"Ben" den Sonra Tufan mı?

Ömer TUNCER
imece@tr.net

Beni bende demen bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içerü.
Miskin Yunus


“Mutlak hakikat” kavramından yola çıkan Aristokrat kültürün “ben”i tanrıdır, tanrı dışında “ben” yoktur, “birey” yoktur. Geri kalan her şey onun “bende”sidir, “kul”udur. Kuşkusuz, insanlar da...

Oysa Tasavvufun “Hakikat Kapısı”na ulaşan Yunus, “bende”likten arınır, “ben”in kendisi olduğunun ayırdına varır:

Nitekim ben beni bildim yakın bil ki Hakk’ı buldum
Korkum onu buluncaydı şimdi korkudan kurtuldum
Ben kimseden korkımazam ya bir zerre kayırmazam
Ben şimdi kimden korkayım koktuğum ile bir oldum
Azrâil gelmez yanıma sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne sorarlar onu sorduran ben oldum



Yunus’a Hakk açtı kapı Yunus Hakk’a kılar tapı
Benim işim devlet bâkî ben kul iken sultan oldum
Yunus


Kültür tarihinde “kul” kültürü böyle biter, “birey” kültürü böyle başlar.
İnsanoğlunun yaşamasında, kültüründe ölçüt, bundan böyle “birey” olacaktır. Yunus başta, sanat yapıtlarına yaratıcının imzası konulacak, devletler birey/vatandaş ölçütüne göre yeniden biçimlenecek, insan düşüncesi (felsefe) bireyin duyumlarına ve algılarına doğru akmaya başlayacaktır.
Artık “birey” dışında “mutlak hakikat” olmayacaktır. Oysa 16 yy’da Montaigne’e göre:

insandırlar sonunda, her yaptıkları şey, ister istemez değişkendir.
Montaigne
“Denemeler” s:41 “Yasalar Üstüne”
(Kitap III, Bölüm XIII)


İnsanın, “birey”in yapıp etmeleri, “mutlak” değildir.
Buna bağlı olarak “görelilik” kavramıyla karşılaşırız. Öyleyse “hakikat/gerçek”, “mutlak” değil, hem insana “göre”, hem zamana “göre”, “değişken” olacaktır.
İşte bilimi doğuracak olan bu yeni kültürdür. Bilim, “değişken” gerçeği, “göreli” gerçeği arayan bir disiplindir.
Bilim, her zaman “daha gerçek”i arama sürecidir; “en gerçek”i, “mutlak hakikat”i bulma çabası değil...
“Gerçek”i bulduğunu düşünen herkes artık bilecektir ki, bu gerçeğin daha gerçeği, onun da daha gerçeği olabilir. Adım adım sonsuzluğa doğru aynı sorunun daha gelişkin yanıtını arayan başkaları da olacaktır.
Olmalıdır da.
Bilim eğer bilimse, yapısında bu değişkenlik, bu akışkanlık bulunmak zorundadır.
Her anlamda “gelişme ”, bu değişkenlikle, bu akışkanlıkla kavranabilir.

Aristokrat kültürün, dolayısıyla Ortaçağın anlayamadığı buydu. 13.yy’da Mevlânâ Celâleddin ile Ahi Evren Şeyh Nasiru’d Din Mahmud arasındaki çatışmanın temel nedeni de budur. Renaissance’da Tanrı’nın bize yolladığı “mutlak hakikat” dışında gelişebilir gerçeği aradıkları için engizisyon mahkemelerinde yargılanan, cezalandırılan bilim insanları vardır. 16.yy’da Galilei’nin başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Descartes, çalışmalarını, bitiremeden engellenme korkusuyla, dağlardaki kulübesine çekilerek sürdürmüştür.

İnsanoğlu’nun içinde yaşadığı “kültür ortamı” ile ürünleri de değişmektedir. Ortaçağın birbirinin neredeyse aynı ikonaları yerine artık her ressama göre başka bir İsa, başka bir Meryem Ana, başka bir Mecdelli Meryem olabilmektedir. Dahası aynı ressamın değişik zamanlarda değişik kişilikte, söz gelimi, Aziz Paul’ler yapabildiğini de görüyoruz.

