"Kanada veya Belçika'da medyanın neden göreceli olarak daha dürüst ya da açık olduğuna verilecek cevap "artık oralarda artık insanların ne düşündüğünün bir öneminin kalmadığıdır."
Noam Chomsky
Belgesel, hareketli bir görsel yapıya uygulanan (film, video), belgeye dayanan bir çıkışa sahip, dramatik bir yapı demektir; belgeye dayanan, gerçekçi, ve tarafsız, estetik özelliklere sahip peliküle ya da manyetik banda işlenmiş görüntü ve seslerden oluşan yapılara belgesel adı veriliyor.
Bütün bu tartışma götürür tanımlar kavramlar ile ilgili tartışma bir yana bırakılırsa (bırakılamaz) dünyada gerçek belgesel üretmeye çalışan küçük bir gurup olduğundan bahsedebiliriz; bu olanaklı mıdır; bu da henüz cevapsız) Bu küçük gurup gerçek belgesel üretmeye çalışırken başka bir gurup (ya da kişi) belgeselin yegane tüketim alanı olan gerece sahip olur (televizyon) ve her yolu deneyerek gereç ve alan üzerindeki hakimiyetlerini güçlendirirler. Türkiye ve benzeri ülkelerde belgeselle televizyon kanalı arasındaki ilişkide televizyon, üretilen hizmet ya da ürünün değerlendirileceği ya da tüketileceği yer olarak görülmemelidir. Aksine televizyon bir başka deyişle "ulusal televizyon kanalları" ürünün önüne üretim ve gösterim aşamalarında önemli bir engel olarak çıkar.
Zaten başka bir aşama da yoktur, üretim ve tüketim, hepsi bu kadar. Türkiye'de ve dünya'da bu iki aşamanın da önü iyice tıkanmıştır. İzleyici diye tanımlayabileceğimiz geniş kitlenin büyük kısmı ilk guruptaki insanlarla (belgesel yapanlar) aralarındaki ikinci gurubu (televizyon kanalı sahipleri) asla aşamaz, aşmak niyetinde de değildir ve bu da bir başka önemli konudur. Kitle arada böyle bir engel olduğunun her geçen gün biraz daha az farkındadır ve bu durum kitlenin her geçen gün biraz daha az umurundadır. Bu durum kitlenin önemli sorunu ya da konusu değildir. Kitle ekrandan kendisine yansıyanları
"belgesel" zanneder. Bunları gerçek belgeselden ayıracak bilgisi yoktur. Bu da çok doğaldır. Bu ayırımı yapabilmek bugünün parçalanmış yapısında neredeyse uzmanlık ister.
Belki tüm bunların da ötesinde genel olarak Televizyon kanallarında belgesel olarak sunulan yapımların gerçek birer belgesel olup olmadığı hakkında düşünce üretme kaygısı ve böyle bir eleştirel düzeye ulaşacak bilgi ve kültür birikimi izleyicinin çok kısıtlı bir kesimi için söz konusudur. Zaten dünya'da belgesellerin gösterime girip girmemesinde belirleyici olan "gerçek belgesel değerler" değildir. Aksine, sıklıkla gerçeği tahrif eden yapımlar gösterime ve dağıtıma sokulur. Dağıtıma girme ve üretilebilme imkanları ulusal ve küresel dağıtım tekelleriyle uzlaşmada yatar. Bu tekellerin gerçek ve estetikten daha önde gelen farklı kaygıları vardır.
Gittikçe küreselleşen dünya'nın ve gittikçe liberalleşen bireyin bulunduğu tüm mekanlarda belgesel yapmanın belirli zorlukları vardır. Uyum konusunda sorunlar yaşayan tüm belgeselciler bu zorluğun her geçen gün arttığını fark ederler. "Bağımsızlık" veya buna benzer sakıncalı kavramlardan hareket eden, "bilimsel yaklaşım" dışındaki yaklaşımlara uyum göstermekte zorlanan ve "hoşgörü eksikliği" duyan belgeselciler gittikçe daralan bir yaşam alanını ciddi olarak hissederler. Küreselleşme denen zırvalığın sözde yükselmesiyle, dünyada belgesel yapmanın zorlaşması aynı oranda artmaktadır.
