Doğaya, topluma yönelik bir başkaldırı mı? Değişik kültürlülükten mi oluşuyor?
Yoksa bir can yanması mı? Eşini yitirmesinden mi doğuyor?
Fatih Akın’ın Altın Ayı’lı “Duvara Karşı”sının duvarda asılı silahları bunlar…
Sonra bir patlama...
Ama silahlardan hangisi?..
Film bittiğinde insanın kafasındaki soru işaretleri…
Patlamadık silahlar?...
Anton Çehov’un ünlü yargısı bilinir: “Oyunun başında, duvarda silah bir asılıysa
patlamalıdır…”
Fatih Akın, film boyunca kimi zaman birini, kimi zaman ötekini patlama noktasına
kadar getiriyor:
Serserilik, içki, uyuşturucu, pisliğe aldırmazlık…
Filmin akışıyla nerdeyse hiç etkisi olmayan bir dizi olgu:
Haliç kıyısında, filmi bölümlere ayırdığını düşündürten hanende ve sazendeler…
Peki bu episodlara gerek var mı?
Belki yok ama, “hoşluk olsun işte” diyerek konulduğu izlenimi…
“Peki” de, Sibel İstanbul’a geldikten sonra, Selma’nın evinde güzel güzel
kalırken ne oldu da Selma’nın kurulu düzen tutkuları gözüne battı, yaşamını
cehenneme çevirmeyi göze alıp kendini sokaklara attı?
Eğer kurulu düzen bu denli canını sıkıyorsa, filmin sonunda neden yerleşik bir
sevgili bulup bir de çocuk doğurdu?
Neden Cahit’in, kendisi için girdiği hapishaneden çıkmasını, söz verdiği halde
beklemedi? Dahası, neden ta Almanya’dan kalkıp gelen yasal kocası ve gerçekten
sevdiği Cahit de kurulu düzene teslim olduğu halde onunla gitmedi?
Yeni sevgilisi, çocuğunun babası, onu kurtaran taksi şoförü müydü? Eğer öyleyse,
özellikle de gerçekten sevdiği bir adam için bile terk edemediği bu adamı niye
hiç tanımadık? Dahası, neredeyse göremedik bile!...
Eleştiri yazılarında film öyküsü anlatılmasını hiç sevmem… Ama bu kez
anlatacaklarım, olay örgüsü üzerine... Bu yüzden de “Duvara karşı”nın öyküsünü
anlatmam artık farz oldu:
Almanya’da doğmuş bir serseri Cahit... Pislik içinde... İçki, uyuşturucu ile
yoldaş… Bir de aklı yerine onu doğruya zorlayan dostu Şeref… Sevgili karısını
yitirdikten sonra mı serseriliğe başlamış. Önceden de öyle miymiş, pek belli
değil… Yalnızca belirgin bir biçimde yakın çekimlerle altı çizilen suratındaki
pek çok eski yara izi, Cahit’de serseriliğin karısının sağlığından bu yana
geliyor olabileceğine ilişkin kuşkular uyandırıyor.
Bir gün arabanın direksiyonunda, kaldırıp kendini, olabilecek en yüksek hızla,
karşı duvar budur deyip çarpıyor.
Doktor çok emin ama, ölmek değildi amacı!..
Patlamayacak bir silah daha: “anlaşılamama”!..
Peki ne? İçkiden, uyuşturucudan, serserilikten gelen uyuşma düzeyinin
yetersizliği mi?
Hastahanede, ölmek istemeyen, ama intihardan gelmiş bir başkası var: Sibel…
Ailesi rahat bırakır da istediği gibi yaşar diye intihar oyunu oynamış, bileğini
kesmiş.
Ve tabii… karşılaşırlar.
Sibel için evlilik, özgürleşmenin yolu… Çığlık çığlığa: “Evlen benimle!..”
Sonrası tahmin edilebilir: Önce reddediş, sonra, kimse kimseye karışmayacak diye
koşullu evlenme… Birbirinin başkasıyla ilişkilerine karşı ikisinin de bir türlü
engelleyemediği hazımsızlık; dolayısıyla kıskançlık…
Sonra da alabildiğine “sevgi”… Sonsuz bir sevgi sanki… Yeterince derinlerden mi
geliyor? Nedir yeterince derinlik? Her ikisinin de başkalarıyla alabildiğine
yatıp kalkmaları arasında cinselliğin bozacağından korkulan derinlik…
Ama filmde bunu, aynı güçlülükte destekleyen bir başka şey yok… Patlayamayan bir
silah daha…
Başkalarıyla alabildiğine coşkulu ve kolay cinsellik, peynir ekmek yer gibi… Ama
birbirlerine karşı sevgiyi bozacağı için sevişmekten sakınma…
Neden?.. Belli değil…
Bir şiddetli kıskançlık anı daha… Sibel ile daha önce yatmış olan Niko’nun
nedeni yeterince belli olmayan şiddetli kışkırtması; sonra da kavgaya bile
girmeden kolayca ölüvermesi…
Cahit Alman hapishanelerinde!.. Sibel’in ziyareti… Söylenebilen tek söz: “Seni
seviyorum!” Verilebilen tek söz: “Seni bekleyeceğim!..”
Sıradanlığa dönüş!..
