Görüşeceğiz LaleSüre - 00:16:00 Format - Belgesel, Renkli, Türkçe Yönetmen - Dilek Çolak 2003 yılında, 135 yapıt arasından, ifsak kısa film yarışmasında en iyi belgesel ödülünü alan, dilek Çolak'ın yönettiği 17 dakikalık belgesel. dilek Çolak'ın 2002'de ölüm orucu eylemi sırasında hayatını kaybeden ablası lale Çolak'ın cezaevindeki arkadaşlarıyla yapılmış röportajlardan ve lale Çolak'ın hastanedeki görüntülerinden, biraz biraz da istanbul görüntülerinden oluşan bir 17 dakika. 117 dakika etkisi yaratabilme özelliğine sahip. ayrıca, hiç operasyon görüntüsü kullanılmadan, 19 aralık "hayata dönüş"(!) operasyonuyla ilgili anlatımlar da var. ölüm orucunun ve operasyonun bıraktığı tamir edilemez etkileri çok net görebiliyoruz izlerken. bir de limon çekirdeği öyküsü var tabi... 25. İFSAK Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması, En İyi Film Ödülü. 2003 3. Londra Kürt Filmleri Festivali. 2004 Lale- 17 dakikada 27 yıl Lale, Vedat Türkali'nin İstanbul şiirini, en az İstanbul kadar seviyordu. Bu yüzden birçok arkadaşına, tahliye olur olmaz, 'Galata'da balık yeme' sözü vermişti. Dilek Çolak, ablası Lale'nin ölüm orucunda sona Eren 27 yıllık yaşamını 'Görüşeceğiz/Lale' adlı belgeselde anlattı. İFSAK'ta ödül alan belgesel, İstanbul Kısa Film Günleri'nde görülebilir Lale Çolak, 27 yıllık yaşamının sekiz yılını cezaevinde geçirmiş, F tipi cezaevlerini protesto etmek için ölüm orucuna katılmış ve eyleminin 222'nci gününde yaşamını yitirmişti. Ölümünden sekiz gün önce, 2002'nin yılbaşı akşamı, o çok sevdiği şiiri, İstanbul'u okumuştu. Çolak'ın ablası Dilek, genç bir yönetmendi. Son beş ayına tanıklık ettiği kardeşi Lale'nin yaşamını belgesele dönüştürdü. Kardeşini, İstanbul'u ve şiiri anlattığı 'Görüşeceğiz/Lale' adlı belgesel, İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nin (İFSAK) 'kısa film' yarışmasında birinci oldu. Lale Çolak, cezaeviyle 15 yaşında tanıştı. Eyüp'te, 'duvara yasadışı yazı yazamaktan' ötürü tutuklanıp yedi ay cezaevinde yattı. Daha sonra defalarca cezaevine giren Çolak, son olarak 1996 yılında 'ölüm orucu' eylemine destek için Unkapanı'nda yapılan izinsiz gösteride gözaltına alındı. 'Yasadışı örgüt üyesi olmak' iddiasıyla yargılanan Çolak'a 12.5 yıl ceza verildi. Çolak, 19 Aralık 1999'da yapılan 'Hayata Dönüş' operasyonuna kadar Osmaniye Cezaevi'nde tutuklu kaldı. Ve operasyon sonrasında getirildiği Ümraniye Cezaevi'nde ölüm orucuna başladı. Çolak, Adli Tıp Kurumu'nun, 'Sağlık koşulları, cezasının infazına engel oluşturduğu' yönündeki raporu üzerine 20 Aralık 2000'de, operasyondan bir yıl sonra ve doğum gününde serbest bırakılıp Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne yatırıldı. Lale'nin ablası Dilek, kardeşinin son beş ayına tanıklık etmişti. Ona ilaçlar ve mektuplar taşımış, şiirler Okumuş, türküler söylemişti. 2002'nin yılbaşı akşamı arkadaşlarıyla Lale'nin yanı başında buluşup yine aynı şiiri okudular- İstanbul. Lale, Vedat Türkali'nin İstanbul şiirini, en az İstanbul kadar seviyordu. Bu yüzden birçok arkadaşına, tahliye olur olmaz, 'Galata'da balık yeme' sözü vermişti. Ama Lale Çolak 8 Ocak'ta, eyleminin 222'nci gününde yaşamını yitirdi. Beş belgesel ve kısa filme imza atan Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Bölümü öğrencisi Dilek Çolak, bir yıl sonra kardeşi Lale'yi anlatmak için kolları sıvadı. Lale'nin şiir okuduğu yılbaşı gecesi kameraya alınmıştı. Ardından, cezaevi arkadaşları ve tanıdıkları Lale'yi anlattı. Kardeşinin 27 yıllık yaşamını 17 dakikada anlattığı belgeselinin adını, 'Görüşeceğiz/Lale' koydu... Dilek Çolak, 'Görüşeceğiz/Lale' ile 2003 yılı aralık ayında, İFSAK Kısa Film Yarışması'na katıldı ve 135 yapıt arasından belgesel dalda birinci seçildi. Belgesel 16. İstanbul Kısa Film Günleri'nde gösterilecek. 'Görüşeceğiz/Lale' 5 Nisan saat 14.00'te İtalyan Kültür'de. Tel- 0216 293 98 48 İsmail SAYMAZ 01/04/2004 radikal.com.tr Görüşeceğiz Lale 25 yaşında ölüm orucunda ölen kardeşi Lale Çolak'ın hayallerini, dışarıya özlemini film yapan abla, ödül aldı Sadece 17 dakikalık bir film bu. Adı "Görüşeceğiz/Lale." Süresi kısa ama konusu çarpıcı. Lale Çolak, 2001'de Bayrampaşa Cezaevi'nde başladığı ölüm orucunda öldü. Son 5 ayında, cezaevi hastanesinde refakatçisi olan ablası Dilek Çolak, onun filmini yaptı. ŞARKI SÖYLEMEYİ VE BULUTLARI SEVİYORDU Dilek Çolak "Filmde onun devrimci yanı yok" diyor- "O da dışarıyı özlüyordu. Şarkı söylemeyi, bulutları, İstanbul'u seviyordu. Ölüm orucunda bile, çıkınca hangi yemekleri yiyeceğini düşünüyordu. Bu haliyle anlatmak istedim onu." ÖDÜL OLMASAYDI DA O BURADA OLSAYDI Kısa film yarışmasında "en iyi belgesel" ödülünü alan film, Lale Çolak'ın cezaevindeki arkadaşlarıyla yapılan röportajlardan oluşuyor. Yönetmen Dilek Çolak "Kardeşim burada olsaydı da ben ödül almasaydım" diyor. *** Lale, ablan ödül aldı 'Ölüm orucunda hayatını kaybeden mahkûmlardan biri olan Lale Çolak'ın ablası Dilek Çolak, kız kardeşinin bu eylem süresince yaşadıklarını yansıttığı belgesel filmle ödül aldı. Yaşanan duyguları topluma anlatmanın en doğru yollarından biri de "sanat." Amatör bir film yönetmeni olan Dilek Çolak da böyle düşünmüş olacak ki, üç yıl önce yaşadığı dramı anlattığı "Görüşürüz / Lale" adlı filmle 25'İnci İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması'nın "En İyi Video Belgesel" ödülünü kazandı. Otuz yaşındaki genç yönetmen, bu ödülü ölüm orucu sonrası kaybettiği kız kardeşi Lale'nin cezaevi tecrübelerini ve dışarıya duyduğu özlemi anlattığı 17 dakikalık bir belgeselle kazandı. ONU TANITMAK İSTEDİM" Dilek Koçak, belgeselin konusunun kız kardeşi Lale'nin insanca özlemleri olduğunu vurgulayarak, "Benim kız kardeşim öldüğünde 25 yaşındaydı. Lale'nin çok uzun bir cezaevi