Öncelikle şunu söylemeliyim;
Belgesel Sinema'yı "sinema", yani "sanat" olarak görmek, onu, "belgeleme",
"saptama", "tanıtma"; dahası "eğitim", "propaganda" vb işlevlerinin dışına
düşürmez... Hangi amaç için kullanılacaksa çok daha geniş ve etkileyici bir
biçimde kullanılmasını da sağlar. Ama temel amacı, yaratıcı ile izleyici
arasındaki yaşantı akışını sağlayan bir araç olmasıdır.
Mağara resminden bugüne değin bütün sanatlarda olduğu gibi...
Ortaçağ sonlarına değin insanoğlu kendini "kul" sayıyordu. Bütün sanatlar da,
insanın tek yaşantısı olan "gerçek efendi", "değişmezlik"i anlatıyor, insandan
insana aktarıyordu. Tek yaratıcı değişmezlik tanındığı için başka bir yaratıcıya
gerek duyulmuyordu. Bu nedenle dinsel olsun olmasın ortaçağ sanatında; resminde
(dinsel resim), şiirinde (dua vb), mimarisinde (tapınak vb) yaratıcı imzasına
rastlayamayız. Varsa da çok zayıftır ya da yapıtını o yüce değişmeze, tanrıya
armağan ederken anlatılır.
"Renaissance", yani "yeniden doğuş"un dünyaya yeniden getirdiği "birey"dir.
İlkçağdaki doğal ortamında "birey" olarak yaşayabilen insanoğlu, daha gelişmiş
olarak yeniden doğuyordu. Bu durumda, "değişmezlik" bile "birey"in yaratısına
kalıyor ve "yüce" kavramıyla birleşiyordu.
Renaissance sanatında din konulu yapıtların tümü bize "yücelik" aktarır.
Renaissance yapıtlarının hepsi imzalıdır; yaratıcı öznenin adını biliriz.
Renaissance sonrası, yine "birey"in önde olduğu "hümanizma", "aydınlanma" vb
kavramların öne çıkması, "birey'in değişebilirliği"nin, efendi "değişmezlik"
karşısında verdiği egemenlik savaşıdır. Sanat dünyasında, yaklaşık 500 yıl, bu
savaşımla geçer.
19.yy, estetikte, dolayısıyla sanatta artık "birey" kavramının yerli yerine
oturduğu yüzyıldır. Impressionism ile sanat bireyin "duyum"larına, 20.yy'da ise
Expressionism ile bireyin "algı"larına dönecektir. Bu yüzden 20.yy sanatının
temelinde, "doğru" ve "gerçeklik" değil, "öznellik", "bireysellik" ve
"değişkenlik" vardır.
Bu bireysel ve değişken yapının içerisinde sanat yapıtı ürettiğini düşünen
herkes, bu yapıtı hangi amaçla ürettiğini açık ve secik olarak bilmek, karar
vermek durumundadır.
Sanatsal etkinlik, henüz var olmayan bir biçimi üretme etkinliğidir. Henüz bir
biçimi olmayan ve var olabilmek için bir biçime gereksinimi olan yaşantılara
biçim kazandırma etkinliğidir. 1
Peki belgesel sinemada bu nasıl olabilir. "Gerçeklikler", "doğrular" ve
"değişmezlikler" arayan bir sanat dalı değil mi Belgesel Sinema?
İşte Belgesel Sinema'da açmaz gibi görünen, üstelik işin kolayına kaçtığımızda
elimizden kaçıvermesi sonucunu doğuran, filmlerde kullanılan teknolojinin
büyüsüne kapılıp, belgeseli "teknoloji"yle ya da "marifet"le özdeşleştiren
Belgesel sinemanın bu yanı değil mi?
Gerçeklikler, doğrular ve değişmezliklerin; çok zor çekim açıları kullanılarak
yapılmış çekimlerin büyüsüne kapılıp kimi filmleri "iyi" diye nitelemiyor muyuz?
Karınca yuvasına ya da insan organlarının içine giren kameralar, uçmakta olan
bir böceği izleyebilen kamera hareketleri bizi büyülemiyor mu?
Belgeselin sorunu şu: gerçekliğin, doğrunun ve değişmezliğin peşinde biz
kendimizi unutmuyor muyuz? Yani gerçekliğin, doğrunun ve değişmezin peşinde olan
bu bireyi filmimizde neden duyumsatmıyoruz? Neden onunla izleyici arasında bir
yaşantı akışı, yaşantı paylaşımı olmasın? Neden "gerçeklik", "doğru" ve
"değişmez"; "ben"i "başka ben"lere taşımıyor?
Yani bir Afrika belgeseli çekerken "ben" bir "özne", bir "birey", bir "değişken"
olarak o belgeselin neresindedir?
Başka bir deyişle biz hiç merak edilmeyecek bir konunun filmini yapsak ürünümüz
yine de "iyi" sinema örneği olamaz mı?
Kendimizi salt "nü"ler yapan bir heykeltıraşın yerine koyalım. En bilindik
çıplak bedenleri her heykelle yeni baştan anlatmanın çekiciliği nedir?
Belgesel Sinema, "anlatılan"la "anlatan"ın en çok birbirine karıştığı sanat
alanı.
Yalnızca "anlatılan"ı anlatarak son derece ilginç ve satılabilir örnekler yapma
şansımız vardır. Geçim sağlama şansımız da...
Ama kalıcı olma şansımız yoktur. Gerçek anlamda sinema yapmak ve kalıcı olmak
için mutlaka "anlatan'ı anlatan", "anlatan'ın yaşantılarını paylaşan" ürünler
oluşturmak zorundayız. Ancak bunu başardığımızda ürünümüz gerçek anlamda
"sinema" olabilecektir.
Peki sinemada anlatılanın işlevi hiç olmayacak mı?
Kuşkusuz bütün sanat yapıtlarında olduğu gibi, sinema yapıtı her zaman "anlatılan"la
kurulur, oluşturulur biçimlendirilir. O olmadan anlatanı anlatmanın olanağı da
yoktur. Anlatanın yaşantıları, kendi başına anlatanın iç dünyasında kapalıdır.
Onun paylaşılması ise anlatılanlara yüklenirse olanaklıdır. Sanat anlatanın
yaşantılarının anlatılanlara yüklenmesi ve biçimlendirilmesi işidir...
Sanatsal etkinliğin ürünü olan sanat yapıtını yapan kişidir sanatçı. Bu öznenin
temel, vazgeçilemez ve değiştirilemez özelliği çoğul değil, tekil olmasıdır. 1
Işte "estetik", bu tekilliğin kuramıdır. Düşünce tarihindeki estetik kuramları
arasında kişisel düşüncemizi saptamak, ya da özgün düşüncemizi oluşturmak
zorundayız. Bakışımız, yapıtlarımızda gözükmeli ve anlatılabilir, daha da
önemlisi anlaşılabilir olmalıdır.
Sanatçı, yaşantıyı duyu-algı yetileri aracılığıyla algılanır kılmak üzere
yalnızdır. Sanatçı, insana özgü dünyanın (insanlığın) bütününü kendi tekil
varlığında ne ölçüde taşıyorsa, o ölçü üreteceği biçimi (yapıtı) belirler. Bu
ölçü sosyolojik anlamda toplumsallığı da aşan bir ölçüdür. Bu ölçünün oluşması
için sanatçı bireyin insanlık karşısında yalnız olması gerekir. Sanatçı kişilik
bu yalnızlıktan doğar. Doğarken verdiği ürünlerle yalnızlığını aşar, yeniden
insanlığın bütününe katılır. 1
Sinema da bütün öteki sanat dalları gibi, içinde yaşadığı çağın estetik
kuramlarından kuşkusuz etkilenecektir. Bu kuramlar, bütün sanat dallarında
kendini gösterir. Asıl tartışma bütün sanatların ürünlerini ve kuramlarını gün
gün izleyebilmek ve kendi yerini bunun içinde "var" tutabilmektir.
Belgeselciler birliği bunun için bir yanıyla da genel sanat estetiğinin, özel
olarak da sinema estetiğinin ciddi birer kuram olarak tartışılıp konuşulduğu bir
ortam olmak durumundadır.
Bize okullarımızda estetik öğretilmiyor. Sanat okullarımızda bile... Estetik
bilmeden herhangi bir sanatın bırakın üreticisi olmayı, eleştirmeni, dahası
tüketicisi bile olmak o denli kolay değildir.
(...)
Sanatsal dil, tıpkı anadil öğrenir gibi toplumsal yaşam içinde yaşanarak
öğrenilir, bilimsel ve felsefi bilgi gibi ya da nesneler dünyasına ilişkin
'pratik' bilgi gibi belleyerek değil.
Kutsallıklara, yüceliklere sığınmaya gerekseme duymayan bir dünyayı oluşturmak
için; insanların birbirine yettiği bir dünyayı oluşturmak için; geleceğin
dünyasını oluşturmak için; "ben"lerin yaşantılarını başka "ben"lerle
paylaşmasını sağlamak için bütün sanatçıların, sinemacıların, belgesel
sinemacıların ortak bir dünyada buluşması gerekiyor.
Sanatsal dili kullanabilmek, ürünlerini yaratabilmek sanatlarla iç içe bir
ortamda yaşayarak olanaklıdır. Kaçımız, diyelim ki son bir ay içinde bir yazın
dergisine göz attık? Kaçımız, son bir ay içerisinde herhangi bir sergiye gittik?
Kaçımızın yolu bir konsere ya da tiyatroya düştü?
Peki, kaçımız son bir ay içinde sinemaya gitti?
Herkes bu soruların yanıtını kendine vermelidir?
Bir estetik yazısı okumayalı bin yıllar olmuş gibi...
Kendimizi bilelim. Bu koşullarda sinema yapıtı üretmemiz beklenemez... Bunu
alanımıza yönelen genç insanlarımıza da anlatmak durumundayız. Onlara demeliyiz
ki, "gelecekte yapacağın 'film' sinema falan olmayacak, bu koşullarda da olamaz,
bizim size öğretebileceğimiz, çekirdekçi rıza ustanın çekirdeği nasıl
kavuracağına ilişkin bildiği tekniklerden öte niteliksel özellik taşımaz; bu da
'sinema' denilen şeyi var etmek için değil, izlemek için bile yetmez"...
Bizim alanımızda da sinema yapıtının yaratılması için gereken ortamı sağlamak
üzere savaşım vermek, Belgeselciler Birliği'nin görevi olmak zorundadır.
Kendisi, örgütsel olarak, yapabildiğince bu ortamı oluşturmakla ve yaşatmakla
kalmamalı, bu ortamın oluşmasında görev alması gereken, devlet başta olmak
üzere, bütün örgütlere tüm gücüyle baskı yapmalıdır. Etkinliklerimiz günden güne
gücünü ve baskısını artırmak zorundadır.
Bu ortamı yaratamazsak, ABD sinemasının başına gelen gibi, ulaşabileceğimiz en
üst düzey, en iyi kavrulmuş çekirdeği elde edebilmekten öte değildir. Bu da ne
kalıcılığımız için, ne geleceğimiz için ne de dünyamız için yeterli olacaktır.