Yapım Tarihi - 2004
Süre - 00:18:13
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe
Yönetmen - Dilek Takımcı İmançer (Yrd. Doç. Dr.)
Kameraman - Ufuk Uğur, Arda Sarıgün, Özgür Ceylan, Celal Çamur
Kurgu - Arda Sarıgün
Grafik - Celal Çamur
Müzik - Mehmet Göktaş
Set Fotografları - Özgür Ceylan, Celal Çamur
Araştırma - Oya Paker, Savaş Yetim
Ulaşım - Tamer Dokuzoğuz
Sarıcova'da Düğün
A gız bana gelseydin ölürdün acından
Öğütler mi aldın ne? Anandan, bacından
Gız ben ölüyom senin ucundan
Hünkârım benim, sultanım benim
Geçmiş ile bağını koparmak istemeyen, geçmişin değerlerinin yaşatılması
taraftarı olanlar için, geleneksel değerlerin çok fazla dikkate alınmaması, hep
bir üzüntü kaynağı olmuştur. Geçmiş ile bağları çok sağlam olan, ancak modern
dünyada yaşamak zorunda kaldıklarından, o döneme ait olan ritüelleri göremeyen
ve yaşayamayan kişiler için Aydın’ın Kuyucak ilçesine bağlı Sarıcaova köyü
önemli bir yer. Alevi bir dağ köyü olan Sarıcaova’dan ben de Savaş Yetim adlı
öğrencim sayesinde haberdar oldum. Savaş’ın, Sarıcaova’da geleneksel değerlerin
hala yaşatılmaya çalışıldığını anlatması ilgimi çekmişti. Bu ilgimi fark eden
Savaş, bir gün elinde kenarları kuru karanfiller ve boncuk işlemeli bir yazma
ile gelmiş, beni köylerinde bir düğüne davet etmişti. Köylerinde davetlilere,
davetiye yerine yazma gönderiliyor, buna da “okuntu” deniyormuş. Bu davet
üzerine Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümünde
belgesel çekmeye gönül vermiş akademisyen arkadaşlarım ve öğrencilerimle
birlikte Sarıcaova’da düğün belgeseli çekmek üzere yola çıktık.
Aydın Kuyucak’a ulaştıktan sonra, bir dağ yoluna çıkmaya başlamıştık, yolda
giderken yol kenarında incir ağaçlarının ermiş meyveleri bizi kendisine davet
etse de başkasının olabileceği düşüncesiyle yolumuza devam etmiştik. Sürekli
dağın zirvesine doğru tırmanıyor, küçük yeşillikler içindeki köyleri arkamızda
bırakıyorduk. Artık sabırsızlanmaya başlamıştık, her gördüğümüz köyü, Sarıcaova
sanıyorduk ama değildi. Daha da tırmanmamız ve zirvede en son kurulan köye kadar
çıkmak zorundaydık.
Nihayet Sarıcaova’ya geldik. Sarıcaova, zirvede yeşillikler içinde, adeta saklı
bir cennet gibiydi. Köye ulaştığımızda bizi, kapı önünde oturmuş, sohbet eden
yaşlı kadınlar karşıladı. Bu güler yüzlü yaşlı kadınların örtündükleri renkli
oyalı yazmaları, yazmalarının kenarından kulaklarına tutturdukları taze çiçekler
ve gül desenli basma elbiselerinin üstünde dizilmiş mavi boncuklu karanfil
kolyeleri, benim için inanılmazdı. Kulaklarına neden çiçek ve karanfil kolye
taktıklarını sorduğumda bana “Eskiden parfüm mü vardı? Bu da bizim parfümümüz”
yanıtını almıştım.
Köyü dolaşırken kapı önlerinde karanfil kolyeli başka kadınların da olduğunu
gördüm. Köy adeta çiçek, meyve bahçesiydi, her evin bahçesinde rengârenk
çiçekler ve ağaçların dallarını kıran elmalar, şeftaliler, armutların müthiş bir
görüntüsü vardı. Tabi tüm bu güzellikleri meydana çıkaran köyün sokaklarının
temizliğiydi.
Konaklamak için Savaş’ın ailesinin evine gittiğimizde evdeki misafirperverlik,
kendimizi evimizde hissetmemizi sağlamıştı. Hele Savaş’ların kapı komşusu,
öğretmen emeklisi, Hasan hocanın balkonunda, güneş batımında, kendi yaptığı
meyve şarapları eşliğinde verdiği bağlama konseri unutulmazdı.
