Belgesel Sinema

Ömer TUNCER
imece@tr.net

Ozanın amacı nedir? Ya da ressamın? Mimarın? Yontucunun; fotoğrafçının; karikatürcünün?...

Şiir yazmak, resim yapmak, bina dikmek, çamura biçim vermek, fotoğraf çekmek, karikatür çizmek diyebilir miyiz?

Ya da daha basitçe sorarsak, ben simdi "yazı yazmak için" mi yazı yazıyorum? Ya da siz, "okumak için" mi bu yazıyı okuyorsunuz? Konuşmak için mi konuşuyoruz, yemek yemek için mi yemek yiyoruz, sevişmek için mi sevişiyoruz?

Şiir, resim, yapı, yontu, fotoğraf, karikatür ve sinema... usumuza düşen-düşmeyen sanat dalları... Ne yapmaya, neyi anlatmaya çalışıyorlar?

Uzunca bir alıntıyla başlamak istiyorum söze.

Bir yontucu, Necdet Sumer’e gore:
Çevremizde olup bitenleri anlama yetimizle (intellektus) anlar, aklımızla (ratio) ölçüp biçebiliriz, ama yaşantılarımızı yalnızca duyu-algı yetilerimizle yaşaya-biliriz; başka türlü bilemeyiz; işte sanatın bilgisidir bu ikincisi; doğrudan, aracısız, katışıksız bilmedir yaşantı.

(...)

İnsana, duyu-algı yetilerinin tadına varmasını, bu yetilerini yaşayabilmesini sağlayamadığı sürece, düşünsel bakımdan ne denli önemli içerikler ortaya koymaya koymaya çalışırsa çalışsın, bir etkinlik sanatsal etkinlik nitemine hak kazanamaz.

(...)

Artık şu gözlemi dile getirmenin yeridir: Sanat, felsefenin ve bilimin uğraştığı türden sorularla uğraşma zorunda değildir. (...) Sanat alanının özgül soruları da yanıtları da insan yaşantılarıdır - experimenta humana. Sanatsal etkinliğin nesnesidir yaşantı, bir bakıma hammaddesi. Sanat yaşantıyı irdeler, işler, yaşantıyı sergiler; sanat yaşantılarla uğraşır.

(...)

İnsana özgü yaşantı, bir oluşma sürecinin sonucu değil, sürecin kendisidir: yaşantıyı bilmek, o süreci yeniden yaşamak demektir, ki bu artık insanın bilim, felsefe türünden etkinliklerinin bir sonucu olarak bilgiye ulaşması anlamında bilmesi değil, varlığının bütünü ile, yaşantı sürecini baştan sona duyumsaması ve bu süreç içinde özel doğasını kavramasıdır. Bu tür bir kavrayıştır sanatsal yaşantı. (...) Sanatsal yaşantı bir yinelemedir, yansıma değil. Bu yinelemede sanatçı da sanat yapıtı da birer aracıdır; çünkü sanatsal etkinlik, insanın genel doğa içinde kendi özel doğasının farkına varması ve bu fark edişin tatlarını başka özel doğalarla paylaşma çabasıdır. Bu fark ediştir yaşantı. Öyleyse iletilebilen ve paylaşılabilen bir şey olarak yaşantı sanatsal etkinliğin yegane nesnesidir.

(Nü Heykeller / Necdet Sumer / Sanat Yapım Yayıncılık / Ankara 1993)

Sanat denilen şey, bu paylaşmanın dilidir. Bir sanat olarak sinema da öyle...
Yaşantı denilen süreci paylaşmaktır.

Ama yine bütün sanatlarda olduğu gibi sinema da bu iletişimi sağlayacak özdeksel bir araç kullanmak zorunda kalmaktadır: görüntü dolayısıyla ışık... Hadi, biraz daha darlaştıralım: hareketli görüntü, hareketli ışık...

“Söz”ü nasıl yalnızca şiir kullanmıyorsa hareketli ışığı da yalnızca sinema sanatı kullanmamaktadır.

Söz kullanarak propaganda yapabilirsiniz. Yalan söyleyip kendinize çıkar sağlayabilirsiniz. Şiirden daha başka sanatlar oluşturabilirsiniz.

Hareketli ışığı kullanarak bazı tarihsel ya da doğa olaylarını saptayabilirsiniz. Bilimsel deneylerinizi ya da gözlemlerinizi belgeleyebilirsiniz. Salt insanların meraklarını giderecek görüntüleri onlara taşıyabilir, bilgilendirebilirsiniz. Görüntü oyunları yapabilir, yalan söyleyebilir, insanları kandırabilirsiniz.

Belgesel Sinemacı da kendi yaşantısını anlatır. Onun güçlüğü, baktığı dünyanın kendi kurduğu değil, zaten var olan gerçek bir dünya olmasıdır.

Belgesel sinemacının yaşadığı güçlük, hareketli ışığın saptanma yöntemlerinin pek çok başka alanda da kullanılmasından gelmektedir. Üstelik bu alanların da “var olan gerçek dünya”nın görüntülerini saptayarak işlerini yapmalarıdır.

