Yapım Tarihi - 2019
Süre - 00:00:00
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe
Yönetmen - Gül Büyükbeşe
Yapımcı - Sibel Tekin
Kameraman - Sibel Tekin, Levent Ahi, Hayri Çölaşan
Kurgu - Sibel Tekin
Renk Düzeltme - Onur Şen
Çeviri - Kate Ferguson, Azad Zal
2015’den bu yana Türkiye, kendi tarihinin belki de en kanlı, şiddetli,
kasvetli yıllarını yaşıyor. 2015-2017 arasında Türkiye’nin farklı
bölgelerinde toplamda 42 patlama yaşandı ve bu patlamaların çoğunun ardında
IŞİD vardı. Yetmedi; kanlı katillerin eylemlerine politik şiddet eşlik etti.
Türkiye, IŞİD’in “İslam Devleti” ilan ettiği topraklarla uzun bir sınıra
sahip. 2013 ve 2018 arasında amaçları İşid’e katılmak olan binlerce genç
kadın ve adam bu sınırdan geçti. Bu geçişler yüzünden Türkiye bir “cihad
otobanına” dönüştü. Türkiye karayollarından IŞİD’e akan insanların arasında
Türkiyeliler de vardı. Bu insanların bir kısmı daha sonra intihar bombacısı
olarak ülkeye geri döndü ve biz öldük!
“ölüm ne yana düşer usta” bu saldırıların içindeki en kanlı üç katliama; 5
Haziran Diyarbakır, 20 Temmuz Suruç, 10 Ekim Ankara katliamlarına çeviriyor
kamerayı. Çünkü bu üç katliamda 140 canımızı kaybettik, yüzlerce insan sakat
kaldı, binlerce insan yaralandı. Hiçbirimiz bir daha aynı olmadık.
Belgesel bu katliamların tanıklarının öykülerine ve izleyen çalkantılı
sürecin hukuki altyapına açıklık getiren avukat söyleşileri ile o dönemin
hafıza kaydını tutmayı amaçlıyor. Katliamların gerçek görüntüleri,
tanıkların öyküleri ve avukatların anlatımları izleyicinin tek bir soru
sorması için, bu katliamlar önlenebilir miydi? Öyleyse, neden önlenmedi?
TELL ME, WHERE WILL DEATH FALL
In recent years, Turkey has been facing the most brutal times of its history.
The main theme of the brutality is the political violence people of Turkey
faced. During that period, there were approximately 42 explosions in
different cities and communities of the country, with ISIS behind most of
them.
Turkey has a notable role in the shaping of ISIS as it shares miles of
border with the land ISIS declared the “Islamic State.” Between 2013 and
2018, thousands of young men and women have passed across this border to
reach ISIS’s territories. Turkey transformed into a “jihad highway” for
those who wanted to live on the so-called “Islamic soil.” There were also
Turkish citizens among them, who came back to their country minted as
suicide bombers.
“Tell Me, Where Will Death Fall” is a film focusing on the most violent
bombings in this episode: Diyarbakır, Suruç and Ankara Attacks where 140
people have lost their lives, hundreds have become permanently disabled and
thousands injured. No one among us has ever felt well again.
The documentary aims to constructs a collective memory of these explosions,
and the turbulent era that followed, by allowing the victims and witnesses
to narrate their paths. These narratives are supplemented by interviews with
the lawyers who provide the legal structure the memories stand on.
Throughout all these meticulous conversations, we, as the audience, watch
the footage of the explosions and their aftermath, and wonder whether these
suicidal bombings could be prevented, and, if so, why they were not.
Çankaya Belediyesi
Çağdaş Sanatlar Merkezi, Ankara, 10 Ekim Katliamının 4. Yıl Anması, Gösterim.
2019
Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezi, İzmir, 10 Ekim Katliamının 4. Yıl Anması,
Gösterim.