İlk gün çoktan köyün büyüsüne kapılmıştık. Ertesi gün düğün başlıyordu, bu
yüzden erkenden kalkıp, düğün ritüellerini kaydetmemiz gerekiyordu. Bir yandan
bunları düşünürken bir yandan da belgeselde ‘nasıl bir anlatım kurabilirim?’
diye düşünmeye başlamıştım, kronolojik kuru bir anlatım kurmak istemiyordum.
Köydeki yaşlı kadınları takip edersem, içine düşmekten korktuğum kuru anlatım
tuzağına düşmeyeceğimi fark ettim. Evet! Tamam! Bu düğünü onların bakış açısıyla
anlatacaktım. Yaşlı kadınlardan, şimdiki düğünlerde uygulanan gelenekleri, kendi
zamanlarındaki düğünler ile karşılaştırmalarını isteyecektim. Böylece hem düğünü
adım adım izleyecektim hem de yaşlı kadınlara düğün geleneklerini anlattıracak
röportajlar yapacaktım.
Düğünün ilk günü, bana gönderilen düğün davetiyesinin köyde nasıl dağıtıldığını
sorduğumda, gelinin yakın arkadaşı bir genç kızın geline ait tüm takıları
takarak köydeki evleri tek tek dolaşarak dağıttığı cevabını aldım. Genç kız, tüm
köyü davet ettikten sonra oğlan evine gider, gelinin altınlarını çıkarıp iade
ettikten sonra, oğlan evinin vereceği hediyeyi alarak görevini tamamlarmış.
Sabahın erken saatlerinde düğün gelenekleri ile ilgili bilgi toplarken, köyün
gençlerinin oğlan evinin kapısında toplandıklarını gördük. Ormana gideceklermiş,
düğün evine Türk bayrağı asmak için ormandan ağaç kesilecekmiş.
Birkaç saat sonra gençler kestikleri ağaç ile birlikte davul zurna eşliğinde
eğlene eğlene gelirler. Sonra köyde manevi lider konumunda olan “baba”, düğün
evinin önünde çatıya kadar uzanan sırığa bayrağı salavat ve dualar ile bağlar.
Bayrak asıldıktan sonra köyde birbirleriyle iyi günde kötü günde kardeşlik ve
dayanışma yemini etmiş, “müsahip” olarak adlandırılan evli çiftler düğün için
kesilen koyunun ciğerinden yapılan yemekleri yedikten sonra evlenecek genç
çiftin sofrasının bereketi için dua ederler. Bu arada düğün için damadın
arkadaşlarından birisi sağdıç olarak görevlendirilir. Onun görevi gelin ve
damada düğün geleneklerinin uygulanmasında rehberlik etmenin yanı sıra, düğünde
bayraktarlık yapmaktır. Bayraktar elinde taşıdığı bayrakla, davul ve zurnanın
önünde bulunmak zorundadır. Görevine başlamadan önce elindeki bayrağı,
müsahiplerin yemek yediği oğlan evinin kapısında “baba” ya gösterir. Baba
“kurbanları kabul olsun, ocakları aydın olsun, yiyenlere helal olsun, yediren
deniz olsun” sözleriyle bayrağa ve düğün sahiplerine bereket duaları eder.
Bayrakçı düğün davulcularının önüne geçerek, köyde genç kızı olan tüm evleri
dolaşarak genç kızları toparlar ve kız evine götürür. Kız evinde genç kızlar,
köyün yaşlı kadınlarından, Döndü Karaca’nın deyimiyle “vur davulcu davulu güm
güm oynarlar”. Yine köydeki yaşlı kadınlardan biri olan yetmiş altı yaşındaki
Fatma teyze (Fatma Kurşun); köylerinde eskiden yabana kız verip alınmadığını,
yabana kız vereni de köye sokmadıklarını söylerken, şimdi her şeyin değiştiğini,
artık kendi toplumlarına farklı kimliklerden insanların evlilik aracılığıyla
karıştığını anlatır. Geçmişte yaşanan ayrımcılığın yanlış olduğunu şu sözlerle
ifade eder: “Zaten hepimiz bir kişiyiz, gökten dört kitap indi, herkes bir kitap
aldı, yoluna gitti, herkes dininde imanında, hep bir kuluz, hep bir Türk’üz,
ayrımız gayrımız yok”.