Canlıları inceleyen bilim adamı, haklı olarak, en gelişmiş teknolojiyi kullanarak o canlıların yaşantılarını saptamaya çalışacaktır.

İzleyicisine bilgi aktarmak isteyen televizyon yapımcısı, yine haklı olarak, bu bilgiyi en gelişmiş teknolojiyle saptayacağı hareketli ışıklarla izleyicisine taşıyacaktır.

Sorun, bunlardan hangisinin sinema olduğu, hangisinin olmadığıdır. Belgesel Sinema, bütün sanatları içinde karışıklığa kurban gitmeye en yatkın olan sanat dalıdır.

Hele hele Sinema gibi alınıp satılmaya başlanan bir sanat olması, ışık saptama teknolojileriyle kâr elde etmeğe uygun ürünler oluşturulabilmesi, bu durumu daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Bize “Belgesel Sinema” olarak sunulan ürünün, hareketli ışık saptama teknolojilerinden biri kullanılarak yapılmış bir “bilimsel veri” mi olduğunu, bizi salt eğitmek için önümüze getirilen bir eğitsel film ya da televizyon programı mı olduğu saptayabilmek oldukça zordur. Bizi “hoşlanacağımız” yanlarımızdan yakalayarak dolaylı ya da dolaysız “kar” peşinde koşan sermayenin oyununa gelip gelmediğimizi anlamamız da hiç kolay değildir.
Hele hele bu özelliklerden birden daha fazlasını üzerinde taşıyacak bir ürünün olup olamayacağıdır.

“Film-belge”; “Belge Filmi”; “Öğretim filmi” “Televizyon programı” ile Belgesel Sinema arasında ayırıcı bir özellik saptanabilir mi?
Bu saptamayı yapmak gerçekten kolay değildir. Ama kimi yollar denenebilir ve oldukça doğru sonuçlara varılabilir. Bu filmler, kendine uygun olan amaçların zorlamasıyla kimi tekniklere daha fazla ağırlık vermektedir. Hiç bir kesinliği olmamakla birlikte, söz gelimi bir televizyon programı, stüdyo sunucusu kullanabilmekte, ama bir Belgesel Sinema yapıtının sunucusu genellikle konunun mekanında ve ortamında olabilmektedir. Bilimsel bir olayı saptamaya yarayan Film-Belge’de, aynı açıdan yapılmış değişik zamanlı çekimler ard arda bağlanabilmekte ve oluşacak sıçramalar önemli olmayabilmektedir. Ya da bir öğretim filminde anlatılmak istenen konu olağanüstü ağırlık kazanmakta, neredeyse filmin yapımcısı ve yönetmeni bütün bütüne silinebilmektedir.

Fakat bunların hiç biri gerçek ölçüt değildir. Bir film, bu özelliklerin pek çoğunu taşıyabilir, fakat yine de yönetmenin “özel doğa”sını izleyenle paylaşma çabası içerebilir. Ya da tam tersi, yapay, özellikle oluşturulmuş bir “özel doğanın” sizinle iletişim kurmaya çalıştığını ayrımsayıverirsiniz.

Peki öyleyse ölçüt nedir?
En önemlisi ve hiç yanılmayanı “zaman”dır. Bir yapıtın üreticisi, eğer gerçekten kendi yaşantılarını (duyarlık, bakış, görüş vb..) paylaşmak için bir yapıt oluşturma çabasına girmiş ise, bu yapıt zaman içinde de başka “özel doğa”larca yinelenmek istenmektedir. Bu nedenle kalıcıdır ve zamana dayanıklıdır. Ama bunu saptayabilmek için bir yaşamdan daha uzun süre gerekmektedir.

İkincisi, ister istemez öznel sezgilerdir. Bir bir filmin “sanat yapıtı” olma potansiyeli taşıyıp taşımadığı, yani zamana dayanıklı olup olmadığı ancak sezilebilir, somut verilerle saptanamaz.

Birincisi, "zaten söyleyecek bir şeyi olan duyarlığın ürünü"nü alıp satmak, ikincisi "zaten söyleyecek bir şeyi olan duyarlığın ürünüymüş" gibi gösterip satışa uygun bir şeyler üretmek. Alınıp satılabilen her "metanın" üretimi, liberal kurallara göre "en kolay yoldan", "en az emek harcayarak" yapılmalıdır.

Bu durumda sanatçı, hangi yolu seçecektir: çok fazla emek harcayıp, ter dökecek, çok uzun zaman harcayıp sonunda ticari açıdan "bir arpa boyu yol" mu gidecektir, yoksa yıldırım hızıyla "kandırmaca" ürünler mi ortaya koyacaktır?

20. Yüzyılın liberal ekonomilerinde açmaz budur. Ortalıkta, her sanat alanında öyle çok "satılık meta" üretilmiştir ki, özellikle alıcı duyarlıklar, kendilerine söyleneni algılamakta güçlük çekmekte, sonunda gürültüden söyleneni algılayamaz duruma gelmektedir.




Ömer TUNCER