10 Ekim 2019
10. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, Gösterim Seçkisi. 2019
Kameralarını barışa çevirdiler
IŞİD’in Türkiye’de gerçekleştirdiği 4 katliama ışık tutan ‘Ölüm Ne Yana
Düşer Usta’ belgeselinin yönetmeni Büyükbeşe, ‘Barış isteyen insanların
hikayelerini anlatmaya ve barış demeye devam edeceğiz’ dedi
Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye’ye karşı başlattığı operasyon, önceki gün
alınan ateşkes kararına rağmen halen devam ediyor. Bombardıman sırasında
Kuzey ve Doğu Suriye cezaevlerinde bulunan IŞİD’liler kaçarken, hem Türkiye
halkları hem de dünya çetelerin varlığından kaygılı. Tam da bu süreçte,
yönetmenliğini Gül Büyükbeşe’nin, yapımcılığını da Sibel Tekin’in yaptığı
“Ölüm Ne Yana Düşer Usta” adlı belgesel yapım dikkat çekiyor. Belgesel, 5
Haziran 2015 Diyarbakır Mitingi, 20 Temmuz Suruç Katliamı, 10 Ekim Ankara
Gar Katliamı, 20 Ağustos 2016 Antep Düğün Katliamı’na ışık tutuyor. Yönetmen
Büyükbeşe ve yapımcı Tekin, Jinnews’e konuştu.
‘Bir daha eskisi gibi olmadı’
Aynı zamanda Ankara Katliamı tanıklarından Büyükbeşe, kimsenin hayatlarını
bir daha eskisi gibi yaşayamadığını belirterek, 30 yıllık belgeselci olarak
öncelikle belgeselin altından kalkamayacakları hissine kapılırken, geleceğe
belge bırakmanın bir belgeselcinin en temel görevi olduğu düşüncesiyle
çalışmalara başladıklarını ifade etti. Katliamları işleyen hücrenin önde
gelen ve 2016’lara kadar hayatta olan çetelerin 2012’den itibaren 85 kez
teknik takibe alınarak sürekli izlendiklerini ama hiç operasyona
dönüştürülmediğini söyleyen Büyükbeşe, “Bu insanların nerede yaşadıkları,
hangi evi hücre olarak kullandıkları, hangi depolarda amonyum ve onlarca
malzemeyi tutukları bilgi dahilinde olmuş bir şey ve bütün avukat
arkadaşlarımın söylediği bir şey vardı; eğer Diyarbakır’da düzgün bir
soruşturma yapılsaydı Suruç olmayacaktı, Suruç’ta düzgün bir soruşturma
yapılsaydı ya da gizlilik kararı çıkmasaydı ve avukatlara inceleme imkânı
verilseydi Ankara olmayacaktı. Çünkü biliyorsunuz Suruç ve Ankara katliamını
gerçekleştiren iki canlı bomba kardeş. Bunlar aranan iki kardeş” dedi.
‘Anmalarda onlarlayız’
Video aktivisti, belgeselci ve bireysel kamera kullanan birçok kişinin
görüntülerinden faydalandıklarını söyleyen filmin yapımcısı Sibel Tekin ise
hala mahkemeleri takip ettiğini söyledi. Tekin, sözlerine şöyle devam etti:
“Katliamın ertesi günü Ankara’ya gittim. Hala anmaları, mahkemeleri takip
ediyorum. Öyle olunca aileleri, yaralıları daha çok biliyorum, yapımcılığım
da çok insan tanımamdan kaynaklı. 10 Ekim çok yakından bildiğimiz bir şeydi,
Suruç da öyle oldu. Anmalarda onların yanında olma ihtiyacı hissediyoruz.
Birçok yerden görüntüler verildi. Daha önce Rojava belgeselini yapan arkadaş
dedi. Fotoğraf ve video aktivisti arkadaşlar. İmece kameramanı İdris
Dedeoğlu, Turgut abi kayıttan hiç çıkmadı zaten, polislerin saldırıları
görülebiliyordu.”
