Ozanın amacı nedir? Ya da ressamın? Mimarın? Yontucunun; fotoğrafçının;
karikatürcünün?...
Şiir yazmak, resim yapmak, bina dikmek, çamura biçim vermek, fotoğraf çekmek,
karikatür çizmek diyebilir miyiz?
Ya da daha basitçe sorarsak, ben simdi "yazı yazmak için" mi yazı yazıyorum? Ya
da siz, "okumak için" mi bu yazıyı okuyorsunuz? Konuşmak için mi konuşuyoruz,
yemek yemek için mi yemek yiyoruz, sevişmek için mi sevişiyoruz?
Şiir, resim, yapı, yontu, fotoğraf, karikatür ve sinema... usumuza
düşen-düşmeyen sanat dalları... Ne yapmaya, neyi anlatmaya çalışıyorlar?
Uzunca bir alıntıyla başlamak istiyorum söze.
Bir yontucu, Necdet Sumer’e gore:
Çevremizde olup bitenleri anlama yetimizle (intellektus) anlar, aklımızla (ratio)
ölçüp biçebiliriz, ama yaşantılarımızı yalnızca duyu-algı yetilerimizle
yaşaya-biliriz; başka türlü bilemeyiz; işte sanatın bilgisidir bu ikincisi;
doğrudan, aracısız, katışıksız bilmedir yaşantı.
(...)
İnsana, duyu-algı yetilerinin tadına varmasını, bu yetilerini yaşayabilmesini
sağlayamadığı sürece, düşünsel bakımdan ne denli önemli içerikler ortaya koymaya
koymaya çalışırsa çalışsın, bir etkinlik sanatsal etkinlik nitemine hak
kazanamaz.
(...)
Artık şu gözlemi dile getirmenin yeridir: Sanat, felsefenin ve bilimin uğraştığı
türden sorularla uğraşma zorunda değildir. (...) Sanat alanının özgül soruları
da yanıtları da insan yaşantılarıdır - experimenta humana. Sanatsal etkinliğin
nesnesidir yaşantı, bir bakıma hammaddesi. Sanat yaşantıyı irdeler, işler,
yaşantıyı sergiler; sanat yaşantılarla uğraşır.
(...)
İnsana özgü yaşantı, bir oluşma sürecinin sonucu değil, sürecin kendisidir:
yaşantıyı bilmek, o süreci yeniden yaşamak demektir, ki bu artık insanın bilim,
felsefe türünden etkinliklerinin bir sonucu olarak bilgiye ulaşması anlamında
bilmesi değil, varlığının bütünü ile, yaşantı sürecini baştan sona duyumsaması
ve bu süreç içinde özel doğasını kavramasıdır. Bu tür bir kavrayıştır sanatsal
yaşantı. (...) Sanatsal yaşantı bir yinelemedir, yansıma değil. Bu yinelemede
sanatçı da sanat yapıtı da birer aracıdır; çünkü sanatsal etkinlik, insanın
genel doğa içinde kendi özel doğasının farkına varması ve bu fark edişin
tatlarını başka özel doğalarla paylaşma çabasıdır. Bu fark ediştir yaşantı.
Öyleyse iletilebilen ve paylaşılabilen bir şey olarak yaşantı sanatsal
etkinliğin yegane nesnesidir.
(Nü Heykeller / Necdet Sumer / Sanat Yapım Yayıncılık / Ankara 1993)
Sanat denilen şey, bu paylaşmanın dilidir. Bir sanat olarak sinema da öyle...
Yaşantı denilen süreci paylaşmaktır.
Ama yine bütün sanatlarda olduğu gibi sinema da bu iletişimi sağlayacak özdeksel
bir araç kullanmak zorunda kalmaktadır: görüntü dolayısıyla ışık... Hadi, biraz
daha darlaştıralım: hareketli görüntü, hareketli ışık...
“Söz”ü nasıl yalnızca şiir kullanmıyorsa hareketli ışığı da yalnızca sinema
sanatı kullanmamaktadır.
Söz kullanarak propaganda yapabilirsiniz. Yalan söyleyip kendinize çıkar
sağlayabilirsiniz. Şiirden daha başka sanatlar oluşturabilirsiniz.
Hareketli ışığı kullanarak bazı tarihsel ya da doğa olaylarını
saptayabilirsiniz. Bilimsel deneylerinizi ya da gözlemlerinizi
belgeleyebilirsiniz. Salt insanların meraklarını giderecek görüntüleri onlara
taşıyabilir, bilgilendirebilirsiniz. Görüntü oyunları yapabilir, yalan
söyleyebilir, insanları kandırabilirsiniz.
Belgesel Sinemacı da kendi yaşantısını anlatır. Onun güçlüğü, baktığı dünyanın
kendi kurduğu değil, zaten var olan gerçek bir dünya olmasıdır.
Belgesel sinemacının yaşadığı güçlük, hareketli ışığın saptanma yöntemlerinin
pek çok başka alanda da kullanılmasından gelmektedir. Üstelik bu alanların da
“var olan gerçek dünya”nın görüntülerini saptayarak işlerini yapmalarıdır.
Canlıları inceleyen bilim adamı, haklı olarak, en gelişmiş teknolojiyi
kullanarak o canlıların yaşantılarını saptamaya çalışacaktır.
İzleyicisine bilgi aktarmak isteyen televizyon yapımcısı, yine haklı olarak, bu
bilgiyi en gelişmiş teknolojiyle saptayacağı hareketli ışıklarla izleyicisine
taşıyacaktır.
Sorun, bunlardan hangisinin sinema olduğu, hangisinin olmadığıdır. Belgesel
Sinema, bütün sanatları içinde karışıklığa kurban gitmeye en yatkın olan sanat
dalıdır.
Hele hele Sinema gibi alınıp satılmaya başlanan bir sanat olması, ışık saptama
teknolojileriyle kâr elde etmeğe uygun ürünler oluşturulabilmesi, bu durumu daha
da karmaşıklaştırmaktadır.
Bize “Belgesel Sinema” olarak sunulan ürünün, hareketli ışık saptama
teknolojilerinden biri kullanılarak yapılmış bir “bilimsel veri” mi olduğunu,
bizi salt eğitmek için önümüze getirilen bir eğitsel film ya da televizyon
programı mı olduğu saptayabilmek oldukça zordur. Bizi “hoşlanacağımız”
yanlarımızdan yakalayarak dolaylı ya da dolaysız “kar” peşinde koşan sermayenin
oyununa gelip gelmediğimizi anlamamız da hiç kolay değildir.
Hele hele bu özelliklerden birden daha fazlasını üzerinde taşıyacak bir ürünün
olup olamayacağıdır.
“Film-belge”; “Belge Filmi”; “Öğretim filmi” “Televizyon programı” ile Belgesel
Sinema arasında ayırıcı bir özellik saptanabilir mi?
Bu saptamayı yapmak gerçekten kolay değildir. Ama kimi yollar denenebilir ve
oldukça doğru sonuçlara varılabilir. Bu filmler, kendine uygun olan amaçların
zorlamasıyla kimi tekniklere daha fazla ağırlık vermektedir. Hiç bir kesinliği
olmamakla birlikte, söz gelimi bir televizyon programı, stüdyo sunucusu
kullanabilmekte, ama bir Belgesel Sinema yapıtının sunucusu genellikle konunun
mekanında ve ortamında olabilmektedir. Bilimsel bir olayı saptamaya yarayan
Film-Belge’de, aynı açıdan yapılmış değişik zamanlı çekimler ard arda
bağlanabilmekte ve oluşacak sıçramalar önemli olmayabilmektedir. Ya da bir
öğretim filminde anlatılmak istenen konu olağanüstü ağırlık kazanmakta,
neredeyse filmin yapımcısı ve yönetmeni bütün bütüne silinebilmektedir.
Fakat bunların hiç biri gerçek ölçüt değildir. Bir film, bu özelliklerin pek
çoğunu taşıyabilir, fakat yine de yönetmenin “özel doğa”sını izleyenle paylaşma
çabası içerebilir. Ya da tam tersi, yapay, özellikle oluşturulmuş bir “özel
doğanın” sizinle iletişim kurmaya çalıştığını ayrımsayıverirsiniz.
Peki öyleyse ölçüt nedir?
En önemlisi ve hiç yanılmayanı “zaman”dır. Bir yapıtın üreticisi, eğer gerçekten
kendi yaşantılarını (duyarlık, bakış, görüş vb..) paylaşmak için bir yapıt
oluşturma çabasına girmiş ise, bu yapıt zaman içinde de başka “özel doğa”larca
yinelenmek istenmektedir. Bu nedenle kalıcıdır ve zamana dayanıklıdır. Ama bunu
saptayabilmek için bir yaşamdan daha uzun süre gerekmektedir.
İkincisi, ister istemez öznel sezgilerdir. Bir bir filmin “sanat yapıtı” olma
potansiyeli taşıyıp taşımadığı, yani zamana dayanıklı olup olmadığı ancak
sezilebilir, somut verilerle saptanamaz.
Birincisi, "zaten söyleyecek bir şeyi olan duyarlığın ürünü"nü alıp satmak,
ikincisi "zaten söyleyecek bir şeyi olan duyarlığın ürünüymüş" gibi gösterip
satışa uygun bir şeyler üretmek. Alınıp satılabilen her "metanın" üretimi,
liberal kurallara göre "en kolay yoldan", "en az emek harcayarak" yapılmalıdır.
Bu durumda sanatçı, hangi yolu seçecektir: çok fazla emek harcayıp, ter dökecek,
çok uzun zaman harcayıp sonunda ticari açıdan "bir arpa boyu yol" mu gidecektir,
yoksa yıldırım hızıyla "kandırmaca" ürünler mi ortaya koyacaktır?
20. Yüzyılın liberal ekonomilerinde açmaz budur. Ortalıkta, her sanat alanında
öyle çok "satılık meta" üretilmiştir ki, özellikle alıcı duyarlıklar,
kendilerine söyleneni algılamakta güçlük çekmekte, sonunda gürültüden söyleneni
algılayamaz duruma gelmektedir.