süreci var, on beş yaşında ilk kez duvara yazı yazmaktan hapse girdi ve devam etti. En son lise öğrencisiyken on dokuz yaşında girdi. Bir daha çıkmadı zaten. Devrimciydi, kendi istediği yolda gitti. O dışarıyı ve insanları çok seviyordu. Bu bilinsin istedim. Şarkı söylemeyi seviyordu, bulutları seviyordu, İstanbul'u seviyordu. Ölüm orucundayken bile çıkınca hangi yemekleri yiyeceğini düşünüyordu. Bunların hayallerini kuruyordu. Tüm bunları anlatabilmek; Lale'yi anlatabilmek için bu filmi yaptım" diye anlatıyor filminin konusunu. LALE'NİN HAYALLERİNİN FİLMİ LALE Çolak, siyasi suçlu olarak kaldığı Ümraniye Cezaevi'ndeyken operasyonları bire bir yaşayanlardan biri. Operasyon olduğu gün doğum gününü hapishanede kutlayan Lale, ne acı tesadüftür ki bir yıl sonraki doğum gününde de bilincini kaybetmiş. Lale Çolak'ın ablası Dilek Çolak, ölüm orucu eylemleri sırasında hayatını kaybeden kız kardeşi Lale'nin cezaevi sürecini şöyle özetliyor- "Lale, 2001 Mayıs'ında Kartal Cezaevi'nde ölüm orucuna başladı. Belli bir süre sonra devlet, ölüm orucundakileri hastanelere kaldırdı. Onu da Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi'ne kaldırdılar. Bütün bu süreçte Bayrampaşa Cezaevi'ndeydi. Ben kız kardeşimi 2002 başında kaybettim, son beş ayında onun yanındaydım. Her gün cezaevine iki saat girerek refakat ettim." İşte Dilek Çolak bu refakat süresince kardeşinin yaşadıklarını filme almış. "Görüşeceğiz Lale" isimli 17 dakikalık belgesel Lale Çolak'ın cezaevindeki arkadaşlarıyla yapılan röportajlardan oluşuyor. Belgeselde cezaevlerine düzenlenen operasyonlardan kısaca söz ediliyor ama tek bir kare bile operasyon görüntüsü kullanılmamış. Dilek Çolak, kardeşinin cezaevi günlerini bize anlatırken Lale'nin en sevdiği şiirden yola çıkmış- "Kardeşim İstanbul'u çok severdi. Özellikle Vedat Türkali'nin "İstanbul" şiirini çok severdi. Hep okurdu. Operasyon sırasında bile bu şiiri Okumuş. Onun sesinden bu şiir var belgeselde." DEVRİMCİ DEĞİL İNSAN LALE BELGESELDE beraber ölüm orucu tuttukları arkadaşları Lale'nin devrimci kişiliğinden çok; hayata, gökyüzüne özlemini, Neşeli kişiliğini anlatıyorlar. Zaten Dilek Çolak da bu nedenle; kız kardeşinin insani duygularını anlatmak için çıkmış yola. Çolak filmin bu yönüyle ilgili "Filmde Lale'nin yaptıkları veya devrimci kişiliğiyle ilgili bir şey yok. Daha çok içeride yaşadıkları ve dışarıya özlemini anlatan bir film. O yüzden insanlar bu filmi daha farklı gördüler" yorumunu yapıyor. KEŞKE LALE BURADA OLSAYDI" Dilek Çolak'ın kardeşinin yaşadıklarına tercüman olması için yaptığı bu belgesele verilen ödül, Çolak'ı hem sevindirmiş hem de çok üzmüş. Yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalıştığını söyleyen Dilek, "Yaşadığımız hiçbir şey basit değildi, birçok insan bilmiyor neler yaşandığını, bir devrimcinin ağzından duymak yanlı gelebilir insanlara, ama ben onun ailesiydim ve benim duygularım çok daha objektif. Hergün cezaevine giriyordum. Orada birçok insanla tanıştım, çok acı ve aynı zamanda çok güzel anılarım var. Bunların başkaları tarafından bilinmesini istiyorum. Zaten sanat bu tür duyguları anlatmanın en doğru yolu bence. Başka bir imkanım yok zaten. O burada olsaydı bu film olmazdı başka bir film olurdu, keşke o burada olsaydı ben ödül almasaydım, başka bir filmi izliyor olsaydık" diye anlatıyor kardeşine olan özlemini. Sonat CANIDAR arsiv.sabah.com.tr Hope To See You Lale During the campaign against solitary confinement in prisons, over 100 people lost their lives. This is a personal film from a film maker who lost his own sister in the struggle. Kaynak 12. Londra Türk Film Festivali. 2004 Dilek Çolak- O bir Devrim şehidi "Görüşeceğiz /Lale"ye ödül! ''Görüşeceğiz /Lale'' adlı belgesel, İFSAK Kısa Film Yarışmasında Belgesel Dalında En iyi Video ödünü aldı. Belgeseli hazırlayan Lale Çolak'ın ablası Dilek Çolak ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. Filmin oluşum sürecinden bahseder misin bize? Dilek- Lale henüz ölüm orucundayken film yapmak istiyordum ve Lale’yle bununla ilgili konuşuyordum. O bana bir takım önerilerde bulunuyordu. Devamlı günlük tutmamı öneriyordu fakat ben bunu yapamadım. O anki Duygu yoğunluğuyla yazamıyorsun fakat o hep bunu oradaki gözlemlerimi vb. yazmamı istiyordu. Nasıl bir film, üzerine önerilerde bulunuyordu. Hatta film bittikten sonra –Lale de o film içinde yer almış olarak- Antalya Film Festivali’nde ödül töreni hayal ediyorduk. Fakat ödül töreninde, cezaevleri üzerine insanların dikkatini, ilgisini çekecek konuşma yapıp ödülü reddedecektik. Bunlar üzerine sohbet edip, hayaller kurarken oldukça eğleniyorduk. Lale şehit düştükten sonra, uzunca bir süre ne yapacağım üzerine net değildim. Bir şeyler yapacaktım ama bu ne olacaktı, net değildim. Senaryo yazmaya başladım, uzun bir senaryoydu. İçerisi ve dışarısı üzerine bir filmdi. Geçen yıl bitmişti bu fakat maddi sorunlardan dolayı bunu çekemedim. Bir yandan da Lale ile ilgili arkadaşlarıyla röportajlar yapıyordum. Uzun bir süre sonra bu röportajlardan bir şeyler yapabileceğimi fark ettim. Lale’nin doğum günü geliyordu. Ve ona bir şeyler yapmalıydım. Ama sırf Lale’yi içeren bir şey düşünmüyordum. Çünkü O da kendisini öne çıkartan hiçbir şey istemezdi. Ve bu film böylece ortaya çıktı. Film ortaya çıktıktan sonra da İFSAK’a hiç kimseye söylemeden, orada geniş bir izleyici kitlesi bulunduğundan oraya verdim. Ve ilk 24’e kaldı. Bu filmin gösterime gireceği anlamına geliyordu. Birincilik ödülünü beklemiyordum. Ama ben birincilik istemiyordum açıkçası. Filmin oluşum süreci bu aslında. Çok ani kararlarla yapılmış bir çalışma. Yani 17dakikalık bir film ama bir çok imkansızlıklarla çekilen bir film. Filmle ilgili nasıl tepkiler aldın? Şimdiye