Sözüm ona özgürleşen dünya ona dair herhangi bir gerçeği araştırmak ve duyurmak isteyen bireyi çiğner ve tükürür. Burada bir çelişki daha doğrusu birden fazla çelişki, açıkçası kocaman bir yalan olduğu ortadadır. Bu da (belgeselci ya da değil) bireylerin ya da toplumların özgürleştiği yalanıdır. Gerçekte yaşanan değişim özgürlüğün yok olmasıdır. Olsa olsa insanlar ehlileştiriliyor; olsa olsa kendilerine yapılan şeyleri görmezden geliyor olabilirler. Olsa olsa kendi oyunlarından ister istemez vazgeçiyor ve dayatılan oyunları oynuyor olabilirler. Şu veya bu nedenle sonu hiç de belli değilmiş gibi görünen bir süreç için bir oyunu oynamaya zorlanırsa insanoğlu, bir müddet sonra o oyunu oynamaya başlar ve bu süreç içinde belki o oyundan hoşlanmaya da başlar ve oyunculardan biri, eksiksiz biri olur. Bu durum bir anlamda onun sorunlarını azaltır ve yaşamını hafifletir. Buna tek bir kelimeyle "uyum" diyoruz.
"Yavaş yavaş uymaya başlarsın, uyumun getirdiği avantajları yaşamaya başlarsın, bir müddet sonra söylediklerinin gerçek olduğuna inanmaya başlarsın çünkü inanmak çok faydalıdır (rahatlatıcıdır); sistemi ve onun doktrinlerini içselleştirirsin, işte ondan sonra sen (siz) düşünceyi kontrol eden iltimaslı elit kesimden biri olursun. Bu her zaman böyledir. Bir şey söyleyip de başka bir şeye inanan ve bunu sürdüren yok gibidir. Söylemek gerekli ve sana faydalı olduğu için bir şey söyler ve bir müddet sonra bu söylediğine inanırsın."
Noam Chomsky
Her ne kadar son büyük ticari skandallar ve Irak'la ilgili hukuk ve ahlak tanımayan tavırlar nedeniyle örneklerdeki popülerliğini son zamanlarda biraz yitirmiş olsa da sık sık ABD'deki ya da Batı Avrupa'daki
anti tekel yasalardan, bilmem ne kadar belgesel gösterme mecburiyeti getiren kurallardan ve bunlara benzer son derece dayanaksız bazı savlardan hareket edilerek sanki çeşitli ülkelerde farklı bir durum varmış, gereç (televizyon) daha demokratik olarak işliyormuş ya da yasalarla bir kontrol, düzeltme sağlanıyormuş gibi bir havanın doğmasına neden olunuyor.
Bu böyle değildir.
Sorun ya da soru bazı ülkelerde bazı şeylerin başka olması da değildir. Soruyu böyle sormamak gerekir. Doğru soru şudur: Yunanistan, ABD, Gana, Türkiye ya da başka bir ülkede gerece kim sahip. Sahip olanların ait olduğu ortak bir sınıf var mı, sahip olanların ortak özellikleri var mı. Basit cevaplı bu sorular bu gerecin belgeselle ve bunun ötesinde demokrasi, sosyal adalet ve benzeri kavramlarla olan ilişkisini açıklayacaktır. Bu durumun Türkiye gibi ülkelerde daha bayağı vahşi ve sınır tanımaz bir şekilde işlemesine karşın temelde diğer ülkelerde de aynı olduğu düşüncesindeyim. En azından şimdilik böyle bu. Üçüncü dünya ülkeleri ile gelişmiş ülkelerdeki medyanın ya da özellikle Televizyonun belgesele bakışında farklılık varmış yanılsamasını yaratan şey "adabı