İnsanoğlu 13.yy’da Anadolu’da başlayan ve 15.yy’da Avrupa’da sürerek günümüze gelen yeni bir kültürle karşılaşmıştır. Doğaya “mutlak” değil, “akış” içinde bakan, sanatında kendisinden bağımsız “mutlak gerçek”i değil, “bana göre”liği önde tutan “birey kültürü”dür bu.

13.yy’dan bugüne, 800 yıldır içinde bulunduğumuz kültür budur.
Bugünün insanı, içinde bulunduğu birey kültüründen başka bir kültürün olanaklı olabileceğini görememektedir. Karşılaştığı bütün sorunları “birey” temelli bu kültürden gelen ölçütlerle çözmeye çalışmaktadır.

Nedir bu ölçütler?
Biliyoruz ki “yarışan”ların toplumunda yaşıyoruz. Yalnız birey kültürünün “ben”leştirdiği bireyler değil, insan grupları da yarışıyor. Aynı işi yapan dernekler yarışıyor, uluslar yarışıyor, ümmetler yarışıyor, devletler yarışıyor... En önemlisi, “şirketler” yarışıyor. Hepsi “ben”leşmiş, kendi “kâr”lılığı için başka benlerin “ölümü”ne yarışıyor. Gerçekten, yarışı kazanabilmek için birilerinin ölmesi, yarışanları hiç ilgilendirmiyor. Savaşlar bu yüzden çıkıyor. Çocuklar bu yüzden ölüyor.

İlkçağların arkaik “yiyecek kavgaları” bütünüyle içgüdüseldi. Daha sonraki “Tanrı mülkünü kurtarma” savaşları, “kul”ları kullanma hakkını tanrı kahyası aristokratlara veren, bu yüzden ortaya çıkan Haçlı, fetih ve benzeri Aristokrat savaşları ile de bugünkü savaşların ilgisi yok.

Bugün yaşanan, şirket sermayelerinin “kâr”lılık savaşlarıdır. Sürdürülmekte olan, şirket “ben”leri için “birey” “ben”inin yok edilme savaşımıdır. Birey kültürü kendini yok etmekte, bindiği dalı kesmektedir.

“Küreselleşme”, ilk kez sosyalistlerin ayırdına vardığı enternasyonalizmi, sermayenin ele geçirmesi ve kendi çıkarına kullanma çabasıdır. Şimdi de sermaye, uygulama alanını genişletmek için dünyayı ele geçirme savaşımı vermektedir.

Peki, kiminle savaşıyor?
Kiminle yarışıyor dünyayı ele geçirmek için?
Hiç kuşkumuz olmamalıdır ki “insan”la!..
Hiç kuşkumuz olmamalıdır ki kültür tarihi boyunca gelen bütün “insan değerleri” ile!..
Tarih yani “akış” zorunlu yozlaşma örnekleri ile doludur. Bütün kültürler akış içinde yaşlanırlar. Küçüklü büyüklü bütün kültürler, kendilerinden önce yaşlanmış, yozlaşmış olan kültürleri devirir, yerine geçerler. Ve haklıdırlar!.. Çünkü onları var eden ve egemenliğini gerekli kılan günün koşullarıdır. İnsan gereksemelerini ancak onlar karşılayabilir.
Bu süreçte Burjuva sosyal sınıfı egemenliği eline alınca, kendi dizgesini kurmuş ve artık değişmeyecek bir haklılık sahibi olduğu sanısına kapılmıştır.
Yani “mutlak” haklılık!..
Aristokrat kültürün “mutlak hakikat”i...
Bu, aristokratlardan burjuvalara kalmış, “mutlak hakikat” kültüründen günümüze ulaşmış, henüz temizlenememiş uzantılardandır.
“İnsan” için başlatılan “ben” savaşımı, bu aşamada insanı ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
İnsandan, “birey”den yola çıkan kültür, bireyi yok etmeye çalışmaktadır. Yaratmaya zorlandığı şey, yeni bir “kul” türüdür...
Belki artık tanrının değil, ama “sermayenin kulu”... Yozlaşma sürecine girmiş olan “ben” kültüründe, Aristokrat “tanrı”sının yerini “sermaye” almıştır. Halk dilinde son derece güzel söylendiği gibi, “her şeyin allahı para” olmuştur.