kadar hiç olumsuz bir tepki almadım. Herkes çok etkileniyor filmden. Zaten bu da çok önemli. Bizim gibi düşünen insanların dışında da pek çok kişi izledi filmi ve çok etkilendiklerini söylediler. Neden şöyle yaptın, neden böyle yaptın tarzında eleştiriler de gelmedi. İnsanlar gerçekten beğenerek izliyorlar. Yani Duyan filmi izlemek istiyor. Bu açıdan güzel de oldu aslında. Bu filmin devamı da gelecek mi? Ben Lale için ve direniş için aslında bu ölüm oruçlarını ve cezaevi sürecini anlatan bir proje yapmak istiyordum. Bu ilki oldu. İlki bir belgesel olmuş oldu ve Lale’ye özel olmuş oldu. Ama salt öyle düşünmemek de lazım çünkü Lale bence direnişi simgeleyen bir kişi oldu bu filmde. Bu anlamda da çok özel bir yanı var. Daha önceden bahsettiğim senaryo vardı içeride-dışarıda tecridi anlatan. İmkanlarımı yaratabilirsem bu yaz sonu Temmuz-Ağustos gibi onu çekmeye başlayacağım. Artı şu anda Lale’yle ilgili bir senaryo yazıyorum yine. Benim refakat dönemimi anlatan uzun metrajlı bir sinema filmi. O daha büyük bir bütçe gerektiriyor ve daha geniş kapsamlı bir şey. Bir refakatçının gözünden süreç ve içeridekiler anlatılacak. Tamamen yaşadıklarımdan yola çıkarak yazdığım bir senaryo. Onu da en geç sonbaharda çekmek gibi bir niyetimiz var. Onu ben değil de Metin Yeğin çekecek. Ben sadece senaryosunu yazacağım. O çok daha büyük ve kesinlikle yapılmasını istediğim bir proje. Filmde Lale’yi nasıl anlatmaya çalıştın? Röportaj yaparken arkadaşlara şunu dedim; ”şöyleydi, böyleydi, işkencede böyle yaptı, barikatın önündeydi bunlar bilinen şeyler. O bir Devrim şehidi, kendini sonuna kadar ispatlamış bir insan.” Ben Lale’den hiçbir zaman şöyle yaptım, böyle yaptım diye anlattığını duymadım. Mesela 10 gün işkencede kalıyor, çok ağır işkenceler görmesine rağmen ben bir kere bile onun ağzından ben işkencede şunu gördüm lafını duymadım. Hep başkalarından duydum, hiçbir zaman anlatmadı böyle şeyleri çünkü anlatmaktan yana değildi. “Bir devrimci kendisini övmez” diyordu. Mesela bilincini kaybetmişti ve devamlı sayıklıyordu orda bir yerden bahsediyordu. Daha sonra kendine geldiği zaman ben sordum “Lale bir yerlerden bahsediyordun” dedim, bana çok kötü kızdı mesela. Sen dedi ben sayıklarken beni mi dinliyorsun, halbuki 24 saat başındayım zaten. Orada bile o örgütlü yaşamdan, yeraltından gelmesinden kaynaklı hiçbir zaman kendisinden, yaptıklarından bahsetmedi.Mesela ben ne zaman örgütlendiğini çok merak ederdim. Hiçbir zaman anlatmazdı. Orada ölüm orucu döneminde sıkıştırıyordum. Hep daha küçük şeylerden bahsediyorduk. Röportajda arkadaşlara bana Lale’yi anlatın dediğim zaman bu yönlerini anlatmalarını istedim. Çünkü onlar beni ilgilendirmiyordu, başkalarını da ilgilendirmiyor; önemli olan Lale’nin günlük yaşamda yaptıkları, özlemleriydi. Ve dışarıya olan özlemini anlatın bana dedim. Ufacık şeyleri anlatın, bir şarkı söylemesini de anlatabilirsiniz, ne bileyim bulaşık yıkamasını da, size bağırmasını da... Onlar da öyle yola çıktılar aslında, anlatırken tabi bir süre sonra müthiş duygusallığa girdiler. Cümlenin sonunu getiremeyen oldu, ağlayanlar oldu, çünkü o anları yaşıyorlardı. Lale’yi birlikte yaşıyorlar; çünkü bunlar çok uzun süre Lale’yle birlikte yaşayan insanlar. Lale’nin örgütlediği insanlar, yani abla, kardeş, yoldaşlık her türlü ilişkinin olduğu bir süreçten geçtiler, o barikatların önünde beraber savaştılar. Doğal olmakta çok zorlandıkları anlar da oldu. Ama bu sonuçta benim yaptığım bir şey değil, o anlatımlar olmasa bu film zaten olmazdı. O anlatımlar olurdu ama insanların yüzündeki güzel anlam olmasaydı hiç bir anlamı olmazdı. Ben sadece anlatılanları çektim. Ve kurguda birleştirdim başka bir şey yapmadım. Sonuçta o filmin iyi bir film olması ya da birileri etkilenmişse bu filmden, bu tamamen o anlatımları yapanların ve Lale’nin kendi kişiliğinden gelen bir şey. Lale’nin kişiliği de devrimci bir kişiliktir. Ben devrimci yanından çok bahsetmeyin dedim, bu çok da doğru bir kelime değil aslında. Zaten Lale her duruşuyla devrimci. Lale’yle yaşadığın bir anını anlatır mısın? Şimdi ben günleri hesaplıyordum. Lale kaçıncı günde olduğunu saymayı bırakmıştı çünkü artık, onun yerine ben sayıyordum. Ben de daha önceden kaç gün ölüm orucu yapmışlar diye listeler yapıyordum. Mesela Oya’lar, 200-205 günken, Lale 206 olduğu zaman ona gidip Lale bak Oya’ları geçtin, Bak şunu geçtin, bak bunu geçtin en sonunda Lale patladı. Meğerse bunu içinde biriktiriyormuş “yarış atı yaptın beni sen de arkadan veriyorsun gazı” dedi. Tabii çok sinir ettiğim zamanlar oluyordu onu böyle. Yaşamevi’ne gidiyordum, oranın tam karşısında bir kasetçi vardı sabahtan akşama kadar Bebeğim’i çalıyordu. İster istemez benim de dilime takılıyordu. Lale’nin yanına gidince başlıyorum “bebeğim, sana ömrümü verdim, bebeğim” ama hiç farkında olmadan yani. Lale onu da biriktirmiş içinde bir süre, en sonunda yine patladı, “sen bir şey mi anlatmaya çalışıyorsun? ne kadar korkunç bir şarkı bu ya” diye. Bir de sesim de çok kötü, Lale, “sesin iyi olsa dayanacağım” derdi. Benim refakatimin 10. günleri falan. Ben de acayip kilo veriyorum o dönemde, bir yandan Lale kilo veriyor bir yandan ben. Çünkü ben de yemiyordum. Kahvaltı yapmadan gidiyordum, onun yanında da doğal olarak yemiyorum. Sonra O fark etti benim kilo verdiğimi çünkü hemşire, doktor geldiğinde “siz yeni ölüm oruççusu musunuz?” diyorlardı. Lale de sürekli “hayır o benim ablam” diyordu. Sonra bir gün bana “Dilek her gün kahvaltı yapacaksın ve sonra da gelip burada bana anlatacaksın” dedi. “Ben niye anlatacakmışım?” dedim “hayır anlatacaksın” dedi. Ben ertesi günü de yine kahvaltı yapmadan gittim. Ondan sonra beni hemen çekti kenara Filiz’le ikisi, “sen bugün kahvaltıda ne yedin, anlat