Doğum Tarihi - 1931, Urfa, Birecik
Ölüm Tarihi - 2007
Fergan Mirkelâm’ın babası. Yazar, Şair, Bestekar ve Yönetmen. Senaryosunu
yazdığı 5 bölümlü bir kısa filme kendi 8mm kamerası ile 1966 yılında çekmeye
başlıyor. 1969 yılında bitirdiği filmi 1970’de seslendiren Nazım Bey, o zamanlar
40 yaşlarında ve 20 yıldır avukatlık yapan birisi olarak, filmini -mevcut hali
ile- pazarlama girişiminde bulunamıyor, yeni filmler içinde, sona ermeye
başlayan Yeşilçam düzenine giremiyor. Sinema dışında edebiyat ile uğraşıyor,
kaçınılmaz şekilde polisiye roman tutkunu, 15 tane polisiye, 5 tane bilimkurgu
romanı, 42 tane şiir yazmış. Ama ne yazık ki romanlarını ve şiirlerini basacak
bir yayınevi bulamamış. Çekilme olanağı bulamadığı senaryo yazımları ile
başlayan, yazım uğraşı, senaryolar filmleşemeyince, romana yöneliyor.
Yönetmenliğini Yaptığı Kısa Filmler
Kara Çanta - 1969 .... Kurmaca, 03:20:00, 5 Bölüm, 8mm Film
Kara Çanta: Tehlikeli Arkadaşlar - 1967 .... Kurmaca, 00:30:00
Kara Çanta: Ölüm Mahzeni - 1967 .... Kurmaca, 00:45:00
Kara Çanta: Dr. Korbon’un Esrarı - 1967 .... Kurmaca, 00:38:00
Kara Çanta: Amansız Tuzak - 1968 .... Kurmaca, 00:32:00
Kara Çanta: Şerefsiz Darbe - 1968 .... Kurmaca, 00:55:00
Dr. Korbo’nun Esrarı - 1967 .... Kurmaca, 00:37:00
1. İFSAK Kısa Film Yarışması, Yarışma Filmi. 1978
2. BÜSK Kısa Film Yarışması, Yarışma Filmi ve Gösterim Seçkisi. 1975
Ölüm Mahzeni - 1967 .... Kurmaca, 00:45:00
Hisar Kısa Film Yarışması, Seçici Kurul Özel Ödülü. 1970
Kaynak
BÜSK Kısa Film Yarışması Antrakt Dergisi, Sayı: 49 (Ekim – 1995), Sayfa: 53 –
55 (Söyleşi: Tarkan Kaynar)
Nazım Mirkelâm / Bir Yönetmen
Önce, sadece duydum, Pangaltı’da -şimdiler de kapanmış olan- Dormen
Tiyatro’sunun bulunduğu pasajda, dört kişinin oturması halinde gelenin ayakta
kalacağı bir büfede (Garbis’in Büfesi) her hafta toplanan bir grubun ortak
noktalarının sinema olduğunu. Sonraları ben de aralarına katıldım, uzun bir
süredir toplanıyorlarmış, dergi ve gazetelere haber olmuşlar, aralarından
ayrılanlar olmuş, yaşamını yitirenler olmuş… Hepsi eski sinema seyircileri idi,
o günlerde birbirlerine kaset alıp veriyorlardı (video), sonra cd.ler çıktı.
Müzikal tutkunları vardı, westernciler, tarihi film meraklıları… Gruptan bir
kişiden söz ediyorlar, Randolph Scott hayranı, lisan bilmemesine rağmen, Scott
hakkında bir kitap çıktığını öğrenince, izini sürüp kitabı ABD’den getirtiyor,
bir diğeri aynı hayranlığı Alan Ladd’a duyuyor, mekânın sahibi Garbis, Tyrone
Power tutkunu. Hepsinin yoğun ilgi duydukları sinema alt yapıları var.