* * *

Belgesel Sinemacı, tanrısal “mutlak hakikat”in peşinde değildir.
Belgesel Sinemacı, kendi yaşantısının parçası olan “güncel doğru”sunu bir yandan gününün insanıyla, öte yandan geleceğin insanıyla paylaşmayı amaçlar. Bunu yapmak için, öteki sanatlardan ayrı olarak, yapay bir evren kurmaz. Dünyada, doğal evrende ne bulursa yalnızca onu kullanır. Bunu “mutlak hakikat” arayışı sanmak doğru değildir.

Belgesel Sinemacı herkes gibi “bugünün insanı”dır. Yüreğinde bugünün insanının sıkıntısını duyar, sorunları çözmek için herkes gibi kafa patlatır. Onun da kendi yaşantısıyla ve gününün doğrusuyla iç içe geçmiş doğruları vardır. Belgeselci yanıyla oluşturduğu nesnel doğru algılarına; sinemacı yanıyla kendi “ben”ini, yaşantısını katar.
Belgesel Sinemanın oluşturduğu ortam bütün sanatların “insan”ı temel alarak oluşturmakta olduğu ortama katılır. Hep birlikte geleceğin dünyasını oluştururlar. Belgesel Sinema, gününün doğruları üzerine kurulu olduğu için, bütün malzemesini gününün doğrularından aldığı için, bu ortamda özel bir yeri vardır.

Sermaye, bu nedenle “insan”ı temel alan ve “kul”a dönüştürmesine olanak vermeyecek bütün sanatların yarattığı ortamla da savaşmakta, yozlaştırmaya çalışmaktadır. En çok o insanın güncel doğrusunu paylaşan belgesel sinemaya karşı savaşım vermekte, onu yozlaştırmaya çalışmaktadır. Bunun için, “belgesel” (!) adlı, sermaye denetimindeki yapımları yayınlayan, bütün dünyaya yayın yapabilen özel kanallar kurulmuştur.

Sermayenin korkusu, insanın, döneminin doğrularının ayırdına varması ve ona “kul” olmaktan uzak durmasıdır. Oysa Belgesel Sinema, her zaman kendi döneminin doğruları üstüne oturmak zorundadır. Toplumda, dünyada, evrende ne bulursa onu kullanır.

Roman sanatında Tolstoy’un doğruları istediği yola sokmaya hakkı olabilir.

Kurmaca Sinemada Fellini, kendi Roma’sını yeniden kurar ve elektrik direğini istediği yere yerleştirebilir.

İnsanoğlu, geleceğin dünyasını doğru tahmin etmeye, doğru geliyorsa ulaşmaya, gelmiyorsa uzaklaştırmaya çalışır. Bütün ütopyalar, bütün toplum ve devlet felsefeleri bu ana temel psikoloji üzerine kuruludur.

Belgesel sinemacının da gününün sorunlarının çözüleceğini düşündüğü, geleceğin dünyasına ilişkin özlemleri, dilekleri, yaşantıları vardır. Yapıtları, bu yaşantıların paylaşılmasını amaçlar. Dahası belki, bir insanda Belgesel Sinemacı olma isteğinin yoğunluğu, geleceğin dünyasına ilişkin sorun ve önerilerini paylaşma isteğinin yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Çünkü Belgesel Sinema, bugünün örneklerinin, sorunların, en canlı anlatılabildiği, en doğru gösterilebildiği sanat alanıdır.

* * *

Bu durumda, karşımıza geleceğin dünyasına ilişkin şöyle bir soru çıkar:
Bugünün küreselleşmekte olan yozlaşmış “birey” dünyasında “ben”liğini yitirip yeniden “kul”a, üstelik sermayenin kuluna dönme tehlikesiyle karşı karşıya olan bireyin, yozlaşmaya zorlanan “ben”liğini kurtarmak için yapabileceği bir şey var mıdır?

Kültür tarihi yardımıyla “akış” üzerinde biraz önceye dönüp, Aristokratların yönettiği Ortaçağ ve öncesi toplumlara baktığımızda, “kul”ların yaşayabilmek için, Aristokrat kültüre karşı bir “dayanışma kültürü” oluşturduğunu görüyoruz. Aristokrat yapı boyunca, bütün olumsuz koşullara karşın, “kul”lar, güçlerini birleştirerek ayakta kalmayı, ölmemeyi başarıyorlar. Çok zayıf da olsa, güçlerin birleşmesinden oluşan büyük tek güç, daha çok kendini savunma alanında kullanılıyor. Üstelik bıçak kemiğe dayandığında, aristokratlara karşı başkaldırı düzenleyebiliyorlar. Köle Spartakus’un öteki kölelerle birlikte Roma’yı almak üzereyken son anda yitirdiğini hepimiz biliriz.