bakalım bize” dediler. Sonra uydurmaya başladım. İşte peynir yedim, zeytin yedim ne yenir ki onları yedim. Tabi O inanmadı buna. Sen dedi “kahvaltı yapmamışsın Dilek, atıyorsun” Yok dedim valla yedim. Sonra da bana 4 ay boyunca kahvaltıda ne yediğimi anlattırdılar. Bana böyle bir işkence yaptılar. Bir süre sonra lale de yetmedi diğer ölüm oruççuları da bunu yapmaya başladı. Orada 10-15 tane ölüm oruççusu vardı, ben hepsine hesap veriyordum. Birinden kurtuluyorsun birine yakalanıyorsun. Yine ilk 10 günde Lale, ben bir da adli, yatalak bir bayan var. Lale dedi ki “hadi Dilek bize en iyi yaptığın yemeğin tarifini ver” allah allah herhalde açlıktan kafayı yiyorlar dedim kendi kendime. Bir de nasıl anlatacaksın yani düşünsene ölüm oruççularına yemek anlatacaksın. Bir sen anlatıyorsun, hani ölüm oruççusu olsam tamam gam değil yani anlatırım. Ama dışarıdan gelen bir tipsin böyle. Zaten için gidiyor yemek yemiyorlar diye, yediğim her lokmayı bir suç sayıyorum. Sonra ben Mantar Sote anlatmaya başladım. Ama o kadar ruhsuz anlattım ki, alınır mantarlar, yıkanır, doğranır, soğan kavrulup içine atılır al sana Mantar Sote. Sonra Lale, “senin yanında olanın hiç ölüm orucuna girmesine gerek yok, bu anlatımla aç kalınır. Bak ben sana nasıl yemek tarifi verilir öğreteyim” tarzında bir şeyler söyledi ve Kaşarlı Pizza tarifi vermeye başladı. Ama nasıl anlatıyor, sanki pizzayı yaptı da buram buram kokusu geliyor burnuna afiyetle yiyorsun öyle anlattı. Fırına koyuşunu falan anlatıyor, fırında kaç dakika kaldığını “hatta tepsiye dikkat et sıcaktır o” sonra diyor “bir güzel dilimleyeceksin, eşit dilimlemen lazım ama çünkü çok fazlayız herkese yetsin diye” Ben sonra farkettim ki diğer ölüm oruççuları da etrafımıza toplanmış, ağızları açık bir şekilde Lale'yi dinliyorlar. Sonra aldı eline bir dilimi, bir ısırık aldı böyle onu anlatıyor. Erimiş kaşarlar uzuyor falan... Sonra herkes bana “sen ne biçim sinemacısın bir yemek tarifi bile yapamıyorsun” demişti. Sonra da biz bu işi düzenli olarak yapmaya başladık. Yaşadığın tüm bu süreçler seni nasıl etkiledi? Çok sevdiğin bir insanı kaybediyorsun ama sana öğrettiği o kadar çok şey oluyor ki. Özellikle o refakat döneminde O’nunla geçirdiğim 2 saatin inanılmaz güzellikleri vardı. Sadece Lale değil, diğer ölüm oruççuları da oradaydı, sonra Filiz vardı. Ben mesela bu belgeseli eksik görüyorum çünkü içinde Filiz yok. Bu belgeselde olmazsa olmaz, yani kesinlikle olması gereken birisiydi yani. Filiz 10 yıl sonra mı 15 yıl sonra mı çıkar elbet bir gün çıkacak o delikten o zaman Filiz’le röportaj yapacağım ve filme ekleyeceğim. O film o zaman tamamlanacak. Bir gün Lale’yle oturuyorduk, ben ve Lale aslında ikimiz de büyük bir irade savaşı veriyorduk, bunu söyledim ona, o hemen anlamıştı ben de irade savaşı veriyorum dediğim zaman. Çünkü ben duygusal bir insanım, inanılmaz sulu gözlü bir kızım. Ve Lale de çok sulu göz olmamdan her zaman çok şikayet etmiştir. Hiç olmayacak zamanlarda hüngür hüngür ağladığım için devamlı şikayetçi olurdu. Ben “ikimiz de irade savaşı veriyoruz ve ikimiz de kazanacağız” dedim o da “kesinlikle” dedi. Bu onun çok hoşuna gitmişti. Çünkü O’nun benimle ilgili tek korkusu o süreci kaldıramayacak olmamdı. Hani işte o bilincini kaybedecek ve ben ablası olarak müdahaleye izin vereceğim. Ya da benim askerlerin karşısında ağlayacağımdan endişeleniyordu. O bana demişti ki “Dilek bana söz ver hiçbir şekilde ağlama, ağlayacağını biliyorum o senin doğal hakkın, tabii ki ağlayacaksın. Ama zaten benim ölmeye niyetim yok” diyordu. “Ama oldu da böyle bir şey oldu sakın ağlama ne olur, söz ver” demişti. Ben de O’na söz verdim “tamam, hiçbir şekilde ağlamayacağım” dedim. Ve gerçekten de ağlamadım. Yani son noktaya geldiğim anlar da çok oldu. Gizli ağladım ama hiç bir zaman askerin, polisin ya da onun istemediği şekillerde hiç ağlamadım. Her şey yolundaymış gibi davrandım. Bir de o süreçte oraya gidip gelmeler, onunla sohbetler, diğerleriyle konuşmalar, onlar seni müthiş geliştiriyor. Hayata daha farklı bakıyorsun. Direnişin direk içinde olduğunu hissediyorsun. Daha iyi anlıyorsun her şeyi. Ben de mesela bir devrimci olsaydım ve içeride olsaydım benim yapacağım tek şey bu olacaktı. Yani Lale’den daha farklı olmayacaktı. Ben de o direnişin bir parçası olacaktım. Mesela Lale bana hep şey derdi “ben senin devrimci olmanı çok istedim, çünkü devrimci olursan ne kadar gidebileceğini iyi biliyorum” ve hep “sen bir kayıpsın” diyordu. Ben de “Lale beni rahat bırak” diyordum. Bana hep “seni örgütleyemedim, ama senin yapmak istediğin şeyi de yapacağına inanıyorum” diyordu. “O anlamda kazanacaksak seni o da güzel” diyordu. İşte bu yüzden film çekmek çok önemli aslında. Bu film sayesinde kamera sahibi oldum. Çok küçük bir şey ama yine de çok güzel bir şey. Lale’nin sayesinde oldu bu ve annem dün bana “bak Lale hala seni koruyor” dedi. Tabii inanmak istemiyorsun böyle şeylere materyalist düşündüğün için. “O yaşarken hep seni korurdu, hep senin tarafındaydı, öldükten sonra da senin yanında. Bir şekilde yaşamda sana hep faydası oluyor” dedi. Doğru bir şey, o kamerada artık Lale’nin emeği var, Lale’nin kendisi var ve doğal olarak da o kameradan hep iyi şeyler çıkacak. Öyle düşünüyorum. Ben kötü bir şey çekemem onunla. İşe yaramaz sıradan şeyler çekemem muhakkak bir anlamı olması gerekiyor. Çünkü artık Lale benim için o kamera demek. Yapacağım şeyler de Lale’nin ya da o süreçte yaşadığım şeylerin etkisi olacak. Mesela bir şey anlatacağım. Lale’nin bilincini kaybettiği gün 222. gün ve o gün doğum günüydü Lale’nin. Acayip bir kar yağmış, her taraf bembeyaz, ben çok kötüyüm çünkü onun durumunun çok kötü olduğunu biliyorum, hastaneye gittim. Yani her an her şey