İçlerinden biri Nazım Bey ise Nouvelle Vague (Yeni Dalga) öncesi Fransız
Sineması meraklısı idi ve “o dönemi” gerçekten iyi bilirdi. İyi bir gözlemci
idi, örneğin bir filmde kral oynayan bir oyuncunun, bir başka sahne de bir
kayıkçıyı oynaması -hiç- kaçırmazdı. (Böyle bir örneği, film ve oyuncu, oynadığı
rolleri de belirterek vermişti bir toplanmamızda, ben hatırımda kaldığı kadar,
örnekleyebildim.)
Nazım Bey’in sinema anlayışı, “karanlık sokaklar, koşuşan ayaklar, yeraltı
dehlizleri ve patlayan tabancalardır” şeklinde özetleniyor (*). Kişisel olarak
bu görüşe -pek- katılmadığımı belirteyim ama unutmamak gerekir ki, her
seyircinin sinema anlayışı farklılık gösterebilir. Bu anlayış ile filmleri
izlerken, bu biçimde olsun olmasın yaptığı eleştiriler ile “her filmi
eleştiriyorsun -kolaysa- sende bir tane yapsana” şeklinde bir eleştiri kendine
yöneltilince, oturup bir senaryo yazarak, yönetip çekimini de gerçekleştirir.
Kamerayı da -dikkat 8 mm- kendisi kullanır ve mutlaka oynamam gerekir diyerek,
seçtiği bir rolü de kendisi oynar, (bu sırada kamerayı güvendiği bir mesai
arkadaşına bırakır), seslendirmesini yaparlar.
8 mm ile çekildiği düşünülecek olursa, böyle amatör işler her zaman yapılıyor
diyebilirsiniz ama sıkı durun, bu film tam 200 (iki yüz) dakika, başka bir
deyişle 3 saat 20 dakika. Beş bölümden oluşan, her bölümün farklı bir adı olan
filmin adı Kara Çanta. Bölümler ise şöyle sıralanıyor: Tehlikeli Arkadaşlar
(30’), Ölüm Mahzeni (45’), Dr. Korbon’un Esrarı (38’), Amansız Tuzak (32’),
Şerefsiz Darbe (55’). İkinci bölüm 1970’de Hisar (Kısa) Film Yarışması’nda
“teknik mükemmelliğinden ötürü” Seçici Kurul Özel Ödülü’ne lâyık görülmüş.
Dördüncü bölüm “hareketlilik” bakımından diğerlerinden öne çıkıyor. 1969 yılında
bitirdiği filmi 1970’de seslendiren Nazım Bey, o zamanlar 40 – 45 yaşlarında ve
20 yıldır avukatlık yapan birisi olarak, filmini -mevcut hali ile- pazarlama
girişiminde bulunamıyor, yeni filmler içinde, sona ermeye başlayan Yeşilçam
düzenine giremiyor. Sinema dışında edebiyat ile uğraşıyor, kaçınılmaz şekilde
polisiye roman tutkunu, 12 adet polisiye roman yazıyor, yayınlanıyor bunlar.
Çekilme olanağı bulamadığı senaryo yazımları ile başlayan, yazım uğraşı,
senaryolar filmleşemeyince, romana yöneliyor. (**)
Şimdi bu bilinmeyen -gün ışığına çıkmayan demek daha doğru olur- sinemacıdan
neden söz ettim. Yukarıda da söyledim, Pangaltı’da, Garbis’in yerinde yaptığımız
söyleşiler ile bir dostluğumuz oldu, sonra Nazım Bey Bakırköy’e taşınınca,
-sağlığı da el vermediği için- toplantılara katılamıyordu. O’nun ayrılmasından
sonra da çözülme başladı, geçende bir gün gazetede bir yazıda öldüğünden söz
edildiğini görünce araştırdım, 2007’nin son ayında vefat etmiş. Sinemamızda 8 mm
olarak çekilmiş 200 dakikalık bir başka film var mı? Ben bilmiyorum. İşte böyle
bir filmi, düşünüp çekimini her aşaması ile gerçekleştiren Nazım Mirkelâm’dan
sözetmeden edemezdim. (Haa bir de meraklısın için not: Nazım Bey, şarkıcı Fergan
Mirkelâm’ın babası olur.)
Popçu Mirkelam’ın babası iflah olmaz bir polisiye yazarı
Onu telefonda ikna etmem zor oldu. Hayır, röportaj için değil. Nazım Bey,
Hürriyet Gazetesi’nden aradığıma bir türlü inanamadı. Hürriyet’ten arıyorum
dediğimde, ‘Kızım saat 8 buçuğa geliyor, bu saatte işyerleri kapalı, siz benimle
dalga mı geçiyorsunuz’ dedi.Ama ciddi olduğumu anlayınca, beni Bahçelievler’deki
evine davet etti. Nazım Mirkelam (76), pop şarkıcısı Mirkelam’ın babası. Ama bu
onun en az ilgi çekici olan yanı. Nazım Bey, 1966 yılında 3 saatlik bir polisiye
film çekmiş. Ud ve piyano çalıyor. 15 tane polisiye, 5 tane bilimkurgu romanı,
42 tane şiir yazmış. Ama ne yazık ki romanlarını ve şiirlerini basacak bir
yayınevi bulamamış. ‘Araya ne adamlar soktum, olmadı’ diyor. İkinci eşinden olma
çocukları Sibel ve Taylan’la yaşıyor. Ayrıldığı eşinden olan şimdi meşhur olmuş
oğlu Fergan Mirkelam’la ise pek sık görüşmüyor. Konuşurken ara ara önündeki
dosyalarda duran, daktilodan çıkma romanlarına bakıp kendi kendine mırıldanıyor:
‘Bunları birileri bassa Türkiye’nin göğsü kabarır. Eşi benzeri olmayan romanlar
bunlar.’ Röportajı okuduğunuzda romanları kadar kendisinin de ‘eşsiz, benzersiz’
biri olduğunu göreceksiniz.Sizin asıl mesleğiniz nedir?- Efendim ben avukatım.
Tabii ailemin etkisiyle biraz sanat çalışmalarım oldu daha lise sıralarındayken.
Bu arada Türk sanat müziğine gönül verdim. Ud öğrendim. Sonra askerlik araya
girdi. Döndüğümde sinema yapmaya başladım. Aslında ben bir sinema
adamıyım.Avukatlık ne durumda bu arada?- Efendim şimdi bende öyle çılgın bir
sanat aşkı var ki. Hafta içi avukatlık yapıyordum, haftasonu kendimi sanata
veriyordum. Amatörce yapıyorum. Sonra o dönemde halkevinde tiyatro yaptığım bir
arkadaşım bir fikir ortaya attı sinema filmi çevirelim diye. Ben tiyatro
arkadaşlarımı topladım, üç saatlik bir film yaptım. Sesli bir soygun filmi. O da
şu dolapta duruyor, bakın. Adı Kara Çanta. 1966 yılıydı, sinema derneklerinde,
birçok kulüplerde gösterdim hep.Polisiye roman yazmaya ne zaman başladınız?-
Şimdi bu sinema dolgusu bende rahatsızlık yapmaya başladı. Sinemada daha başka
ne yapabilirim diye sordum kendime. Senaryo yazarım dedim. Bir oturdum, 14 tane
senaryo yazdım. Bu nasıl bir üretkenliktir böyle?- Şimdi sayın ropörtörüm,
senaryo yazmak fikir olarak zor, yazı olarak çok kolaydır. Senaryoda ruh
tahlili, karakter tahlili yoktur. Kapıdan girer, döner, çıkar... gibi çok ufak
hareketler üstüne kurulmuştur. Ben mesela üç günde kuruyorum senaryoyu, 4 günde
de daktiloya çekiyorum. 40 sayfalık bir senaryo oluveriyor hemen.
SENARYOLARIMI ROMANA ÇEVİRDİM
O senaryolar da duruyor mu?- Bir dostuma dedim ki ‘Bunlar ne olacak? Ben tamamen
Amerikanvari senaryolar yazıyorum.’ Bir de çok Fransız filmleri seyretmiştim.
Zaten dünyada iki tane sinema tanıyorum Amerikan ve Fransız. Hep onların
etkisinde kalarak yazdım 14 senaryoyu. Sonra o dostum bana dedi ki bunları
romana çevir. Ben o zamana kadar hep şiir yazardım. 42 tane şiirim var. Şimdi
birazdan size okuyacağım bir-iki tanesini. Çok enteresan şiirlerim var, öyle aşk
maşk anlatmıyor. İstanbul’un sokaklarını tutuyorum karikatürize ediyorum.Efendim
senaryolar kitap olsun demişti arkadaşınız en son...- Evet efendim. 3 ay içinde
2 tanesini alelacele kitaba çevirdim. Ve hemen bastırdım çünkü hafif bir coşku
geldi bana. Baskı maliyetlerini tamamen kendim karşıladım. Ondan sonra kalan 13
tanesini kitaba çevirmeye devam ettim.Romanlarınızda neler olup bitiyor?- Başka
mahallerde geçen konulara egzotik derler. Bendeki sinema aşkı, egzotik yerlerde
geçen romanlar yazma fikrini verdi bana. Nerede yazacağız dedim. Afrika’da
yazacağız dedi.Kim dedi efendim?- Kendi kendime konuşuyorum canım. Diyorum ki
egzotik yerde geçen roman yaz! Nerede geçsin? Afrika’da. Nereye gidelim? Çöle
gidelim. Öyle gittim Libya’ya. Libya’da bir bilimkurgu yazdım.
65 ORMAN FİLMİ 65 ÇÖL FİLMİ GÖRDÜM
Polisiyelerin dışında bir de bilimkurgu kitaplarınız mı var?- Tabii efendim. 5
adet. Şimdi Türkiye’de vereceğim hikayeleri vermiştim. Öyle olunca dedim ki
Türkiye’nin dışına çık. Kongo’ya gittim. Oradan geldim Cezayir’e gittim.Niye
özellikle Afrika?- İşte egzotik olsun diye. Çöl çok güzel bir atmosfer.
Romanımın bir tanesini Gabon’a götürdüm. Sonra Mozambik’te bir dirilen goril
hayal ettim, onu Korsika’ya getirdim.Siz bu Afrika ülkelerini gezmiş miydiniz
önceden?- Hayır ama filmlerden bu ülkelerle ilgili çok malumat edinmiştim. Ben
belki 65 tane orman filmi, 65 tane çöl filmi gördüm. Mesela bir romanımda bir
adam bir hastalığa duçar oluyor. Hastalığın ilacı olan sıvı da bir tek Afrika’da
var. İki Türk Afrika’ya gidiyor o uranyumlu sıvıyı bulmaya. Orada Almanlarla
birbirlerine giriyorlar filan.Afrika’da Almanlar ne yapıyor?- Onlar uranyum
mühendisi. O sıvı onların ayaklarının altında. Sıvı adamları küçültme özelliğine
sahip. Türkiye’deki adamın hastalığı da durmadan büyümek. Almanlar’ın orada 30
tane cüce görüyor bizim Türkler. Sonradan anlaşılıyor ki bu cüceler Fransız ve
İngiliz. Ama daha genişini anlatmayayım ki romanımın gizemi kaçmasın.
YAYINEVLERİ POSTAYLA GERİ YOLLADILAR
Bu kadar roman yazmışsınız. Niçin dosyalarda duruyor bunlar?- Şimdi ben bazı
yayınevlerine dokümanlar gönderdim. Onlar ciddi olarak alakadar olmadı. Derler
ki bazı mesleklerde dışarıdan insanları aralarına sokmazlar. Bu sanat çevresinde
çok daha ağır oluyor. Ne kadar araya adam soktumsa da olmadı, beni o çevrede
istemediler. Romanlarımı her seferinde postayla geri gönderdiler.Kaç yayınevine
başvurdunuz?- 5-6 tane. Bir gün Balina Yayınevi’nin sahibi evime geldi. 4 sene
evvel. Kendisine 5 tane roman seçtim verdim. 3 ayda bir aradım, okuyamadım Nazım
Bey, dedi. 5 sene sonra, ver şu romanlarımı, ayıptır, dedim geri aldım hepsini.
Bir de Kaktüs Kahvesi yarışma düzenledi 1-2 sene. Ona da başvurdum. O da olmadı.
Ama zannediyorum orada bir danışıklı dövüş vardı. Bir yayınevinin sahibi
yarışmanın jürisindeydi.Şimdi bu dosyaları ne yapmayı düşünüyorsunuz?- Ben sanat
hastası bir adamım. Muhakkak bir şeyler yapmam lazım. Ama istediğim yere bir
türlü varamadım. Belki fazla çekingen ve gururlu davrandım. 60 yaşına gelip, 30
yaşındaki bir adama, kitabımı bas, diye başımı eğmek ağır geldi. Prosedür olarak
yakışmazdı.Yayınevlerinin kayıtsızlığı sizi yıldırmamış ama...- Şöyle yıldırdı,
bir daha onlara müracaat etmedim. Elimde nereye ne kitabı verdiğime dair uzun
bir liste var. Hürriyet’e bile geldim kitap verdim çok eskiden. Hürriyet’tekiler
yine biraz haklıydı, 1985’te roman tekniğim daha yeni gelişiyordu. Ama şimdi çok
iyi bir tekniğim vardır. Kimse benim gibi yazamaz Türkiye’de. Benim romanlarım
at gibi koşar, hiç durmadan espri ve ruh tahlili. Ve redaksiyona gerek olmadan
hatasız yazarım. 11 senedir çalışıyorum bu romanların üstünde. Ben eserlerimi
yaptım, klişeleştim. Bunlar Türkiye’nin malı. Bugün Fransa’yı Fransa yapan
Victor Hugo ve Alexander Dumas’dır. Ben diyorum ki ben size bir motivasyon,
hareket getirdim. Bu kitaplarımı basın da Türkiye’nin göğsü kabarsın. Ancak
böyle patlayabiliriz.
NAZIM MİRKELAM’IN SADECE 2 TANESİ YAYINLANAN 20 KİTABI
Polisiye Satılık Mezar (yayınlandı)
Cinnetin Çehresi (yayınlandı)
Sandalda Kan İzleri
Ecel Pazarlığı
Aşkım Cinayetimdir
Kırmızı Loca
Koridordaki İfrit
Köpeğin Dişleri
Ölü Ruhlar Sokağı - Yılan Islığı
Ölü Ruhlar Sokağı - İçimdeki Canavar
Kabustan Firar
Şeytani Plan
Mirva’nın Gazabı
Kızgın Sahra
Günah İstasyonu
Bilim-kurgu
Yedinci Cehennem
Zalim Belde
Zebani Adası
Çalınmış Yüzler
Devlerin Cüceleri
OĞLUM MİRKELAM BİRÇOĞUNU OKUDU AMA YORUM YAPMADI
Birçoğunu okudu. Ama bir yorum yapmadı. Fakat ben onun patlama yaptığı dönemde
dedim ki Fergan senin şimdi bir otoriten var, bana kitaplarım konusunda yardımcı
ol. Olmadı. Benimle annesiyle boşandıktan sonra pek ilgilenmedi. Yani benim
evimde yaşamadı. Dolayısıyla benim müzik kabiliyetimden de etkilenmedi. Beni
ziyarete geldiğinde yanında ud çalamadım, baba merhaba dedi, üç saat oturdu
gitti. Ama işte kandan geçmiş müzisyenlik. Benden bir şey almamasına rağmen çok
iyi bir bestekar oldu.