16. Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali “Yılın Son Film Festivali”
unvanını önüne katarak 20-26 Aralık 2013 tarihleri arasında, dünya sinemasının
son dönemdeki en iyi örneklerini izleyicilerle buluşturuyor.
TÜRSAK Vakfı tarafından bu yıl 16.sı düzenlenen, Uluslararası Randevu İstanbul
Film Festivali, bu yıl 50’nin üzerinde filmi izleyicilerle buluşturuyor. Cannes,
Berlin ve Toronto gibi dünyanın en önemli festivallerinden ödüllerle dönen
filmleri Türkiye’de ilk kez gösterecek Festival, mekânlarına bu yıl Cinemaximum
Zorlu Center’ı da eklendi.
TÜRSAK Vakfı tarafından bu yıl 16.sı düzenlenen Uluslararası Randevu İstanbul
Film Festivali’nde bu yıl “Gala İstanbul”, “Dünya Dönüyor”, “İlk Randevu”,
“Sinema Tarihi Yazıyor”, “Film Bağımlıları için Bağımsız Filmler” başlıkları
altında sinema dünyasından en iyi ve en güncel yapımlar izleyici ile buluşacak.
Programda, Festival Yönetmeni Esra Even’in seçkisinden oluşan ödüllü filmler,
usta yönetmenlerin son yapıtlarının da aralarında bulunduğu, 50’den fazla film
bulunuyor.
Bu sene Randevu İstanbul, ismiyle özdeşleşen Levent Cinemaximum Kanyon, Beyoğlu
Cine Majestic, belgesel ve kısa film gösterimlerinin ücretsiz yapılacağı Fransız
Kültür Merkezi’nin yanı sıra, yepyeni bir mekanda daha izleyiciyle buluşacak.
Dünyanın en büyük kültür merkezlerinden birine sahip olan Zorlu Center’da
açılan, Cinemaximum Zorlu Center ilk festivaline ev sahipliği yapacak. Festival
sinemaseverleri alışveriş aralarında, yemek molasında, herkesi salonlara dünya
festivallerinde ses getiren filmleri izlemeye davet ediyor.
Randevu İstanbul Programında neler var?
Edebiyat tutkunları için bu yıl Randevu’da birçok sürpriz var!
Kardeşliğin, paylaşılan düşlerin ve hayata bağlayan umutların hikayesi
Willy Vlautin’in 2006 yılında yayınlanan aynı isimli romanından uyarlanan ve
Roma Film Festivali’nden Seyirci Özel Ödülü dahil 4 ödülle dönen THE MOTEL LIFE,
Alan ve Gabe Polsky kardeşlerin ilk yönetmenlik denemesi. Vlautin’in yeni nesil
Amerikan gerçekçiliği kokan romanının yıldız oyuncularla süslenmiş, başarılı ve
etkileyici bir uyarlaması diyebiliriz bu bağımsız film için.
Stephen Dorff ve Emile Hirsch birbirlerine güçlü bağlarla tutunmuş, hayatın
zorluklarından kaçmaya çalışarak hayallerinin peşinde koşan iki kardeşin bir
trafik kazası ile değişen hayatlarını çarpıcı bir şekilde canlandırıyorlar.
Paylaşılan düşler ve hayata bağlayan umutlar üzerine bir film olan THE MOTEL
LIFE’ın diğer ünlü yüzleri de Dakota Fanning ve Kris Kristofferson.
Beat Kuşağı hayranları bu filmleri kaçırmasın!
1950'li yıllarda konformist bir hayatı yücelten ABD toplumunun değerlerine karşı
olan yazarlarının en önemlilerinden biri olarak kabul edilen aynı zamanda da
“Beat Kuşağı” teriminin isim babası olan Jack Kerouac’ın son romanından
uyarlanan Michael Polish’in yönettiği BIG SUR ve başrollerinde Daniel Radcliffe,
Dane Dehaan ve Dexter dizisi ile kalplerimizi fetheden Michael C. Hall ile
Elizabeth Olsen’ın oynadığı John Krokidas’ın yönettiği Beat Kuşağı’nın ünlü
şairi Allan Ginsberg’in hayatından bir dönemi anlatan KILL YOUR DARLINGS
filmleri kuşkusuz bu kuşağın takipçilerinin ilgisini çekecek.
İlk kez, bağımsız sinemanın en iyi örneklerinin sergilendiği Sundance Film
Festivali’nde izleyici karşısına çıkan BIG SUR, Yolda’nın getirdiği şöhretten
bunalan Jack Kerouac’ın ve Lawrence Ferlinghetti’nin Kaliforniya’nın Big Sur
yöresindeki kulübesinde geçirdiği günlerden yola çıkarak Beat tayfasını bir
araya getiriyor ve bir kuşağın kendiyle hesaplaşmasını ve yazarın ilerleyen
yaşamındaki iniş ve çıkışları konu alıyor.
KILL YOUR DARLINGS, Beat Kuşağı meraklıları tarafından marazi bir hayranlıkla
anılan bir cinayeti, David Kammer’in Beat ilham perisi Lucien Carr tarafından
1944 yılında öldürülüşünü anlatıyor. İlk kez yönetmenlik koltuğuna oturan John
Krokidas’ın filmi dinamik görsel stili ve çağdışı ama atmosferi mükemmel
yakalayan müziği ile izleyiciyi Beat Kuşağı genç yazarlarının parlak
kariyerlerinin şekillendiği bu sorunlu, neşeli bir o kadar da karmaşık dünya ile
baştan çıkarıyor.
Kanlı bir Cape Town Hikayesi
Piyasaya çıktığı 2008 yılında yazarına noir roman dalındaki en büyük ödülleri
kazandıran Caryl Ferey’in aynı adlı romanından uyarlanan ve bu seneki Cannes
Film Festivali’nin de kapanış filmi olan ZULU günümüz Güney Afrika kültürü ve
toplumunu gözler önüne seren tüyler ürpertici bir polisiye hikayeyi anlatıyor.
Jerome Salle’ın yönettiği bu aksiyon filminde Oscar’lı oyuncu Forest Whitaker ve
genç kuşağın en beğenilen oyuncularından tarihi ve fantastik filmlerde görmeye
alıştığımız Orlando Bloom bir araya geliyor.
Savaşta Aşk Başkadır
The Last King of Scotland’ın başarılı yönetmeni, Oscar sahibi Kevin MacDonald’ın
Meg Rosoff’un aynı isimli ve bol ödüllü kitabından uyarladığı HOW I LIVE NOW,
yakın gelecek İngiltere’sinde geçen bir nükleer kıyametin ve bu felakette var
olmaya çalışan bir aşkın öyküsü.
Ailesi ile sorunlar yaşayan Amerikalı genç Daisy rolünde son dönemde başarılı
projelerde yer alan Atonement filmiyle hem Oscar hem de Altın Küre adaylığı
kazanmış Saoirse Ronan’ı seyredebilirsiniz.
Meg Rosoff’un kitabı son dönemde oldukça popüler olan Twilight, The Hunger Games
gibi diğer romanlara yakın bir izlenim bıraksa da Kevin MacDonald filmi büyük
bir ustalıkla beyazperdeye taşımış, içi boş bir aksiyon ve aşk filmi yerine
keyifle seyredebileceğiniz bir iş çıkarmış. HOW I LIVE NOW muhteşem Galler
manzaraları için bile gidip görülmesi gereken bir film.
Gerçek ve Rüya: Bir Amerikan Yerlisinin Psikanalizi
Fransız yönetmen Arnaud Desplechin’in son filmi JIMMY P. İkinci Dünya Savaşı’nda
savaşmış bir Amerikan Yerlisinin ülkesine döndükten sonra yaşadığı psikolojik
sorunlara cevap bulunamaması ve Fransa’dan çağırılan uzman bir doktorla kurduğu
iletişim üzerine bir film. Filmin konusu “insan” olunca usta bir oyuncu kadrosu
da vazgeçilmez bir ihtiyaç oluyor. Benicio Del Toro ve Mathieu Amalric gibi iki
muhteşem oyuncuyu kadrosunda barındıran film Cannes Film Festivali’nde de Altın
Palmiye için yarışmıştı.
Ünlü psikiyatrist George Devereux’un, gerçek bir hikayeden ve notlarından yola
çıkarak yazdığı kitabından uyarlanan film çok farklı iki kültüre mensup iki
insan arasındaki ilişkiyi, dostluğu sıcak bir şekilde ele alıyor ve bunu
yaparken psikoloji ve antropoloji bilimlerine de fazlasıyla yer veriyor.
BİR FESTİVAL KLASİĞİ: GALA İSTANBUL
Alexander Payne’den siyah beyaz bir yol filmi
Bu yıl Cannes Film Festivali’nin en beğenilen filmlerinden biri olan ve başrol
oyuncusu Bruce Dern’e Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandığı NEBRASKA
daha önce Sideways ve The Descendants filmleriyle iki kez En iyi Senaryo
Oscar’ını kazanmış yönetmen Alexander Payne’in yönetmenliğini yaptığı son film.
Siyah beyaz estetiği ile seyirciyi içine alan NEBRASKA piyangodan büyük ödülü
kazandığına inanan ve ödülünü almak için Montana’dan Nebraska’ya doğru uzun bir
yolculuğa çıkmaya karar veren yaşlanmakta olan alkolik baba Woody Grant’ın ve
kendisine biraz isteksiz de olsa eşlik etmeye karar veren yirmili yaşlardaki
oğlunun hikayesini anlatıyor.
Savaş fotoğrafçısı bir annenin ikilemi: Siz olsanız ne yapardınız?
Norveç sinemasının ünlü yönetmenlerinden Erik Poppe’nin İngilizce çektiği ilk
film olan A THOUSAND TIMES GOODNIGHT usta Fransız aktris Juliette Binoche ve
Game of Thrones dizisi ile dünya çapında üne kavuşan yakışıklı ve yetenekli
Norveçli Nikolaj-Coster-Waldau’nun sade ve gerçekçi oyunculukları ile etkileyici
bir dram olarak seçkimize giriyor.
Bir savaş fotoğrafçısı olan Rebecca’nın ailesinin ve özellikle küçük kızının
kaygıları ile yüzleşirken işine olan tutkusu ile içine düştüğü ikilemi ve karar
vermenin düşündüğümüzden daha zor olduğunu yalın bir şekilde anlatan Erik
Poppe’nin bu filmle Montreal Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile döndüğünü
hatırlatmakta fayda var.
Evli misiniz? “Paris’te Bir Haftasonu”nu seyretmeden cevaplamayın.
Nothing Hill filminin yönetmeni Roger Michell ve Benim Güzel Çamaşırhanem’in
senaristi Hanif Kureishi’den kimi zaman çok ciddi, kimi zaman öldüresiye komik,
sürprizlerle dolu yeni bir film var programımızda. LE WEEKEND, Son dönem
sinemada görmeye alıştığımız orta yaş üstü aşk hikayelerinden farklı olarak aşka
olan inancınızı yenilemeye çalışıyor.
Richard Linklater’ın Before Sunrise/Sunset’i gibi aşkın felsefi boyutunu, Nancy
Meyers’ın Something’s Gotta Give’i gibi de romantik tarafını ustalıkla ele alan
Roger Michell ve Hanif Kureishi aşklarını tazelemek için Paris’te ikinci bir
balayına çıkan sevimli İngiliz çifti tüm ruh halleri ile izlememizi sağlıyorlar.
Oscar, BAFTA ve Altın Küre gibi sinema dünyasının önemli tüm ödüllerinden
kazanmış Jim Broadbent’a Lindsay Duncan eşlik ederken Jeff Goldblum da sürpriz
bir rolle karşımıza çıkıyor.
LE WEEKEND’in sizi bu ilgi çekici karakterlerle beraber muhteşem bir Paris
gezisine çıkaracağının da sözünü verebiliriz.
Amerika’dan Fransa’ya, Küba’dan Rusya’ya farklı ülkelerden çarpıcı filmler
izleme fırsatı bulacağınız festival bu sene “Bir Ülke Bir Sinema” bölümünde
Filistin Sineması’na yer veriyor.
Sanat ve Şiddet!
Filistin’de sanatçı olmak ve bununla başa çıkmak üzerine bir belgesel ART/VIOLENCE.
Filistin’in yeni nesil aktrislerinden Mariam Abu Khaled, Batoul Taleb ve
İsrailli yönetmen Udi Aloni’nin hem yönetip hem de oynadığı, askeri ve toplumsal
baskının ve akıl almaz bir kaosun içerisinde sınırların zorlanması üzerine bir
yapım.
4 Nisan 2011 tarihinde Batı Şeria’da “Özgürlük Tiyatrosu” önünde cinayete kurban
giden Arna’s Children filminden de tanıdığımız yönetmen ve aktivist Juliano Mer-Khamis’in
hatırasına çekilen bu film, sanatın şiddete ve baskıya cevabı olarak
nitelendirilebilir. Sergiledikleri oyunlardan (Alice in Wonderland, Waiting for
Godot ve Antigone) esinlenen bu genç sinemacılar, yeni nesil Filistin’in asi,
canlı ve cesur bir portresini çizmişler. Berlinale’den Cinema Fairbindet ödülü
ile döndüklerini de belirtelim.
Sıradışı Bir Film: Celestial Wives
Silent Souls (Sessiz Ruhlar)‘ın yönetmeni Alexey Fedorchenko‘nun Batı Rusya
Meadow Mari (Ova Çirmiş) topraklarında Pagan inanışından etkilenen töreleri
anlattığı 23 çarpıcı hikayeden oluşan son filmi, kadın güzelliğinin ve
cinselliğinin törensel bir hayranlığa dayalı kültürünün cezbeden, tablo gibi bir
tasviri niteliğinde.
Celestial Wives’ta bütün kadınların isimleri “O” harfiyle başlamaktadır. Okanay
Oshanyak, Oshtylech, Onya. Gelişimine yardım etmesi amacıyla çıplak bedeni
halası tarafından ovulan, en uygun kocayı seçmesine yardımcı olması için bir
sepet erkek organı şeklinde mantar toplayan, şüphelendiği sadakatsizliğini
doğrulamak için arkadaşından aldığı tavsiye ile kocasının mahrem bölgelerin
koklayan kadınlar. Her hikaye aşk ve cinselliğe içten bir yaklaşımla aynen Mari
topraklarının kültüründe olduğu gibi anlatılıyor. Film aynı zamanda
geleneklerinin gizli kalmış karanlık yönlerini de utanç duymadan ortaya koyuyor:
Senarist Denis Osokin ile yeniden işbirliği yapan Fedorchenko, kaybolan Mari
kültürü ile ilgili kaygılarını paylaşmayı sürdürüyor. 2010 yapımı Silent Souls
(Sessiz Ruhlar)‘ın uysal ve övgü dolu yaklaşımınından uzaklaşarak, modern
yaşamın bozmadığı kırsal hayatı usta bir ressamın yarattığı bir tablo gibi
sunmak için, zengin mavi tonlarından oluşan bir renk paletinden ve solgun yüzlü
kadın oyunculardan oluşan bir kadrodan faydalanıyor. Film, kendi geleneklerini
koruyan bir kültürün yumuşak ve cezbeden tasviriyle bizi, zaman zaman çirkin
yönlerini yansıtsa da hiçbir zaman hor görmediği Mari topraklarında bir yolcuğa
davet ediyor.