muaşeret" konusundaki farktır. Aradaki tüm fark bir "mış gibi, miş gibi" yapabilme düzeyi farkıdır. Ne belgeseli ne de televizyonu; toplumu ve insanı ilgilendiren, topluma ve insana ait tüm diğer kavramlardan soyutlayamayacağımız için, yazımızın öznesini oluşturan "belgeseli, üretimini, tüketimini ve sorunlarını" açıklamada, sözünü ettiğimiz toplumların diğer kavramlarla olan ilişkilerinden yararlanabiliriz. Özetle Türkiye gibi bir ülkede insanlar aydın insanları yakarlar ve onlar yanarken haykırarak izlerler. Avrupalılar da süresi dolmuş ve bozulmuş ilaçları, besinleri Afrika'ya, Bosna'ya kullanılmak üzere gönderirler. Görüldüğü gibi özde bir aynılık var. Temel davranış biçimi özde aynıdır. Bu özden hareketle İngiliz televizyonlarında balinalarla ilgili bir çok belgesel izleyebilirken bir yüzyıl önceki Afrika'ya ve Hindistan'a, İngilizlerin oralardaki faaliyetlerine dair pek az şey bulabilirsiniz. ABD televizyonlarında "zenciler ve crack" üzerine fazlaca bir yapıt bulmanız olası değildir. Bu yöntem (gösteriyormuş gibi yapma) belki de bizdeki (göstermeme) yöntemden daha tehlikeli bir şeydir. Çünkü burada toplumsal bir tatmin olma vardır. Belgesel izletilmekte ve
izlenmektedir. (mış gibi yapmak) Ama gerçeği değil de onu idame için yapılanı. Almanya ya
da Fransa'da özgür bir ülkede yaşandığı yanılsamasını tüm yaşamları boyunca inanarak hisseden ve devletin kendilerinden bir şey saklamadığını düşünen çok geniş bir kitle vardır.
Türkiye'de Televizyonların çok az oranda da olsa gösterdikleri belgesellerin yabancı yapımlar olmasını, bu "son kullanım tarihi" dolmuş belgesellerin kilo hesabıyla alınacak kadar ucuzluğuna bağlamıyorum. Hiç değilse en önemli sebep bu değil. Türkiye'de belgesellerini televizyon kanallarına bedava verecek bir çok yönetmen var. Bu belgesellerin önemli bir kısmı da düzeyli çalışmalar. Gerecin sahiplerinin en birinci sorunu ekonomik olmaktan çok ideolojik bir sorun gibi görünmektedir. Bu da aslında sorunun kapsamlı bir süreç için gene ekonomik bir sorun olduğuna işaret eder. Yani dolaylı olarak ekonomiktir, uzun vadede.
Belgesel, düşünmek, tartışmak, düşünceyi ve gerçeği topluma ileterek paylaşım, tartışma ve bilgilenme alanını genişletmek anlamına gelir. Hülya Avşar ve Erman Toroğlu'nun tam tersi. Türkiye'deki Televizyonlar bu konudaki tercihlerini belirlemişlerdir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Kendileri için doğru olan tercihi yapmışlardır. Belgeselden korkmakta ve rahatsız olmaktadırlar. Belgesel daha fazla kütüphane, toprak reformu, Köy
Enstitüsü, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, sosyal adalet, barış gibi tatsız şeyleri çağrıştırır. Ancak gerecin sahiplerinin boşuna endişelenmektedirler. Türkiye bugün küreselleşen dünya'nın önemli bir üyesi olarak yeterince ehlileşmiş ve kıvama gelmiştir. (Hatta tadından yenmemektedir.) Toplum belgesel kaldıracak birlik ve beraberlik ruhuna sahiptir. Bırakınız belgeseli top atsanız kimsenin kıpırdayacağı yoktur.
"Sinema salonları" üzerinde hiç konuşmaya bile gerek olmayan, belgesel adına asla kazanılmamış bir gösterim ya da tüketim mekanıdır. Televizyon ve sinema salonu manyetik banda ya da peliküle işlenmiş eserlerin yaygın olarak ve ticari amaçla gösterileceği (tüketileceği) bilinen en önemli ortamlardır. Ve her ikisi de belgesele, en azından muhalif belgesele kapalıdır.
Televizyonun asıl, esas programlarının Neil Postmann'ın dediği gibi "reklamlar" olduğunu doğru kabul ettiğimiz taktirde "belgesel" bu asıl programın garnitürleri olarak düşünülen ve asıl programı destekleyici niteliklerine göre önem kazanan diğer programlar listesinde hiç şüphesiz en sonlarda yer alacak ya da hiç yer almayacaktır. Belgesel bu anlamda tam olarak televizyonun istemediği bir şeydir. Belgesel gerçeği arar.