Görüntüleri
daha önceden bestelenmiş müzik üzerine montajlayan Terence Malick,
Yeni Dünya: Amerika'nın Keşfi'nin görsel ve işitsel bir şiire dönüşmesini sağlıyor.
Film yapımında, montajında genel bir kural vardır. Montaj senaryonun
rehberliğinde, önce görüntüler birbirine eklenerek yapılır. Film müziği sonradan
eklenir. Genellikle müzisyen filmi seyreder ve uygun bir müzik besteler.
Zamanlamayı görüntülere göre ayarlar. Yönetmenin vermek istediği duyguyu müzikle
desteklemek, müziği görüntüye 'cuk oturtmak' için. Tersi pek düşünülmez, önce
müziği döşeyip ona göre kurgu yapmak ancak özel durumlarda başvurulan bir
yöntemdir; ya da müzikal gibi, klip gibi müziğin öne çıktığı yapımlarda
uygulanan.
Geçen hafta gösterime giren Yeni Dünya: Amerika'nın Keşfi adlı filmin yönetmeni
Terence Malick bu kuralı tersyüz edebilen, sürüden ayrılmayı becerebilen bir
yönetmen. Bu film için önce istediği gibi müzik yaptırmış, sonra görüntüleri ona
göre montajlamış. Peki bu durum izleyiciyi nasıl etkiliyor? İlk bakışta olumsuz
etkileyeceği düşünülebilir. Hele Malick gibi filmlerinde senfonik müzik kullanan
ve filmini de bu müziğin peşine takan bir yönetmenin filmlerinin ister istemez
ağırlaşması, uzaması ve bu arada ortalama seyirciyi sıkması kaçınılmaz olur.
Zaten Malick'in filmleri de öyle kafa boşaltmak için izlenecek türden harcıâlem
Amerikan filmleri değil. Meraklısına, sinemayı ciddiye alıp üzerine kafa yormak
isteyen seyirciye hitap eden filmler. Temponun dinginleştiği sahnelerde, ağır
planlarla, izleyiciye soluklanıp düşünme fırsatı veren, müzik ve olağanüstü
görüntüler eşliğinde her izleyiciyi kendi iç yolculuğuna çıkarabilen filmler. Bu
yüzden belki de Terence Malick'in son filmiyle ilgili olarak 'seyirci sineması'
da denilebilir. Hani 'auteur' yönetmenlerin filmlerine 'yönetmen sineması'
denildiği gibi. Malick müziğe göre görüntüyü kurgulayarak eserinin
görsel/işitsel bir şiire dönüşmesine olanak tanıyor ve aynı müzikte olduğu gibi
her izleyicinin kendi özel deneyimini yaşamasına fırsat tanıyor.
Yeni Dünya: Amerika'nın Keşfi, İngilizlerin Amerika'da koloniler kurmak üzere
seferler düzenlediği 17. yüzyılın başında geçiyor. Amerika'ya ayak basıp
yerlilerle tanışan İngilizlerin huyunu suyunu bilmedikleri bu yeni kıtada
verdikleri var olma savaşının öyküsü. Bunun yanında efsanevi yerli kız
Pocahontas'la (Q'Orianka Kilcher) asi İngiliz askeri John Smith'in (Colin
Farrell) aşk hikâyesi. Ya da salondan çıktığınızda filmin müzikleri ve
görüntüleri sizi nereye götürmüşse onun hikâyesi. Bana sorarsanız Yeni Dünya bir
hayal kırıklığı öyküsü. Bir tarafta Pocahontas'ın Smith'e duyduğu masum aşkın
karşılıksız kalmasıyla, ya da masum olmayan bir dünyadan gelen Smith'in
yüreğinde yerli kızınki kadar uzun süre yer işgal etmemesiyle ortaya çıkan bir
hayal kırıklığı var. Diğer yanda ise Avrupalının, ayak bastığı bu yeni kıta
üzerine kurduğu hayaller var. Özellikle John Smith'in iç sesiyle tanık
olduğumuz, aristokrasiden, monarşiden kaçan sıradan insanın sömürü olmayan yeni
bir dünya kurma hayali var. İşbölümüyle asırlar önce ortaya çıkan, toplumsal ve
siyasal hiyerarşiyle iyice kalıplaşan sömürünün olmadığı, insanların eşit, özgür
bir dünyada yaşama hayali var. Aradan 400 sene geçtikten sonra dönüp
baktığımızda Smith'in bu hayalinin gerçekleşip gerçekleşmediğini
anlayabiliyoruz. Yeni kıtada kurulan bu yeni ülke insanın insanı sömürüsünü
engelleyebildi mi? Yoksa değişen tek şey sömürünün şiddeti ve biçimi mi oldu? Bu
soruların cevabı ışığında benim içim Yeni Dünya, insanın bireysel ve toplumsal
hayal kırıklıklarının öyküsüdür. Sizin için neyin öyküsü olacağını ancak gidip
görerek öğrenebilirsiniz.
Yeni Dünya'nın yerlileri
Terence Malick'in son filmi için 'Amerikan yerli halklarının en gerçekçi
portrelendiği film' dense yanlış olmaz. Kızılderili olarak rol alan oyuncuların
hepsi gerçek yerliler arasından seçilmiş ve o yörede konuşulan Algonquin dilini
öğrenmişler. Artık sadece 10 kişinin bildiği bu dili öğretmek için tabii bu 10
kişiden yararlanılmış. Yapımcılar, Amerikan yerli liderlerinin onayını da alarak
filmi tamamlamış. Gerçekten de filmde görünen yerliler bugüne kadar izlediğimiz
klişe Kızılderili tiplemesinden çok uzak; ancak yönetmenin ve yapımcıların
titizliği sayesinde muhtemelen gerçeğe olabildiğince yakın portrelenmişler.
"Gazla be Ahmet, kim tutar seni!"
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan Ahmet
Ilgaz'ın hazırladığı 'Ortaya Karışık' köşesinin geçen haftaki bir bölümüne
gazeteci Cüneyt Özdemir'in itirazı olmuş. Konuyu hatırlatmak açısından önce
Ilgaz'ın yazısı (aslında paragrafı demek belki daha doğru...), sonra Özdemir'in
cevabı. Her ikisi de noktasına, virgülüne dokunmadan, olduğu gibi.
McCarthyizm Guantanamo'da
Bir yanda 1950'lerde Amerika'da McCarthy'nin faşizan saldırılarına karşı çıkan
Amerikalı gazeteci Edward Murrow'un öyküsü, diğer yanda günümüz Türk gazetecisi
Cüneyt Özdemir'in Guantanamo kampına yaptığı basın gezisi... Bir ara Amerikan
ordusuna 'iliştirilmiş' olarak muhabirlik yapan Özdemir, şimdi de Guantanamo'ya
iliştirilmiş. Büyük bir gazetecilik olayı olarak da yorumlanabilecek bu 'özel
haber dosyası'nın nasıl sunulduğuna dikkat etmek lazım. Tutukluların
yargılanmadan -yani aynı McCarthy dönemindeki gibi suçları ispatlanmadan-,
Cenevre Konvansiyonu'na uyulmadan, insan haklarını hiçe sayarak kapatıldığı bu
insanlık dışı hapishaneyi ve bu uygulamayı yapan ABD hükümetini sert bir şekilde
eleştirerek mi, yoksa sadece cezaevi hakkında korkutucu bilgiler verip
"Amerika'ya karşı gelirseniz işte sonunuz böyle olur!" diye gözdağı veren bir
tavrın ekmeğine yağ sürerek mi? Evet, gazetecilikte 5N 1K önemlidir ama onların
nasıl sunulduğu da önemlidir.
GAZETECİ AHMET ILGAZLAR KOLAY YETİŞMİYOR TABİ!
Nerdeydin sen be Ahmet Ilgaz bunca yıldır?
Neden cumartesi günü Radikal ekine yazdığın yazıyı bunca yıl geciktirdin de bizi
bu gayet orijinal gazetecilik dersinden mahrum ettin?
Bak görüyor musun yıllardır meğerse bilememişiz nasıl gazetecilik yapılacağını,
baskılara nasıl direneceğimizi.
Oysa sen?
Bir geldin pir geldin, iki satırda lafı gediğine koydun. Hem doğru yolu
gösterdin hem de lafı oturttun. Üstelik bunu yaparken senin 'aslında' ne kadar
duyarlı gazeteci olman da yanına kar kaldı.
Suç sende değil ama Ahmet...
Hollywood'da.
Onlar 1950'lerin Mc Carthyizm dönemi ile ilgili bir filmi 50 yıl sonra çekmese,
sen bu filmi İstiklal Caddesi'nde gidip ayaklarını uzatıp duyarlı duyarlı
hislenerek izlemesen, benim Hürriyet gazetesine yolladığım 33 sayfalık izlenim,
özet halinde tam da o günlerde gazetede yayınlanmasa, aklına belki bunlar gelse
de ben hiç gelmeyecektim.
Sonra düşün halimizi...
Vay halimize o zaman Ahmet.
Radikal gazetesinin Cumartesi ekine benim bildiğim yazılar en geç çarşamba günü
teslim ediliyor. Yani senin teknik olarak Cnntürk'te yayınlanan Salı'dan Cuma'ya
dört günlük Guantanamo dizisini izlemenin imkanı yok.
Olsa kaç yazar ama di mi Ahmet?
Sen güzelce esinlenmişsin, gaza gelmişsin, radikal cumartesiciler de fırsat bu
fırsat deyip sırtını sıvazlayıp "gazla be Ahmet!" demiş, kim tutar seni.
Güzel bir kutuda iki fotoğraf altında şöyle bir yazı var bir yanda "Edward
Murrow(solda) diğer yanda Guantanamo gezisyle gündeme gelen (ben) Cüneyt
Özdemir" (sağda).
Afferin benim koçum Ahmet.
Böyle Radikal'e böyle Ahmet.
Sen de böyle elalelemin yaptığı işe geçire geçire gündeme geleceksin. Bu dönem
moda bu Türk basınında.
Aman şu sıralar gazetecilik yapmaya kalkma Ahmet.
Ben yaptım pişmanım bak!
Ne gerek var di mi burdan kalkıp taa Guantanamo'ya gitmeye, dört gün boyunca
ekranda, senin bize gazetecilik dersi verdiğin Radikal de dahil, hiçbir yerde
yer almayan görüntülerle, tutuklu ifadeleri ile DÜNYANIN CEHENNEMİ diye koca
koca yazıp anlatmaya.
Bak şimdi sinemalara filmi de geliyor. E tamam işte be Ahmet. Seninle şöyle
patlamış mısırla filmi seyredip ardından aklımıza gelen birilerine geçirmek
vardı hesapta. Ne güzel.
Ah Ahmet Ah...
Bak sana kötü bir haberim var. Bir de kitabını yazıyorum şimdi Guantanamo'nun
ki, hazırla kendini yeni gazetecilik derslerine Ahmet.
Balans ayarını iyi vermişsin bana Ahmet. Ama "Ahmet Ilgazlar da bu türk
basınında kolay yetişmiyor" unutma.
Yanarım da beni bu kadar geç keşfetmene yanarım. Neyse, en azından biz de seni
bu vesile ile keşfettik bak.
Yahu sen 28 şubat dönemlerinde bize gazetecilik yaptırılmazken neredeydin sahi?
Ya da şu susurluk döneminde millet bizim peşimize takılmış takip ederken,
itirafçılar tehdit ederken, biz yaptığımız haberler yüzünden işten 'ayrılmak
zorunda' bırakılırken, sen sahi napıyordun Ahmet?
Afganistan'da, Hizbullah-İsrail savaşında, Irak'ta niye yoktun diye hiç
sormuyorum bak. Nasıl olsa filmini seyretmişsindir diye umuyorum.
Sen şimdi bilmezsin ben 1996 yılında 28 şubat rüzgarları eserken ordunun yaptığı
'eksik soruşturma' üzerine "Eşref Bitlis'in Şüpheli Ölümü" diye bir kitap
yayınlamıştım ve sen hala ortalarda yoktun ya Ahmet...
Demek ki biz memleket meselelerine fazla dalmışız.
Oysa bas küfürü uzaktan ABD'ye daha kolay di mi Ahmet?
Geç oldu ama neyse ki geldin, benim çiçeği burnunda 'istiklal caddesi solcusu
kardeşim Ahmet'.
Onurlu gazetecilik nasıl yapılır elbette sen vereceksin bu coğrafyada dersimizi
bize. Savaş gazeteciliği nasıl yapılır senden öğreneceğiz tabi...
Ama sen keyfini bozma sakın. Belki şehre yeni bir film gelir, sana da yeni bir
vesile olur...
Bunca yıldır sen nereye ilişiktin de mahrum bıraktın kendinden bizi sahi Ahmet?
Haftanın Repliği
Dick: Güzel araba. Nedir bu Rolls-Royce mu?
Garth: Evet ya, Enron diye bir şirkete girdim, koşulları süper.
Dick ve Jane İşbaşında'dan
04/03/2006
Ahmet ILGAZ
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=5600