olabilir, Filiz beni bir takım şeylere hazırlamaya çalışıyor, Lale’yi hazırlamaya çalışıyor. Gizli Gizli kırmızı batlar falan yapıyor. Ama Lale bunu fark ediyor ve çok kızıyor. Ben geldim hastanenin bahçesine, çiçek sokamıyorsun tabii, bahçeden yerlerden kuru yapraklar doldurdum cebime ve içeriye girdim. Ama girene kadar çok farklısın, girdikten sonra çok farklısın. Yani her an önüme gelen herkesle kavga edebilecek durumdayım, içeriye girince hiçbir şey yok, her şey toz pembe gibi davranıyorsun. Lale’yi gördüğünde öyle davranmak zorundasın. Girdim odaya, uzanmış yatıyordu. Kendinde değildi ama benim geldiğimi fark etti. Ben “doğum günün kutlu olsun” dedim ve gittim alnından öptüm. Yüzünde yaralar çıkmıştı ve çok fzla öpemiyorduk, hijyen bir ortam sağlamaya çalışıyorduk. Uzun zamandan beri sarılmamıştım Lale’ye, hiç öpememiştim. Alnından öptüm ve biraz sohbet etmeye başladım. Ama Filiz o kadar kötü ki, hiç uyumamış, Lale gece devamlı ateşlenmiş ve sayıklamış. Filiz de onu devamlı ayakta tutmaya çalışmış. Daha sonra Lale yürümek istedi, çünkü her gün yürüyordu zaten. Yürümesi mümkün değil ama tutturdu yürüycem diye, yürümesi gerektiğini biliyordu. Kalktı, bana tutundu bir kaç adım yürüdük. Sonra çok yoruldu ve kendini yatağın üzerine bıraktı. Sonra Filiz’le ikimiz onu uytmamaya çalıştık, uyursa gideceğini biliyoruz. Su içirmeye çalıştık “Lale bak bugün su almak zorundasın”. Ama Lale gözlerini kapattı, bize hiç cevap vermedi, bir süre hiç konuşmadı, uyandırmaya çalıştık uyanmadı. Filiz’le ikimiz bayağı bir endişelenmeye başladık. Sonra birden bire dışarıdaki demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. O kapıdan da ya asker giriyor ya doktor giriyor, başka kimse giremez yani. Lale birden bire fırladı yataktan, dimdik durdu ve sırtını duvara yasladı. İçeriye doktor girdi. Lale hiçbir şey olmamış gibi doktora “günaydın” dedi, doktor da “günaydın” dedi. Lale onunla konuşmaya başladı. Adam ona nasıl olduğunu sordu o da çok iyi olduğunu söyledi. Sonra doktor “iyi görünmüyorsun Lale” dedi. Lale de “hayır asıl siz iyi görünmüyorsunuz” dedi. Sonra karşılıklı bir gülüştüler. Ama ben öyle bir şoka girdim ki bize niye tavır alıyorsun diye. Doktor tabii iyi olmadığını fark ediyor. Sonra doktor gitti. Demir kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Ve Lale tekrar eski konumuna döndü, uzandı, gözlerini kapattı, bizimle konuşmamaya başladı. Biz yine O’nu kesinlikle uyandıramadık. Sonra tekrar demir kapı açıldı ve Lale de yine aynı şeyi yaptı. İçeriye doktor girdi, Lale yine doktorla sohbet etti. Doktor gidince tekrar yerine düştü ve yine bizimle konuşmadı. Kendini kapıya o kadar adapte etmiş ki o kapıdan ya asker ya doktor girer bunu biliyor. Nasıl müthiş bir irade ki, kendisini o durumda gördükleri zaman müdahale olacağını biliyordu, ben şok girmiştim, inanamamıştım. Bir insan nasıl odaklar kendini böyle o kadar kötü ki durumu aslında. Ben çıktıktan sonra, çıkışımı beklemişler zaten, arkamdan odaya doluşmuşlar. Savcı, Yüzbaşı, askerler, cezaevindeki doktorlar falan. Doktor gidip durumu çok kötü demiş herhalde. Yaklaşık 1 saat Lale’ye müdahale edeceklerini, Kartal Eğitim Hastanesi’ne götüreceklerini söylüyorlar. Tabii Lale biliyor ki Kartal müdahale yeri. Ve hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini, kendisini oraya götüremeyeceklerini söylüyor ve son gücünü ona harcıyor. Lale bilincini kaybedene kadar adamlar başından ayrılmıyor. Lale bilincini kaybediyor ve sonra bilincini kaybedip kaybetmediğini anlamak için askerlerden biri “Dilek kim?” diye soruyor. Hatırlamıyorum tarzında bir şeyler söylüyor, ondan sonra bilincini kaybettiğini anlıyorlar. Biz de o gün dışarıda koşturuyoruz, savcılıktan tahliye kararını almak için. Biz 5-6 gibi aldık o kararı ve ambulansla yola çıkıp, Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi’ne gittik. Aynı saatlerde Kartaql Eğitim Hastanesi de ambulans göndermiş, onlar da cezaevi içerisinde Lale’yi almayı bekliyorlar. Lale’yi Kartal Eğitim Hastanesi’nin gönderdiği ambulansın içinden alıp kendi ambulansımıza bindirdik tabi bu sırada bilinci kapalıydı. Lale ambulansa taşınmak için hazırlanırken sadece iki şeye tepki vermiş. Birisi benim bir fincanım vardı, ölüm oruççularından Yeter Güzel’in bana hediye ettiği. Diğeri de Oya’nın Lale’ye yollaıdğı kırmızı bir Kazak vardı. O ikisini görüyor ve tepki veriyor. Bir de devamlı sayıklıyormuş “Dilek gelecek” falan diye. Sonra Çapa’ya hastaneye götürüldüğünde serum falan verildi, bu biraz kendine geldi ve ilk iş olarak da kolundaki serumları atmaya çalıştı. Sonra ben başına gittim ve “Lale sen artık ölüm oruççusu değilsin, dışarıdasın, o yüzden serum alabilirsin” dedim. O buna inanmıyor tabii. Biz onunla daha önceden anlaşma yapmıştık. Bilincini kaybederse ben hiçbir şekilde ona müdahale ettirmeyecektim. Ama oldu ki bilincini kaybetti ama cezaevinden çıktı benim sözüme inanacaktı sadece. “Lale ölüm orucu bitti, sen artık dışarıdasın” biz böyle bir anlaşma yapmıştık. Ben ona “ama sen bunları unutursun”demiştim. “Yok ben unutmam ama sana bu konuda güvenebilir miyim?” dedi. Ben de “bana güvenebilirsin, sana söz veriyorum hiçbir şekilde sana müdahale ettirmeyeceğim, gözlerimin önünde son nefesini versen bile ettirmeyeceğim ama ölüm orucunun bittiğini söylediğimde sen de bana güveneceksin” dedim ve o da bunu kabul etti. Ölüm orucunun bittiğini söylediğimde bana inanmadı ve ben en sonunda “Lale bak seninle böyle bir anlaşma yapmıştık, beni deli etme, tak şu serumu” demek zorunda kaldım, ondan sonra kabullendi. Daha sonradan ben bunu Lale’ye anlattığımda böyle böyle yaptın diye “hım hiç hatırlamıyorum” dedi. istanbul.indymedia.org 15/04/2004 Lale- Hiç gitmedim ki... Emekçi bir ailenin yüzü daima devrime dönük ayçiçeğiydi. İnsanlaşmanın, zenginleşip zenginleştirmenin küçük ustası... Lale- Hiç gitmedim ki... Lale yoldaşı 8 Ocak 2002'de sonsuzluğa uğurladık, henüz 26 yaşındaydı. Çokyönlülüğün, öğrenme açlığı ve öğrenmeye açıklığın, başarma azmi ve kazanma iradesindeki ısrarın capcanlı örneğiydi... 9 yıllık mücadele yaşamında; Devrim ve sosyalizm özleminden, örgütünden ve yoldaşlarından, daha önemli ve öncelikli hiçbir şey olmadı! O bu seçimi, örgütlü bir devrimci yaşama adımını atarken yapmıştı. Bu yüzden hep sakınmasızdı, hep kavgadaydı, hep yaşama sevinciyle doluydu, ölümle de aynı netlikle buluştu!.. “Emekçi bir ailenin yüzü daima devrime dönük ayçiçeği… İnsanlaşmanın, zenginleşip zenginleştirmenin küçük ustası. Her eylemin, her öne atılışın bir bedeli vardır ödenmesi gereken.. Lale cezaevlerinin de gediklisidir. Tıpkı 'Uçurtmayı Vurmasınlar' filmindeki Barış’ın siyasi koğuşun kapısından 'Kızlaaarrr!..' diye seslenişi gibi o da bize seslenirdi kendisini özlememize bile meydan bırakmadan birkaç ay sonra- 'Arkadaşlaaarr, ben geldim!.. Her şeyiyle gelirdi; eksikliklerinin acısını derinden duyarak, öğrendiklerini coşkuyla paylaşmaya hazır olarak gelirdi. 'Neler yapmalıyım/neler yapmalıyız?'la dolu olarak gelirdi. Sol elini yitirmiş, geleceği kazanmış olarak gelirdi…” Kısa Süren yaşamına çok şey sığdırdı. Katkıları da tekyönlü ve göreli değildi. TİKB'nin işkencede devrimci direniş geleneğini '90'ların ikinci yarısında da temellerinin atıldığı '80 öncesinin pürüzsüzlüğüyle sürdüren bir gelenek taşıyıcısıydı. Onu yitirişimizin 10. yıldönümünde, Lale'nin '96 SAG-Ölüm Orucu günlerinde, eylemdeki siyasi tutsakların “Biz içerdeysek siz dışardasınız!..” çığlığını işçi ve emekçi yığınlara taşımak için düzenlenen eylemlerden birinde gözaltına alınışından sonraki deneyim aktarımını yayınlıyoruz: İnadına değil, bilinçle direnmek (*) Cezaevleri Genel Direnişi, eylemliliklerle birbiri ardına patladığı ve yükseldiği bir dönemdeyiz. Bu süreçte bir korsan sonrası yakalanıyoruz. Resmi bir polis otosu zınk diye yanımızda duruyor. Otonun geldiğini farketmiş ama çıkmaz sokaktan dolayı geç kalmıştık. İt sürüsü gibiler, silahlar üzerimize doğruluyor. Silah var sanarak çok korkuyorlar. Yanımda bir yoldaş var, çok tecrübeli değil. O andan itibaren kendi açımdan “kurtulma” şansım olmadığını biliyorum. Ve benim her hareketim yanımdaki yoldaş üzerinde etkili olacaktı. Tip benzetmişlerdir düşüncesiyle, gayet sakin olaydan habersiz biri edasıyla “Ne var, ne istiyorsunuz” diyorum. “Ne olduğunu sen çok iyi biliyorsun” deyip üstümüze çullanıp kelepçeliyorlar ve karakola götürülüyoruz. İştahlı iştahlı telefona sarılıp TEM'e bildiriyorlar. Başka bir tim eşliğinde şubeye götürülüyoruz. Biz yoldaşla birbirimizi tanımadığımızı söylemiştik. Yoldaşın, evinin alındığımız bölgeye yakınlığından dolayı bırakılabileceğini, tesadüfen oradan geçtiğine inanacaklarını düşünmüştü. Benden eminler, tip tarifi verilmiş. Şubeye götürüldüğümüzde bizi başka bir örgütten sanıyorlar, gözlerimiz hemen bağlanıyor. Bir odada ayakta bekletiliyoruz. Burada bir adam var ve sürekli sorular soruyor. Sordukları sorulara cevap vermiyorum, yoldaş da konuşmuyor. Ona biraz yükleniyorlar (kaba dayak) beni tanıyıp tanımadığını sorduklarında boğuk bir ses duyuyorum; “Tanıyorum” diye. O an hemen bağırarak “Hayır, ben tanımıyorum” diyorum. Bu arada GBT araştırılıyor, bize sordukları sorular ise oyalama maksatlı özel sorulardı. Cevaplamıyorum. “Bu kız kaşarlanmış belli, bak ulan bu kız senden yiğit” vb. şeyler söylüyor yoldaşa. GBD'lerimiz geliyor, TİKB eylemlerinden alınmalarım çıkıyor. Bana kaşarlanmış diyen “Ulan bu TİKB'liymiş, zaten belliydi, yoksa ben bunu konuşturmasını bilirdim” diyor. Bu sözler işkencecilerin acizliklerini ve örgütümüzün, yoldaşlarımızın işkence tezgahlarında yarattıkları geleneği ne kadar açığa vuruyordu. İşkencecilerin ağızlarına yakışmıyordu ama bu müthiş gurur vericiydi benim için. “TİKB'liler direnir”, kendi içlerinde bunu itiraf etmiş durumdalar. Yoldaşlarımın, örgütümün yarattığı geleneğe leke sürmeyecek, işkencecilere bir Tokat da ben vuracak ve bir TİKB'liye yakışır bir şekilde çıkacaktım oradan. Bu konuda hiçbir tereddüt yaşamadım. TİKB timi gelip bizi alıyor. Müdür veya şeflerinin odasına götürülüyoruz. Beni görür görmez sanki azılı bir katil bulmuşcasına zevkten dört köşe olup tekme Tokat girişiyor biri. Şubede farklı bir eylemden alınmış yoldaşlar var, ikisiyle hemen yüzleştiriliyorum. Onlar tanıdıklarını ve kod ismimi söylüyorlar. Bana onları tanıyıp tanımadığımı sorduklarında “Tanımıyorum” diyorum. Yan odaya özgeçmişimle ilgili sorular sormak için götürüyorlar. Erkek arkadaş diğer tarafta kaldı sesimi ona da duyurabilmek için bağırarak “Bunları geçelim, siz işinizi yapın ben de suskunluğumu” diyorum. Her şeyde olan sabırsızlığım burada da var. Formalitelerle uğraşmak istemiyorum. Nasılsa bir şey söylemeyeceğim onlara. “Çok acelecisin” diyor biri. İlk gece yoğun bir kaba dayaktan geçiriliyorum. Gelen giden “Oooo eski dostumuz gelmiş, kız her taşın altından çıkıyorsun, akıllanmadın mı daha, bu kaçıncı oldu. Bu sefer kurtuluşun yok, burada görmediğin işkencelerin en büyüğünü göreceksin, ona göre düşün” diyorlar. “Siz işkencecisiniz ve asla benim dostum olamazsınız; ne diyecek ne de düşünecek bir şeyim var!” diye bağırıyorum. “Görüşeceğiz” diyorlar. Evet görüşeceğiz. Ama ben değil onlar diz çökecekti bir kez daha. İkimizi de yukarıya hücrelere çıkarıyorlar. “Bunu ayrı yere koyun, diğerleriyle yan yana olmasın” dedikten sonra, hücrelerin arka tarafına götürüp kalorifer borusuna kolumdan kelepçeliyorlar. Gece yarısını çoktan geçmişti sanırım. Durduğum yerden sesimi duyurmaya çalışıyorum. Hücrelerde sessizlik hakim. Bayan yoldaşa ulaşmaya çalışıyorum olmuyor. Sabahleyin tekrar aşağıya indiriliyorum. Tanımadığım yeni bir ses papazlık yapıyor. Dosyamı kelime kelime ezberlemiş, rolünü çok iyi biliyor ve oynuyor. Ben bunların hiçbirine yabancı değilim. Hem bizzat yaşadıklarımdan, okuduklarımdan ve dinlediğim deneyimlerden biliyorum. “Dostane” bir şekilde, “Bak (...) kendine eziyet ettirme, sana sadece bir soru soruyorum, sorumlun kim onu söyle yeter. Zaten altında kimse kalmada, onları aldık ve seni verdiler. Sorumlun, çalışma alanların ve anahtarların evleri... bu kadar”. Hiçbirine cevap vermiyorum. “Bak sen hiç askıya da alınmamışsın, mahvolursun, tamamen sakat kalırsın, yazık değil mi?..” diyor. Ben de bu kez “İndiriyor musunuz, kaldırıyor musunuz... ne yapacaksanız yapın; söyleyecek bir şeyim yok” diyorum. Bu yaptığım ikinci sabırsızlık. Bunun yanlış olduğunu da o anda hemen düşünmüştüm. Çünkü bu benim devrimci yaşamda aşmam gereken bir eksikliğimdi ve bunu onların kullanmasına izin vermemeliydim. “Çok sabırsızsın ama öyle hemen değil, yavaş yavaş işkence yapacağız sana” diyor papaz tüm “iyiliğini” takınarak. Sabırsızlığımı yakaladıkları için bekleterek çözeceklerini düşünüyor olabilirlerdi. Ama sökmeyecekti hiçbiri. Şube süreci boyunca örgütümüzün yarattığı direniş geleneğine leke sürmemek, şehit yoldaşların “gülümseyen yüzleri ve denetleyen gözleri” karşısında da iyi bir sınav verecektim. Sadece bunları düşündüm. Bir daha hiçbir aceleci tavırda bulunmuyorum. Sürekli ayaktayım. Birisi saçlarımdan tutup koridorda koşturuyor. 8-10 tur attıktan sonra, “Hadi biraz dinlen” diyor. Halbuki kendisi soluk soluğa... Sonra tekrar başlıyor. Bu defa ayaklarımı hiç hareket ettirmiyorum. SÜrüklüyor, kafamı duvarlara vurmaya başlıyor. Başka bir odaya götürülüyorum. Burada bir anda beş altı kişi üzerime çullanıyor. Erkek yoldaşla hiçbir bağlantım yok. Durumunun pek iyi olmadığını baştaki tavırlarından biliyorum. “Sen şimdi açlık grevindesindir, değil mi?” diyor müdürleri. Cevap vermiyorum. Askıya alacaklarını söyleyip yukarıya çıkarıyorlar. Sonra 'tezgahta yer yokmuş' uydurmasıyla indiriyorlar. Askı noktasında beni sınadıklarını biliyorum. Kolum üzerinde çok duruyorlar. Benim zayıf noktan olabileceğini düşünüyor olmalılar. Oysaki şubede hiçbir zaman 'askıya alınmam' rahatlığını duymadım. Tersine bunu kullanacaklarını bildiğim için hep hazırlıklıydım. Hem askıya alınmadan da ağır işkencelerden geçebilirdim. Asıl mesele, Devrim ve sosyalizm yüce idealiyle yürüdüğümüz bu yolda düşmanla karşı karşıya kaldığımız bu psikolojik savaş alanında da bayrağı yere düşürmemekti. Ben bunu yapacaktım. O ana kadar duymadığım bir ses gelip omuzlarımdan aşağıya bastırıyor- “Sapasağlam bu, hem kırılırsa Baltalimanı'na götürür baktırırız, asalım...” diyor. Yukarıya çıkarıyorlar, bir kez düz askıya alınıyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Askıya alınmayı hep istiyorum ama zevkine varamadan birilerinin “Ne yapıyorsunuz kırılacak” sözlerinden sonra indiriliyorum. Bu kez “Saçlarından asalım” diyorlar. Saçlarımı tepeden toplayıp bir bezle birlikte saçlarımı düğümlüyorlar. Havaya kaldırıyorlar. Saçlarımın vücudumu taşıyacağını düşünmüyorum ama ayaklarım yerden kesildi. Saçlarım derimle birlikte kopuyordu sanki. Bazen uzun bazen kısa olmak üzere defalarca indirip kaldırıyorlar. Bu arada düğümü sağlamlaştırmayı da unutmuyorlar. İndirip yere yatırıyorlar, ayaklarımı havaya kaldırıp patlayana kadar falakaya çekiyorlar. Tüm güçleriyle vurduklarından vücudum geriye kayıyor. “Ne o konuşacak mısın?” diyorlar. Tüm bacaklarım uyuşuk, vargücümle vücudumu ileriye doğru itip “Devam edin!” diyorum. Sonra bırakıyorlar. Ayaklarımı ıslattıktan sonra tekrar devam ediyorlar. Bu arada bırakıp önceden alınan arkadaşlardan başka birini getiriyorlar. Tanıdığını, adımı, nerelerde gördüğünü söylüyor. Sonra da bayanı getiriyorlar. O da “Tanımıyorum” diyor. Bana sormuyorlar bile. Yine ayakta bekletilmeye devam ediyorum. Biri aptalca sırıtıp saçlarımı keseceğini söylüyor; 'saçıma taktılar' diye düşünüyorum. Gelip yanda sağlam kalmış taraftan kesiyor, salak aklınca tepki vereceğimi düşünüyor. Kendi kendime, “Temizlendiğinde Sezen Aksu stili olacak” deyip gülüyorum içimden... Böyle anlarda insanın espri yönünü kaybetmemesi gerekiyor. “Poşet getirin!..” diyor şefleri. Bu yöntemi daha önce duymadığım gibi pratikte de yaşamamıştım. Yere yatırıyorlar. İki kişi dizlerimden, iki kişi kollarımdan, biri karnımdan yere bastırarak poşetle ağzımı, burnumu kapatıyorlar. Hiçbir şekilde nefes alamıyorum; biri de göğsümü bastırıyor. Çok kısa, yarım nefes dahi alamayacağım aralıklarla poşeti kaldırıp tekrar kapatıyorlar. “Bu yönteme dayanamayacaksın” diyor şefleri. O an öleceğimi hissettim. Ter içindeyim ve istemsiz kasılmalar yaşıyorum. Bir an son sözlerimi söylemeyi düşündüm, kendimden geçiyorum. Yarı baygınım ağzımı açıyorlar. Tepemde 'Konuşacak herhalde...' sözlerini duyuyorum, kendime gelince bunlara hangi son sözleri söyleyeceğimi kuruyorum. Bunlara son sözlerim, “Devam edin, ağzımdan tek bir kelime dahi duymayacaksınız” olmalı, öyle de yapıyorum. Kudurmuş köpekler gibi devam ediyorlar. Tazyikli suya tutacaklar, “Elbiselerini çıkar” diyorlar. Çıkarıyorum, bu benim şube süreçlerinde uyguladığım bir tavır. Elbiselerini çıkarmamak onları çileden çıkarırken, senin rahat rahat çıkardığını görmekle de aynı tahammülsüzlüğü sergiliyorlar. Özellikle ulusal harekette feodal kültürü kıramamış ya da küçük burjuva devrimci kadın militanlara karşı bu noktayı kullandıklarını biliyorum. Ben çok rahatım. Çünkü onlar onursuzluklarıyla her gün alçalırken, ben onurumla dimdik duruyordum karşılarında. Çünkü ben devrimi, yeniyi ve örgütümü temsil ediyorum. Onlarsa çürümüşlüğü... Üstümü çıkarmama sinirleniyorlar. Tecavüz edeceklerini söylüyorlar. Birisi, “Bu utanmaz, önceden de böyle tavır koymuştu” diyor. “Tavır” kelimesini bastırarak ve alayla söylüyor. Şube süresince bol bol tazyikli suya tutuluyorum, yere yatırıp rahmime hortumla uzun süre su tutuyorlar. Su bana işkence olarak gelmiyor. Vücudumu ayarlayabiliyorum, titremiyorum. Ayrıca müthiş susamıştım, yüzüme tuttuklarında bu ihtiyacımı da gideriyorum. Vantilatörün önünde tutulup biraz kuruduktan sonra el ve ayak parmaklarıma elektrik veriyorlar. Vücudumda, sonra da kafamın etrafında dolaştırmaya başlıyorlar. Beynim yerinden fırlayacak gibi. “Buna elektrikten de bir şey olmuyor” diyorlar. Soru falan sormuyorlar, sırf eziyet olsun diye yaptıkları belli. Tekrar falaka ve poşet yöntemi. Bu kez vücudum çok rahat. Yeni karşılaşılan yöntemlerde bile paniklemedn bu yönteme karşı vücudumu nasıl ayarlayabilirim diye düşünüldüğünde biz de onların ani ve yeni yöntemlerine karşı, karşı yöntemler geliştirebiliriz. Nefesimi ayarlayabiliyorum. Vücudumdaki kasılmalar da durunca “Ne o, artık kasılmıyorsun, lan yoksa poşet delik mi?” deyip poşeti kontrol ediyorlar. Poşet sağlam. “Ulan bunlar her şeye alışır” deyip bırakıyorlar. 3. gece oldu, uykusuzum. Uyurla uyanıklık arasındayım. Önce ayaktaydım, sonra oturduğumu ve uyuduğumu görüyorum. Vurup uyandırıyorlar. Tekrar uyuyorum. Bu ara, başta sordukları soruları tekrar duyuyorum- “Sorumlun, anahtarların evleri, kimlerle görüşüyorsun”... Birkaç yoldaşın ismini söylüyorlar, biri de uydurma... Rüyayla gerçek arasında hissediyorum kendimi. Günlerce uykusuz düşürüp çözmeye çalışma farklı bir yöntem, bunu farkediyorum. Önce sordukları sorulara tepkim ne oldu diye beynimi zorluyorum, evet hiçbir şeye cevap vermediğime emin oluyorum. Başıma birini dikiyorlar ve uyuduğum anda tekmeyi indiriyorlar. 4. gün iki erkek arkadaşı getiriyorlar, benim alınmamdan sonra ifadelerini tekrar yazdırıyorlar. İşkenceciler, “Sen kendine boşuna eziyet ettiriyorsun, senin konuşmana gerek bile yok. Nasılsa üstüne yıllarca yatacağın kadar ifade var, kurtuluşun yok” diyorlar. Ayaklarımı zorla buzun içine koyuyorlar. Tedavi olduğunu biliyorum, engellemeye çalışıyorum. Üç-dört kişi zorla bastırarak koymayı başarıyorlar. Sonra tuzlu suda gezdiriyorlar. O gün akşam hücrelere çıkarılıyorum. Ama hücrelere değil, yine kalorifer borusuna kelepçeleniyorum. Başıma bir gardiyan koyuyorlar. “Bu kesinlikle uyumayacak” diyor papazım. Bunu önceden de tanıyorum, yukarıya çıkarırken de, “Ya bu bizim eski dostumuz, niye işkence yapıyorsunuz hayvanlar” diye kendi arkadaşlarına küfür ediyor. Ben hemen uyuyup kalıyorum, gardiyan cinsel tacizde bulunuyor. Bağırıyorum, “Uyursan böyle olur, bana uyutmayacaksın dediler” diyor. Kendimi zorluyorum ama olmuyor. Kelepçeyi kolumdan zorla çıkararak yere uzanıp uyumuşum. Bunu uyandığımda farkediyorum. Kelepçeli kolum morarmış, gardiyan değişmiş ve ikinci gardiyanın da kaldırmadığını anlıyorum. Tekrar aşağı indiriliyorum. Vücudumdaki morluklara ilaç sürüyorlar, ben de tuvalete gidip yıkıyorum. Bunun üzerine dövüp yukarıya çıkarıyorlar. Bir daha indirmiyorlar. Yukarıya çıkarıldığında bayan yoldaşı gördüm, zafer işareti yapıyorum o da yapıyor. İyi olduğuna seviniyorum. Beni hücrelere değil, teşhis odası denilen yere götürüyorlar. Son güne kadar burada bekletildim. Üç gün sonra şubenin bir anda dolduğunu hissediyorum. Gürültüler koşuşturmalar var. Gazi barikatlarından alınan devrimci bir bayanı getiriyorlar yanıma. Dışarda gelişen son durumu ondan öğrenmeye çalışıyorum. Onda kendine güvensizlik ve korku hakim. Ve sürekli ağlıyor. Onu yatıştırmaya çalışıyorum, ara sıra sinirleniyorum bu tavrına. Sinirlenmek ondaki psikolojiyi daha da bozacak, kızmak Devrim cephesindeki tavrını zayıflatacaktı. Açlık grevine başlamasını sağlıyorum. Tutanağı imzalıyor, başta imzalamamıştı ama birkaç kez işkenceye alındıktan sonra tutanağı imzalayacağını söylüyor. Ona açlık grevi yaptırdığım için de ayrıca dövülüyorum. Bayanı aşağı indirdiklerinde bir şehit haberi almış. “Aygün gibi bir şey” diyor. Tanıyorum, Aygün Uğur'du. Teşhis penceresinden diğer odaya bakan tarafta iki farklı siyasetten erkek arkadaş var. Biri direniyor. Onlara anma yapmayı öneriyorum, kabul ediyorlar. Hepimizin yumrukları havada, “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”ten bir bölüm okuyorum. Hücreler tarafında olsaydık toplu olarak yapacaktık ve işkencecilerin yüreğine korku salacaktık ama olmadı. Yanımdaki arkadaş, “Seni götürürlerse çok kötü olurum” diyordu almaya geldiklerinde. İşkencecilerin “Hadi yine yoldaşlarına kavuşuyorsun, eski dostlarına...” lafları eşliğinde DGM'ye ve oradan da cezaevine götürülüyorum. Ben kazanmıştım. Sonuç olarak kişisel olarak baktığım zaman iyi bir gözaltı geçirdim. Kolektif olarak oradaki tüm yoldaşlarla bunu yapabilmiş olsaydık tabii çok daha anlamlı olacaktı. Bütünde bu sağlanamadığı için tek başına kendi tavrımı bu noktadan bakınca çok fazla olumlu görmüyorum. Gözaltımın benim açımdan önemli yanı ise gözaltılarımın giderek daha iyi bir çizgide yükselen bir gelişim göstermesi. Örneğin, ilk gözaltımda, yoldaşlarıma olan duygusal bağlılığımdan dolayı ifade vermemem belirleyici olurken, bu giderek düşmanı daha iyi tanıyarak, hem yoldaşlarıma hem örgütüme hem de ideallerime olan bağlılığımın bir arada gelişmesiyle sağlamlaşıyor. Ne küçük burjuva gurur ne de kör bir inat. İnanç ve ideallerimi koruma uğruna alabildiğine inat, alabildiğine grur. Bir Temmuz sacığında yoldaşlarımızın zindanlardan estirdiği özgürlük rüzgarı ve şehitlerimizin denetleyen gözleri karşısında ise başım dik. Biz Kazanacağız! Yaşasın TİKB! alinteri.org 08 Ocak 2011 |