Genç kızlar, kız evinde oynadıktan sonra, oğlan evine gelirler, tepsiler ve
siniler üzerinde hazırlanan, kumaşlar ve giysilerden oluşan oğlan evinin
hediyelerini alırlar ve davul zurna eşliğinde, kız evine götürmek üzere yola
koyulurlar. Ha bu arada; oğlan evinin hediye ettiği, renkli yazmalarla süslenmiş
koçu da unutmamak gerekir. Kız evi, hediyeleri getiren kızları karşılar ve her
hediye tepsisini getiren kıza bahşiş verilir. Gelin, beyaz gelinliği ile
misafirlerin arasına iner ve oynayan gençlere eşlik eder. Fatma teyze eskiden
gelinlerin allı yeşilli elbiseler giydiklerini ve başlarında çıralar
sallandığını, şimdi ise beyazın üzerine kırmızı örttüklerini söyleyerek,
hafiften rahatsızlığını dile getirmekten de geri durmuyor.
Düğünün ilk gün ritüelleri böyle tamamlanınca akşamı kına eğlencesi düzenlendi.
Fatma teyze yine araya girerek, kendi zamanlarında eğlencelerde oynamak için
çıktıklarında önce zeybek, sonra sepetçi oyunu ve çiftetelli oyunlarını “havaya
tefek atalım, Ali dayıya göbek atalım, kır belini Ali Dayı” diyerek
oynadıklarını, şimdi ise gençlerin kolunu bile kaldırmadan sallandıklarını ve
bunun kendisi açısından bir şey ifade etmediğini söylüyor.
Zehra teyze (Zehra Dalkıran) ise, kına gecesinde “vurdular vurdular kazan
taşını, indirdiler düğün aşını, yarenim yarenim kınan kutlu olsun, varacağın
yerde dilin tatlı olsun. Kaşıklıktan aldım kaşığı, gidiyor evlerin yakışığı,
oluyor oluyor kız gelin oluyor, annesi evde yalnız kalıyor” diyerek kına
türküleri yakıldığını söylüyor. Gerçektende kına gecesinde bu türkü eşliğinde
kına yakılmıştı. Kına yakılırken, yanında sağdıcı olan gelin, kırmızı giysiler
içinde, yine kırmızı başörtüyle başı tamamen örtülmüş ve ortaya oturtulmuştu.
Gelinin önüne ters çevrilmiş bir tepsinin etrafına diz çökmüş kadınlar, kına
türküleri söylerken, bir yandan da parmaklarıyla tepsiye vurarak tempo
tutuyorlardı. Bu arada da kına büyüklerden deneyimli olan biri tarafından
karılıyordu. Kına karıldıktan sonra, üstü mumlarla süslenir, genç kızlardan biri
kına tepsisini omzuna alır, ayağa kalkar, diğer geç kızlar da ellerine aldıkları
mumları yakarak kına tepsisini taşıyan genç kızı takip ederler ve bu şekilde
gelinin etrafında üç kez dolaşırlar. Sonra kına tepsisi gelinin önüne getirilir
ve gelinin ellerine ayaklarına kına yakılır, avucuna bereket getirsin diye altın
konur ve kırmızı eldiven giydirilir. Artık gelin baba evinde genç kız olarak
geçireceği son geceye hazırdır ertesi gün düğün günüdür.
Düğün günü sabah erkenden kız evinin bahçesinde kızın çeyizleri sergilenir ve
tüm köylü kadınlar çeyize bakmaya gelirler. Öğlen ise düğün yemeği verilir.
Düğün yemeğinde keşkek, et aşı, etli pilav, etli nohut aşı ve meze olarak meyve
ya da tatlı bulunmaktadır.
Oğlan evinde ise damat giydirme töreni yapılır. Köyün “baba”sı, damadı “Allah
bir Muhammed Ali” diyerek, dualarla, damada önce sağ kolunu sokturarak gömleğini
giydirir, arkasından ceketini giydirir. Damat giyindikten sonra ayakta hazır
olda durmuş, ellerini önünde kavuşturmuş, ayak başparmaklarını üst üste koymuş
biçimde “baba”nın duasını dinler. Baba’nın duası bittikten sonra damat “baba”nın
elini öper, Baba “Allah hayırlı, uğurlu etsin” der ve damada önüne eğilmesini
söyler, damat başını eğerek, Baba’nın önünde diz çöker, “Baba” onun sırtını
sıvazlarken dua okur ve damat giydirme merasimi hayırlı dileklerle tamamlanır.