Öteki sınıflar da dayanışma kültürünü “kul”lardan öğrenir ve zaman zaman kullanırlar. 1215’te Magna Carta Libertatum’u İngiltere kralına kabul ettiren ve imzalamasını sağlayan, böyle bir dayanışmadır, ama Aristokrat Lord’ların dayanışmasıdır.

13.yy’da Anadolu’da, büyük bir dayanışma örneği, bir “kul” başkaldırısı görüyoruz. Baba İlyas’ın önderliğindeki Babaîler (ki Türkmenlerdir) Selçuklu Sultanlarına (Aristokrasisine) başkaldırırlar. Selçuklular Baba İlyas’ı tutuklayıp Amasya Kalesi’nde asınca Babaî isyanı önü alınmaz bir hale gelir. Bütün Anadolu’dan çoluk-çocuk toplanan Babaî’ler önce Amasya kalesine ulaşır ve Baba İyas’ı asanları cezalandırır, sonra da Selçuklu Aristokrasisi’nin elinden devleti almak için Konya’ya doğru yola çıkarlar. Tehlikeyi haber alan Selçuklu ordusu Kırşehir’in Malya ovasında Babaî’leri karşılar ve inanılmaz bir kırım yapar. (1240)

Ardından Babaî ardılı Ahîler Anadolu’da yayılmasına tanık olunur.

Kültür değişimini Ahî Anadolu’sunda görmeye başlıyoruz. “Kul” yerini “birey”e bırakma sürecine giriyor. Ancak henüz dayanışma kültürü sona ermemiş, “birey” kültürü yozlaşmamıştır. Ahî’ler, örgütlü bir dayanışmaya girer ve “dayanışma kültürü”nü üretimde de kullanır. Bugüne değin Anadolu’da geçerliliğini yitirmeyen “imece”yi bu dönemde oluşturulur. Üst üste koydukları güçleri ile, askeri, dinsel, siyasal alanda dayanışmayı alabildiğine yaşar, dünyada ilk kez Aristokrat olmadıkları halde iki devlet kurar ve yaşatırlar. 1265 yılında Ankara, 1299’da Söğüt’te Osmanlı devletlerinin kuruluşu ilginçtir; Anadolu insanının dayanışması ile başarılmıştır.

Anadolu insanı, “kul”dan “birey”e dönüşmekte olan temel kavramıyla yeni kültüründe bir “kollektif ben” oluşturuyor. Bugün sermayenin, birbirlerinle kârlılık için bağlanan yeni kullarının oluşturduğu “şirket benleri”nde olduğu gibi... Anadolu bu “kollektif ben”e, “can” ve “canlar” diyor . Herşeyi yaratan “canlar”dır.

Anadolu türkülerinin varlığı, "kollektif ben"in sanat yapıtlarında bile olabilirliğini burnumuzun ucuna değin getiriyor. "Kollektif ben"in oluşturduğu bir Yozgat Sürmelisi, bir Turna Semahı az şey midir? Anadolu'nun "kollektif ben"i olmasa, dünyadaki bütün sanat yapıtlarını tarasak sevgisini "açsam yüzünü baksam dursam" diye anlatabilen bir "ben" bulabilir miyiz? Onlardaki "yanık"lığı yakalayabilir miyiz? Anadolu Türkülerinin yöneltmesi olmasa Cemal Süreya şiirindeki "içten" ("samimi" anlamında değil, "dıştan olmayan" anlamında) bakış ortaya çıkabilir miydi? Açıp Karac'oğlan'a bir baksak... Hadi imzasız olsun, "Çamdan sakız akıyor" türküsüne baksak... İmza (mahlas), 13.yy'da "ben" kültürü gelişmeye başladıktan sonra türküye girdi; ama türküler "kollektif ben"in ürünü olma özelliğini yitirmedi...

Osmanlı, 2. Mehmet’e kadar olan dönemde yavaş yavaş gelen bir karşı-devrim sürecindedir. Osmanlı’yı kurarken “kollektif ben”in bir parçası olabilmek için “bey” sanını bile terketmiş, gazilerden bir “gazi” olarak kalmış olan Osman ve Orhan Gazilerin torunu 2. Mehmet, “Fatih” ve “Sultan” sanlarını yeniden alarak Aristokrat karşı devrimi tamamlar. Hepimizin bildiği Şeyh Bedreddin hareketi, bu karşı-devrime direnen Anadolu’nun gerçek çığlığıdır. Gerçeği aramakla kendini hiç de görevli sayması gerekmeyen biri, bir ozan, Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin’den aldığı hız ve geleceğe yönelik kendi “kollektif ben” öngörüsüyle oluşturduğu güncel doğrusunu hepimizin bildiği şu dizelerle paylaşıyor:

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için


Bu tavır, Küreselleşmenin “birey”i yozlaştırarak yeniden yaratmaya çalıştığı “yeni kul” kavramına karşı çıkışın tavrı olmalıdır.

Bu yeni bir “dayanışma kültürü”dür. 13.yy Ahî Anadolusunun “imece”si, geliştirilerek küreselleşmeye karşı durabilecek gücü oluşturabilir. Bütün dünya insanıyla oluşturulabilecek “dayanışma”yı yitirmeden küreselleşmeyi sermayeden arındırmanın, temizleyip enternasyonalizmi yeniden oluşturmanın yolu, yarışma kültürüne karşı durmak ve yitirenin gücünü tüketip ölmesini de gladyatör dövüşlerinden alınan keyifle seyretmek yerine bu güçleri bir araya toplayıp üretimi “imece”yle gerçekleştirmektir.

Nasıl!?
Bildiğim, insanoğlunun bunu başarması gerektiğidir.
Bugünün “güncel doğru”su, bugünün sorunlarına çözüm getirmek için geleceğin değerlerini üretmektir. Eğer gerçekten dünyada “dayanışma” kavramı yeni bir kültür oluşturabilecekse, “yarışma”da yitirilen insan gücünü bir araya getirip üretici kılabilecekse, insanoğlunu “ben” demekten vaz geçirip ona “biz” diyebilmenin yordamını gösterebilecekse, “yeni kul”larını tekil tecrit odalarında mutlu eden Post-Modern dünyayı oluşturan “kullaşmış ben” kavramının uyuşturucu bağımlısı gibi insanları sarıp sarmaladığı bir dünyadan kurtaracaksa, “birey”liğini, “ben”liğini yitirmeden, birey ötesi (post-individüalist) yeni bir yapılanmada insanoğlu sonunda insanlığının erdemlerine kavuşabilecekse, bu yeni kültürü en iyi paylaşacak sanat dalı, yapısı gereği Belgesel Sinema’dır.

13. yüzyılda Anadolulu sûfi Ahi Evren, Şeyh Nasiru’d Din Mahmud, Yani Hace Nasiru’d Din... Yani bildiğimiz Nasrettin Hoca, “Tabsiratü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi” adlı kitabında kendi güncel doğruları için diyor ki:
“Şayet gönül gözü, marifet nuru ile bakacak olursa, bu hususlar akıl ölçülerinden daha iyi aydınlanır. Fakat bu konuda daha fazla bir şey yazıp söyleyemem. Çünkü bunun açıklanması tehlikeli bir durum(...)dur.” (s:144)

“Ahî Evren,Tasavvufî Düşüncenin Esasları”
Diyanet Vakfı Yayını 163, Ankara, 1995
Hazırlayan: Prof. Dr. Mikâil Bayram


Sevgili Hace Nasiru’d Din’e bugünün dünyasından, kendi ölçütlerimizle dikkatlice bakarsak, doğruyu bulmak için aklın yanında, “gönül gözü”nün, yani “sanat gözü”nün gerekli olduğunu söylediğini anlarız. Günümüzde aklıyla bulduğuna gönül gözüyle bakmanın yolu, yine yapısı gereği, Belgesel Sinema değil midir?

Yeter ki onu sahici “gönül gözü”nden arındırmayalım, yozlaştırıp sermayeye “kul” etmeyelim.



Ömer TUNCER