‘Bakamadığımız görüntüler…’
Tekin, binlerce görüntüden seçim yapılırken, bakamadıkları görüntüyü
kullanmama kararı aldıklarını dile getirerek, “Aramızda da bu işin sınırının
ne olacağını da tartıştık. Bir yandan orada yaşayan kitleye ne yaşandığını
anlatmak zorundaydık. En zorlandığımız da o olacak” diye konuştu.
‘Öfke diri tutuyor’
“Bunca şeyi bilmenin, öfkenin hep canlı kalmasını, öfkenin ise ayakta
tuttuğunu” ifade eden Büyükbeşe, evlatlarını kaybetmiş annelerin,
sevgililerin, eşlerini kaybetmiş insanların, annelerini, babalarını
kaybetmiş evlatların duygularını oldukça yoğun yaşadığını aktardı. Belgesele
ilişkin tanıklıklardan ve avukatların verdiği bilgilere dayanarak IŞİD’i
anlatan bir kitapla teorik altyapıyı oluşturmak istediklerini dile getiren
Büyükbeşe, “Türkiye’nin içinden geçtiği sürecin, emperyalizmin
taşeronluğunun, Suriye’deki çılgınlığın da bir teorik altyapıya ihtiyacı
var. Türkiye politikasının neden değiştiği ortaya çıksın. Bir sürü katliamda
hedef kitlesinin neden onlar olduğu anlaşılsın. Birkaç röportaj daha yaparak
bunu kitaba dönüştürme fikrimiz de var ama basacak yayınevi bulabilirsek.
Enflasyon nedeniyle basılamayabilir ama en azından internete koyabiliriz”
sözlerini kullandı. Büyükbeşe, ayrıca, “Barış isteyen insanların
hikayelerini anlatmaya ve barış demeye devam edeceğiz” diye sözlerine
ekledi.
18 Ekim 2019
yeniyasamgazetesi1.com
'Ölüm ne yana düşer usta' filminin yönetmeni Gül Büyükbeşe: Bizim öfkemiz
her zaman üretime, dayanışmaya ve direnişe yöneliktir
Türkiye'de yakın tarihte yaşanan katliamların anlatıldığı "Ölüm ne yana
düşer usta" isimli belgesel filmin yönetmenliğini yapan Gül Büyükbeşe ile
konuştuk. Büyükbeşe, belgesel filmini yaparken hissettiklerini, katliam
süreçlerini İleri Haber'e değerlendirdi.
10 Ekim Ankara Gar Katliamı'nın yıl dönümünde, Türkiye yakın tarihinin üç
büyük katliamını konu alan "Ölüm ne yana düşer usta" filminin yönetmeni Gül
Büyükbeşe ile konuştuk. Filmin yönetmeni Gül Büyükbeşe ve yapımcısı Sibel
Tekin.
Bu belgesel filmi yapmanın kendileri için zorunluluk olduğunu dile getiren
Büyükbeşe, "Özellikle de Türkiye’nin bugün içinden geçtiği karanlık dönemde,
bundan diyelim ki 20 yıl sonra dönüp geriye bakacaklar için, bugün üretilen
belgelerin sonsuz önemi var. Bugünün belgesini üretmenin bir sorumluluk
olduğunu düşünüyoruz” dedi.
Yıllardır, birçok insanda travma yaratan katliamlar meydana geldi. Bunu
yaşayanlar için zaten zor bir şey. Oradan bir şekilde kurtulanlar,
yaralananlar, yakınlarını kaybedenler için çok çok zor bir durum. Bu
belgeseli hazırlamak da herhalde zor bir şeydir. Siz bu belgesel filmi
yapmaya hangi hislerle, nasıl karar verdiniz?