Öğleden sonra köy meydanında takı merasimi düzenlenir, takılar damadın omzuna
atılan kırmızı yazma üzerine takılır ve damadın yanında takı takanların ismini
kaydeden bir yazıcı dolaşır. Damada köy halkı takı takarken bir yandan da köyün
erkekleri oynamaktadırlar.
Damadın takı merasimi bitince artık sıra gelin almaya gelmiştir. Kız evinde,
uzaktan, oğlan evinden gelen davul sesleri uğuldarken, bir yas havası vardır.
Gelinin annesi, kardeşleri ve gelin vedalaşarak, ağlamaktadırlar. Gelinin
babası, kızının ayakkabısını giydirir. Fatma teyze “babasının ellediği hayırlı
uğurlu olsun” diye yapıldığını söyler.
Oğlan evinden kız evine doğru gelin almaya gelen gençler bir yandan içki içerken
bir yandan da oynamaktadırlar. Kız evinde ise derin bir hüzün vardır. Uzaktan
yaklaşan davul gümbürtüleri hüznü artırmaktadır. Gelinin babası kızının kırmızı
kuşağını beline bağlar, annesi son kez kızına sarılır, ana-kız ağlaşırlar.
Dışarıda gümbürtüler artmıştır, gelini almak için oğlan evi kapıya gelmiştir,
davul zurna eşliğinde tezahürat yapılmakta, gelinin inmesi istenmektedir. Gelin
başı kırmızı örtüyle örtülmüş biçimde dışarı çıkar ve babası tarafından oğlan
evinin sağdıçlarına teslim edilir. Sağdıçlar tarafından gelin ata bindirilir,
davul zurna eşliğinde oynanarak, oğlan evine doğru yola çıkılır. Oğlan evinde
damat kapıda gelini karşılar attan inmesine yardım eder, gelini kucağına alarak
evine götürür, peşlerinde de bayraktar onlar kapıdan içeri girinceye kadar
onlara refakat eder. Gelin ve damat yalnız kalınca gelinin başında bulunan
kırmızı örtüyü kaldırmak için damat ona “yüz görümlük” takı takar ve gelinin
örtüsünü açar.
Düğünün ertesi günü sabahı geline kadınlar arasında baş bağlama töreni yapılır.
Gelinin başını bağlayan kadının tek evlilik yapmış olması ve kocası hayatta
olması gerekmektedir. “Kocasından ayrılmış, ikinci evlilik yapmış, ya da kocası
ölmüş kadınlara baş bağlatılmaz” diyor Döndü teyze. Kadınlar salâvat getirerek,
bu tören için hazırlanmış işlemeli kaftanı, yakalığı, altınlı başlığı ve kırmızı
eşarbı geline giydirirler. Gelin giydirildikten sonra yüz üstü yere köprü kurar,
baş bağlayan kadınlar önlerine bağlı olan önlüklere, yazma ve şapka koyarlar,
gelinin yanında ayakta durarak, gelinin üstünden bir bir eteklerine bu yazma ve
şapkayı “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” sözleriyle devrederler sonra bunlar
gelinin üstüne atılır, hangisi gelinin üstünde kalırsa, doğacak çocuğunun
cinsiyeti öğrenilir; şapka kalırsa oğlu, yazma kalırsa kızı olacaktır. Baş
bağlandıktan sonra baş bağlayan kadınlar kayınvalideye “Geline ne
bağışlıyorsun?” diye sorarlar. Kayınvalide ya bir mal ya da bir eşya bağışlar.
Bizim gelinin kayınvalidesi bakır kap bağışladığını, yanında da aslan gibi bir
oğlan verdiğini söylemiş ve gelinini öpmüştü. Gelin kayınvalidesinden ödülünü
aldıktan sonra yöresel bir sanatçının saz eşliğinde söylediği “Ali Yar” türküsü
ile yöresel semah oyununu, baş bağlayan kadınlar ile oynar. Bu törenden sonra
törene katılan konuklara yemek verilerek düğün ritüelinin sonuna gelinir.
Dilek İmançer
Doç. Dr. E. Ü. İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü