakkal tiplemeleri de köy imamı klisesi de, muhtar portresi de üç asagı bes yukarı aynıdır. Bütün fitneyi köye salan, kasabaları kasıp kavuran, milletin malında mülkünde, ırzında gözü olan hep 'hacı-hoca' tiplemesidir. Kibar Feyzo'daki (1978) önyargı, Yer Demir Gök Bakır'dakinden (1987) geri degildir. Ya da Zügürt Aga'daki (1985) kliseler Hazal'daki (1987) ezber tiplemelerden makul sayılamaz. Çünkü dini geri kalmıslıgın baslıca nedeni sayan ve pozitivizmi kaba bir yorumla tek kurtarıcı düsünce olarak gören zihniyetin çogulcu ve kalıplar dısında düsünmesi imkânsız.

Son yıllarda çekilen ve filmlerde onlarca yıldır süren 'muhteris din adamı' tiplerinde insani bir yumusama oldugunu söyleyebiliriz. Takva, Bes Vakit, Âdemin Trenleri, The ımam, Dabbe, Semum, Anka Kusu gibi filmlerde dindar tipleri hayatın gerçeklerine daha yakın bir yerde duruyor. Zaten hiç kimse Yesilçam'a 'dinî filmler çekin ve din propagandası yapın' demiyor. Vakıa, o da yapılabilir, onu da kınamamak lazım. Zira dünya sinemasında misyonerlik amacıyla çekilen yüzlerce film var; Musevilik propagandası da yapılıyor, Hıristiyanlık propagandası da. Yesilçam'a yöneltilen elestiri su: Niçin bütün dindarları kötü, acımasız, namus düsmanı, nifak çıkaran, yalancı vs. gibi bir klise içinde veriyorsun?

Son yıllarda karsımıza çıkan klise dısı filmleri önemsemek gerekiyor. Ancak burada da karsımıza baska bir problem çıkıyor. ınsanoglunun nefsiyle giristigi mücadeleye oryantalist bir çerçeveden bakmamak gerekiyor. Sonuçta Katolik yaklasımları çagrıstırır bir perspektif ortaya koyunca 'Bunlar ne tasavvufu anlayabilmis ne de insanın kendi benligiyle yaka paça olmasını' dedirtecek kadar dısarıdan bir anlayısın yol açacagı yanılgıyı da hesaba katmak lazım. Buna bir de Avrupa'dan ödül alma gayretleri eklenince hem insan gerçeginden uzaklasılır hem de bazı süpheler çogalır.

Konumuz çerçevesinde televizyon dizilerindeki gelisimi göz ardı edemeyiz. Ekmek Teknesi'ndeki Nusret Baba, Kurtlar Vadisi'ndeki Ömer Baba, Deli Yürek'teki Kusçu gibi tipler, halkın asina oldugu bilge insanlardı. Özellikle Ömer Baba'nın yer yer Mevlânâ basta olmak üzere mutasavvıflara atıf yaparak kıssaları tahkiye etmesi; yer yer de ney üfleyip ebru yapması, gelenekle modern hayatın barıstırılması gibi önemli bir sembolleri tasıyordu ekrana. Bu tipler, muska yazan, üfürükçülük yapan kliseyi paramparça ediyordu...

'Din propagandası yapan film çekin' diyen yok; fakat...

Din, hayatın bir gerçegi; tıpkı diger sosyal gerçekler gibi... Din gerçegiyle barısmayan, insan gerçegiyle de barısamaz. Dindar insan da kuskusuz hata yapar ve onun hataları da hayat gerçegi paralelinde verilebilir. Ancak mütemadiyen aynı tiplemeyle aynı imaj verilirse ortaya feci bir iletisim kazası çıkar. Yesilçam, bu kazaya kurban gitmistir. simdi biraz daha toparlanıyor; daha da toparlanacak. Çünkü toplumsal degisim daha sorgulayıcı ve hakkını savunucu hale geliyor. ılle de 'Din propagandası yapan film çekin' diyen yok. Ancak her insana karsı duyulması gereken asgari saygı kadar dindar insana da saygı duymak, dinin hayattaki yerini kavramak, basmakalıp önyargılarla insanları rencide etmemek gerekiyor. Mesela Polis, (2007) 'dinî film' degildir; ancak bir sahnesi insan gerçegini bütün sıcaklıgıyla veriyor. Her seyin bittigi bir noktada bas karakter (Haluk Bilginer) intihar etmeye karar vermis, basını bir duvara dayamıs, silahını sakagına dogrultmustur ki; camiden billur bir ses yükselir ve 'Günes dürüldügü zaman' diye baslayan ayetler okunur. Polis'in iç çözülmesi yasadıgı an iste o andır. Aslında o anı her insan belli bir oranda yasamıs, bunalmıs, sıkılmıs ve o esnada ılahi bir esinti ile huzur duymustur. Önemli olan da bunu hayatın tecrübeleri esliginde verebilmektir. ..

ınsan tiplemelerinin önyargıya dönüsmesi üzerinde durmak, sadece bahsi geçen kitlenin müdafaası demek degildir. Her türlü klisenin sonucu kötüdür, yaralayıcıdır. Türk sinemasında dindar tiplemesi üzerinde durmak, temel insan hakları çerçevesinde yapılınca daha saglıklı sonuçlar alınmasına neden olur. Zira bu ülkede pek çok klise var ki, tabu halinde bütün kurgularda tekrar ediliyor. Mesela bazı meslekler hep iyi, bazıları hep kötü olabilir mi? Bazı yörelerde yasayanlar hep cahil, pasaklı, egitimsiz ve kötü, bazıları da hep bilgili, kültürlü, görgülü sunuluyorsa bu kliselerin masaya yatırılması gerekmiyor mu? Aslında bu konuları en ince ayrıntısına kadar arastıracak akademik çalısmalara ihtiyaç var. Ancak o arastırmaları yapacak sıra dısı düsünmeye namzet akademisyen ve arastırmacı sayımız yeterli mi; yeterli olsa bile statüko bu gerçeklerin serriste edilmesine tahammül edebilir mi? Onu zaman içinde görecegiz. Biz birkaç yazıdır sadece bir pencere açmaya gayret ettik. Umarım daha ileride daha genis ufuklara kanatlanmamızı saglayacak yazılar kaleme alınır...

***

Özellikle Ömer Baba'nın Mevlânâ basta olmak üzere mutasavvıflara atıf yaparak kıssaları tahkiye etmesi; yer yer de ney üfleyip ebru yapması, gelenekle modern hayatın barıstırılması gibi önemli sembolleri tasıyordu ekrana.




04 Nisan 2009, Cumartesi
Ekrem DUMANLI
e.dumanli @ zaman.com.tr