Büyükbeşe: Ben de o gün alanda olan binlerce insandan biriyim. Yani orada
üstelikte bombaların patladığı yere yakın mesafede olan insanların yaşadığı
travmayı en en derinden anlayan insanlardan biriyim, öyle başlamalıyım. Ama
buna ek olarak belgesel sinemacı olduğumu da vurgulamalıyım. Doğal olarak, o
travmayı ben de yaşadım, üstelik de uzun süre yaşadım ve itiraf etmeliyim
ki, ilk başlarda bu meseleyle ilgili bir film yapabilecek kuvvette
hissetmiyordum kendimi. Fakat çok kısa süre sonra çok yakın bir arkadaşım
olan Mustafa Ünlü "AHH" belgeselini yaparken ona yardımcı oldum. O gün orada
bulunanlar bir anlamda benim doğal çevrem olduğu için Mustafa’ya filmde
konuk olacaklar konusunda önerilerde bulundum. Dolayısıyla kendimi aslında
kaçındığım sürecin içinde buluverdim. Ahh Ankara katliamı ile ilgili
yapılmış en kapsamlı, en erken ve en iyi filmlerden biridir. Ancak biraz
zaman geçtikten, süreç ilerledikten ve resim daha net görülmeye başladıktan
sonra yine çok yakınım olan ve kendisi de belgesel üreten Sibel Tekin’le bu
işi yapmanın artık bir zorunluluk olduğuna kanaat getirdik. Sonuç olarak
Sibel filmin yapımcılığını, ben ise yönetmenliğini üstlendik.
Bu filmi yapmak bir zorunluktu, evet. Ben belgesel sinemacıyım. Bir
belgeselci öncelikle belge üretir. Birçok başka tanımının yanı sıra bunu
belki de, ilk sırada vurgulamalıyız. Özellikle de, Türkiye’nin bugün içinden
geçtiği karanlık dönemde, bundan diyelim ki 20 yıl sonra dönüp geriye
bakacak kişiler için, bugün üretilen belgelerin sonsuz önemi olacak. Yani
belge üretmeyi geleceğe dönük bir sorumluluk gibi algılıyorum ben.
Mesleğimden kaynaklanan bir sorumluluk gibi algılıyorum, siyasi görüşümden,
dünya görüşümden kaynaklanan bir sorumluluk gibi algılıyorum ve bu karanlık
döneme direnebilmenin de bir yolu olarak da algılıyorum. Dolayısıyla bir
anlamda kendini dayattı bu film.
Dünya görüşüm gereği, ben sonuca değil, sürece bakıyorum. Eğer sadece sonuca
bakıyor olsaydık, “10 Ekim’de Ankara’da Gar Meydanında iki bomba birkaç
saniye arayla patladı. 103 kişiyi kaybettik.” dedikten sonra susmamız
gerekirdi. Çünkü bu sadece görünen sonuç. Ama o gün oraya iki intihar
bombacısını taşıyan sürecin ne olduğunu merak etmek süreci idrak etmeyi,
yani resmin bütününe bakmayı gerektiriyor...
'BU ÇALIŞMA ÖNÜME BİR GÖREV OLARAK GELDİ'
Bu üç katliam hem Türkiye’nin dış politikasından, hem de Türkiye’de olan
bitenden, Türkiye’nin muhalif kesimlerinin yaşadıklarından elbette ayrı
düşünülemez. Dolayısıyla filmi de öyle bir tabana oturtmak gerekiyordu. Bu
bir ahlaki sorumluluktu aynı zamanda; çünkü artık süreç belirginleşmişti ve
biz resmi görüp yorumlayabilir hale gelmiştik. Mahkeme süreci başlamıştı.
Öte yandan mutlaka vurgulamam gereken bir şey var, süreç içinde Ankara
Katliamı’nda sevdiklerini kaybeden ailelerle tanıştık, onların sonsuz
acılarına ama o acıya eşlik eden dayanışmaya ve dirence tanık olduk. Bu bir
belgeselcinin sorumluluğunu misliyle arttıran bir durum. Yani geleceğe belge
bırakmak sorumluluğu kadar dayanışmaya, gücümüzün ve becerimizin yettiği
şekilde katkıda bulunmak zorunluluğunu da vurgulamam gerekiyor.
Üçüncü olarak da şunu söylemem gerekiyor; travma sonrası bir yas sürecinden
ve sonrasında bir iyileşme sürecinden bahsedilir. Psikologlar buna ne tepki
verir bilmiyorum ama, kendi adıma o süreci atlatmanın yolu, biraz da
hepimizi yasa boğan o meseleyle ilgili bir ürün oluşturabilmekti. Yani bir
anlamda bu film bizim için o yası atlatmanın da bir yoluydu diyebilirim.
Sonuç olarak belge bırakmak sorumluluğu, ortaya çıkan ve her gün gelişen
dayanışmaya katkıda bulunmak sorumluluğu ve yas sürecini atlatmak çabası..
Hangisi öncelikli olursa olsun, bu film önümüze bir görev olarak geldi.
Yapmamak düşünülemezdi.
Süreçten bahsettiniz, biz sonuca değil sürece bakıyoruz dediniz. 7 Haziran
ve 1 Kasım arasındaki bir süreçte çok sayıda insan hayatını kaybetti. O
süreçte özellikle siyasi iktidar tarafından, '400 milletvekilini verin bu iş
çözülsün' denildi. Birçok şey söylendi, yetkililer gazetecilerin sorularına
sırıtarak cep verdi... Bu gibi durumlarda olayın üstünün kapatılması ve
sorumluların ortaya çıkmaması oldukça alışılan bir durum. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
'ÜÇ KATLİAMI BİRBİRİNDEN AYIRMAMAK GEREKİR'
Büyükbeşe: Gayet iyi biliyoruz ki şiddetin farklı yüzleri var. Şiddet,
kendisini tek bir bir biçimde göstermiyor. Örneğin IŞİD neredeyse
pornografik diyebileceğimiz bir şiddet sergiliyordu ve hatta bunu seyirlik
bir gösteriye dönüştürmüş durumdaydı. Tam bu noktada şunu özellikle
vurgulamam gerekiyor, bu üç katliamı birbirinden ayırmamak lazım. 5 Haziran
Diyarbakır Katliamı, ardından 20 Temmuz Suruç Katliamı ve 10 Ekim Ankara Gar
Katliamı aynı hücrenin işidir. Bu üç katliama 2016 Ağustos’undaki Gaziantep
Düğün Katliamını da eklemek gerekiyor. Diyebilirim k; IŞİD Türkiye
yapılanması içindeki ülke içindeki eylemleri üstlenen yegane yapı olan
Gaziantep yapılanması, katliamlar boyunca tekniğini mükemmelleştirdi. Gayet
doğal olarak tepki uyandırabilecek bu yorumla aslında şunu demeye
çalışıyorum, Diyarbakır Katliamı’nda iki bomba bırakıldı meydana; biri bir
çay ocağına, diğeri bir çöp kutusuna. Sonucu beş candı, Diyarbakır’da 5
kişiyi kaybettik. Suruç katliamında küçük bir alanda bir canlı bomba
kendisini patlattı; 33 canı kaybettik. Ankara’da binlerce kişi henüz kortej
oluşmaya başlarken, yani yürüyüş henüz başlamamışken, iki canlı bomba 4
saniye ara ile kendisini patlattı. Ankara’da Işid canlı bomba yeleklerinin
içine bilye koymayı akıl etmişti, dolayısıyla daha fazla zarar verecek bir
teknik geliştirmişti. 103 yoldaşımız alanda can verdi. Yüzlerce kişi
yaralandı, geri dönüşsüz kayıplar yaşandı. Bu Işid şiddeti. Şiddetin
görebileceğimiz en kıyıcı örneklerinde biri, belki de birincisi.
Ekleyerek devam ediyorum; biz mahkeme başlayana kadar ve sonrasında başlayıp
devam ederken şiddetin bir başka yüzü ile karşılaştık. Burada öncelikle
katliamdan hemen sonra getirilen gizlilik kararlarından söz etmek lazım. Her
üç katliamda da alınan gizlilik kararlarıyla, avukat arkadaşlarımızın bu
sürecin peşini kovalamalarının önüne engel getirildi. Şunu da ekleyebiliriz;
eğer Diyarbakır Katliamı’na ilişkin soruşturma doğru düzgün yapılsaydı Suruç
Katliamı olmayabilirdi. Ama şurası kesin ki, Suruç Katliamı’nın hemen
ardından soruşturma derinleştirilebilseydi, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı
olamayacaktı. Getirilen gizlilik kararları avukat arkadaşlarımızın sürece
vakıf olmalarını, dolayısıyla tehlikeyi önceden fark ederek soruşturmaları
yönlendirebilmelerini engelledi. Çünkü dosyalar onlardan kaçırıldı.
Şunu da biliyoruz, 14 Eylül 2015 tarihli Ankara Emniyeti’ne gelmiş ve
neredeyse Gar katliamını tarif eden hatta bombacıların neredeyse isimlerini
söyleyen bir istihbarat var ve ciddiye alınmamış bir istihbarat bu. Suruç’ta
kendisini patlatan canlı bomba ile Ankara’da kendisini patlatan canlı bomba
kardeş, biliyorsunuz; Alagöz kardeşler. Bu iki canlı bomba “terör nitelikli
aranan şahıs” olarak emniyetin kayıtlarında bulunuyor. Bütün bu gayet
tartışmalı noktalara ek olarak; Gaziantep yapılanmasının başındaki isimler,
2012'den beri teknik takip altındalar. 85 kez savcılık tarafından teknik
takip kararı verilmiş, yıllarca teknik takip yapılmış koca bir dosyadan
bahsediyoruz; bu insanların nerede yaşadıkları biliniyor, ne işle iştigal
ettikleri biliniyor, hücre evleri biliniyor, nereyi depo olarak
kullandıkları ve bu canlı bomba yeleklerini nerede tuttukları biliniyor.
İşte bütün bunu bilenler Ankara Katliamı mahkemesi boyunca yargı önüne
getirilmedi.
Diyarbakır ve Suruç Katliamı mahkemelerinde kamu görevlileri yargılandı. Bu
yargılamalar asıl dosyalarla birleştirilmedi ve yargılanan kişiler gerçekten
çok komik cezalarla bu süreçten kurtuldular. Biz Ankara’da bundan bile
mahrum kaldık.
Şiddet derken, şiddetin değişik yüzleri var derken, biraz da bunu
kastediyorum. Bana kalırsa bu da bir tür şiddet. Aileler açısından, o
travmanın içinden sağ çıkmaya kalanlar açısından, biz arda kalanlar
açısından, bu da şiddetin bir türü.
Konu aldığınız katliamlardaki en önemli ortak nokta, katledilen insanların
hepsinin barış istiyor olması. Fakat her ne kadar barış istense de; siyasi
iktidar, bir şekilde sıkıştığı dönemlerde ya içe dönük katliamlarla ayakta
durmaya çalıştı ya da dışa dönük operasyonlar yapmaya başladı. Bunlardan bir
tanesini de şu anda yaşıyoruz: Kuzey Suriye'deki operasyon. Siz bu
operasyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Büyükbeşe: 18 yıllık süreç boyunca, benimsenen dış politikaya bir bakalım;
stratejik derinlikten, değerli yalnızlığa, Şam'da namaz kılmaktan, Neo
Osmanlı hayallere kadar birçok eşik ve tavırdan geçerek en sonunda beka
sorununa kadar geldik. Şahsen güvenli bölge tartışmasının, iç politikada da,
dış politikada da bir koz olarak önümüze çıkartıldığını düşünüyorum. “Bir
gece ansızın girebiliriz” diye özetleyebileceğimiz durumun ne zaman
olacağının belirsizliği hepimizi meşgul etmeye devam ediyordu ve kabul
etmeliyiz ki iktidar açısından gayet kullanışlı bir söylem idi.
Size bir açıdan katılıyorum; sınır ötesi bu harekat, iktidarın iç politikada
gayet sıkıştığı bir dönemde neredeyse kaçınılmaz bir hamle olarak ortaya
çıktı. Ben bu güvenli bölge meselesinin asıl olarak bir demografik
değişiklik yaratma amacı güttüğünü düşünüyorum. Türkiye içindeki Suriye'li
mültecilerin durumu, bölgedeki etnik kimlikler ve dini mezhepler açısından
bakıldığında bunun böyle olma olasılığı çok yüksek görünüyor. Belli ki;
güvenli bölge olarak tabir edilen ve sınırları hayli belirsiz olan bölgenin
, Kürt nüfusundan arındırılması öngörülüyor. Tablo böyle şekilleniyor.
Tam buraya gelmişken şunu vurgulamak gerektiğini düşünüyorum, AKP
iktidarının zaten can çekişmekte olan çözüm sürecinden vazgeçtikten sonra, o
karanlık 2015 yılının 22 Temmuz’unda, Ceylanpınar'da 2 polisin
öldürülmesinin ardından çözüm süreci resmen bitirildi. Parantez açarak o
davayla ilgili hiç bir tutuklu sanık kalmadığını da vurgulamak gerekiyor. O
noktadan sonra, yani “çözüm sürecinin” lafının bile kalmadığı andan sonrası
için artık çözüm politikalarından değil güvenlik politikalarından
bahsedebiliriz. Temel vurgunun “güvenlik politikalarında” olduğunu
söyleyebiliriz.
Burada sanırım biraz da şuraya değinmek gerekir; neoliberal devlet,
sanılanın aksine küçülmüş bir devlet değil. Neoliberal devlet, geniş
kitlelerin mülksüzleşmesi yoluyla sermaye sınıfını palazlandıran bir devlet
ama devletin iç mimarisinde de bir değişiklik yapmış bir devlet. Kapitalist
dünyada neoliberal politikaları uygulayan hemen bütün ülkelerde bunu gördük
aslında. Bir kere sosyal devlet paradigmasından tümüyle vazgeçildi. Sosyal
devlet, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerinin daha geniş olduğu bir
yaşam alanını ifade ediyor. İnsanların hak ve özgürlüklerinin daha geniş
olduğu durumlarda devletin zor aygıtı küçülür. Ama neoliberal döneme
geçildikten sonra rıza mühendisliğinin yetmediği durumlarda, mülksüzleşen
kitlelerin olası karşı çıkışlarını bastırmak için devletin zor aygıtı
giderek büyüdü. Bu vurgunun gayet önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette terör
tanımı da her zaman ve gayet muallaktır, siyasi olarak durduğunuz yer neyi
terör olarak algıladığınızı tümüyle belirler. Sizin terörist dediklerinize,
iktidar “bizim oğlanlar” diyebilir örneğin. Türkiye’de devletin uyguladığı
güvenlik politikalarının uçlarını da bu temel saptamalardan ayırarak
konuşmak kanımca mümkün değil.
'ISRARLA BARIŞ İSTEMEYE DEVAM EDECEĞİZ'
Konu ısrarla başka konuları çağırıyor. Tam burada kesip başka bir şey
söylemek istiyorum. IŞİD'in bir devlet ve halifelik ilan edip kendisine
İslam devleti dediği dönem boyunca, Türkiye gayet iyi biliyoruz ki, bir
cihat otobanına dönüştü. Bilgisayarının başında bir şekilde IŞİD'le tanışmış
ve sistemle barışamadan Avrupa’da yaşayan Müslüman gençler, Türkiye yoluyla
"cihad"a yani savaşa gittiler. Bu insanların hemen hepsi Türkiye'den geçti.
Gaziantep’in “Peşaverleşmesi” meselesi de o dönem çok tartışıldı. Demeye
çalıştığım şu, devletin güvenlik aygıtının bütün bu süreç yaşanırken yani
IŞİD'a katılmak üzere yüzlerce kadın ve erkek Türkiye karayollarında
seyreden otobüsleri doldurmuşken, devletin güvenlik aygıtının bu meseleyle
pek de ilgili olmadığını ilerleyen süreç içerisinde gördük. Çünkü, bu
insanların bir kısmı Türkiye’ye intihar bombacısı olarak döndü ve biz öldük.
Ama tersine, özellikle şimdiki gibi dış harekatların yaşandığı dönemlerde
yani “milli birlik beraberlik” söyleminin yoğunlaştığı, hamasetin neredeyse
tek jargon haline geldiği süreçlerde barış diyen herkes kriminalize edildi,
suçlulaştırıldı, düşmanlaştırıldı. Afrin Harekatı döneminde de bunu ördük,
inadına “barış” diyen arkadaşlarımız gözaltına alındılar, birçoğunun davası
hala sürüyor. Çünkü “barış” demek en büyük suçtu. Bugün de aynı süreç
yaşanıyor. Ama biz Türkiye'nin soldan bakan muhalifleri, savaşın
korkunçluğunu sadece teorik olarak değil sınırlarımızın içinde
yaşadıklarımızdan ötürü de bilen, eşitliğe, adalete ve insan onuruna inanan
insanlar olarak ısrarla ve ısrarla barış demeye devam edeceğiz.
Belgesel filminizin son kısmında bir öfke konusunu işliyorsunuz. Zaten filmi
izleyenler ister istemez öfkeleniyor. Öfkeleniyor, etkileniyor, üzülüyor...
Siz bu belgesel filminizi oluştururken, öfkelendiniz mi?
'BELGESEL ÖFKEDEN ÇOK UMUT İÇERİYOR'
Büyükbeşe: Aslında bu saptamanıza bir itirazım var. Ben belgeselin son
kısmının öfkeden ziyade umut içerdiğini, umut aşıladığını düşünüyorum.
Diyarbakır katliamında iki bacağını da kaybeden Lisa Çalan'ın "Diyarbakır
katliamı iki bacağımı aldı, Sur ise ayak izlerimi" demesi ama protez
bacaklarıyla halay çekebiliyor olması başlı başına bir umuttur. Lisa şunu
söylüyor; “iki bacağım varsa ve iyisem neden kalkıp halay çekmeyeyim? Ya da
Suruç'ta annesini ve abisini kaybeden dünyalar güzeli Sinem Kılıç, Ahmet
Telli'nin dizeleriyle "Hangi dağ efkarlıysa oradayız, perişan edilen her şey
bizimdir” diyor. Bunlar umut aşılamıyorsa, başka ne umut aşılar bir insana,
bilemiyorum.
Ancak evet, öfke de yadsınamaz bir duygu. Fakat bizim öfkemiz sanılanın
aksine şiddet içermez.
Bizim öfkemiz direncimizi arttırır, dayanışmamızı arttırır. Bizim öfkemiz
birbirimizi bulmamızı sağlar ve hepimizin kendi alanında, yaptığı işi iyi
yapmak için gayret göstermesine neden olur. Benim öfkem, beni bu filmi
yapmaya yöneltti. Ya da Sibel'in öfkesi, filmin yapımcılığını üstlenen canım
arkadaşım Sibel Tekin'in öfkesi, onu bu filmi yapmaya yöneltti.
Bizim öfkemiz, şiddet üretmez. Bizim öfkemiz, yakıcı değildir. Bizim öfkemiz
yıkıcı değildir. Bizim öfkemiz her zaman üretime, dayanışmaya ve direnişe
yöneliktir. Son sözüm bu olsun.