Sonra İstanbul… Sibel, Selma’nın evinde. Küçük bir iş… Selma’nın geleceğe
ilişkin tutkuları… Bu yaşama biçimi Sibel’e yabancı… Çatışma… Evden ayrılış. Ama
sokaklar… Meyhaneler… Serserilikler… Barmenin evi… Barmene metreslik…
Ve tabii bir gece gene sokaklar… Askıntı olan adamlar… Atılan lâflar… Şiddetli
karşı yanıtlar… Ölümüne dayak… Yetmezmiş gibi (nedense) bir de bıçaklanma…
Birden ortaya çıkan, Sibel’e doğru gelen bir taksi şoförü: Yaşayacak mı?
Cahit hapisten çıkar. Sibel’in peşinden İstanbul’a gelir. Bir taksiyle amaçsız
kente doğru gidiş… Neden?.. Arayacak hiç bir yeri, soracak hiç kimsesi yok
mu?...
Bir otele yerleşme.
Neden hemen Selma’yı aramaz? Belli değil…
Sonunda arar. Sibel’le Selma kavgalı ayrıldıkları için bilemeyecek diye
bekleriz. Sonra bir söz:
- “Bir sevgilisi, bir çocuğu var! Mutlu! Arama!”
Patlamadık silahlardan birinin etkisi: Sibel’i evden kovmuş olan Selma yalan mı
söylüyor acaba?...
Sonra yavaş yavaş öğreniyoruz: doğruymuş. Sibel’e Cahit’in yerini söylüyor.
Sibel Cahit’i arıyor.
Sevginin fışkırışı… Sevişmeler… sevişmeler… sevişmeler…
Başkaldırı sona erer: Kurulu düzene teslimiyet: Cahit Mersin’e dönecek… Sibel’i
de kızını da birlikte götürecek…
Huzurlu bir yaşam isteği mi?
Sibel’in içinde bulunduğu yaşam da kurulu düzenin içinde ve huzurlu…
Seçmesinde tereddüt yok. Seyirci, sevgilisini hiç tanımıyoruz zaten? Kurtarıcısı
olan taksi şoförü mü?
Belki de…
Ama…
Sibel, Mersin otobüsüne gelmez… Otobüsün İstanbul’dan ayrılışı… Pencereden
yansıyan ışıkların içinde silikleşen, daha da yalnızlaşan Cahit!..
Nedeni belli mi?
Yoksa bu kez sevişmiş olmalarından mı?
Fatih Akın’ın oldukça ucuz bir yolu denediği ve gariptir başarılı olduğu
anlaşılıyor: Yanıtsız ya da yanıtları yarım bırakılmış sorularla izleyicinin düş
gücünün harekete geçirilmesi… Apollon’un, yalnız anlayan kulakların duyacağını
söylediği Lyra’sının sesi gibi… Hiç kimse “duymadım” diyemiyor… Herkes bir
şeyler duymuş… İşin ilginç yanı ortalıkta duyulacak bir şey de yok pek…
Dahası karmaşa var.
Bir gün arayla, televizyonda Kieslowski’nin üçlemesinden “Mavi”yi yeniden
izledim. İki uç: Biri “Mavi”nin hiç açık vermeyen, bütün bağları, bağlantıları
sapsağlam kurulmuş senaryosu, öteki “Duvara Karşı”nın delik deşik senaryosu…
Koca delikli bir balık ağı sanki.
Peki, bu “Altın Ayı” nereden çıktı?
Post Modernizm’in at koşturduğu bir alan haline gelen sinema, son yirmi yıldır
“insan”ı unutmuştu. İnsanı konu alan filmler bile android çıkıyordu. “Kafka”
gibi “Wittgenstein” gibi filmler bile, şimdiye değin “insan” tanıdıklarımızı
bile insanlıklarından arındırma çabasında değil miydi? Arada yaşamı “insan
“üzerine kurulu doğu kültürünün, “Dersu Uzala” gibi ürünleri gelmese, Batıdan
halkın ortak örgütü devlet, doğru destek verip “Dünyanın Bütün Sabahları / Tous
le Matin du Monde” gibi filmlerin ortaya çıkmasına neden olmasa “insan”
neredeyse tümden yitip gidecekti.
İşte son birkaç yıldır eski büyük yönetmenlerin kırk kez pişirilmiş de olsa
“insan” içeren konuları yeniden ele alıp “Piyanist” gibi filmler yaratmaları,
genç yönetmenlerin birkaç on yıldır “insan”a zarar vermiş etkileri insan için
kullanmaya başlaması ile oluşan “Frida”, “Konuş Onunla” gibi filmlerle “insan”
yeniden sinemaya dönüyor.
Dünya yüzündeki Türk Yönetmenler de bu sinema modalarına, işin biraz da kolayına
kaçarak, “Gemide”, “Billy the Kid”teki gibi marjinal tipler ve gruplar üzerinden
insansızlığı destekleyerek yanıt vermişti. Bu alanda da yine özellikle Eurimages
desteği ve denetimiyle ortaya çıkan “Hamam” gibi filmlerde “insan” dışına
düşülemiyordu.
Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sı bütün bu karmaşanın içinde ve yerli yerindedir.
Marjinallikten gelen izler, Cahit’in yakın çekim yüzündeki kesik izlerinde
açıkça görülmektedir. Marjinalliğinin, karısının ölümü gibi oldukça zayıf bir
temel üzerine de oturtulma çabası sezilmektedir.
Senaryodan gelen aksamalara, Türk yönetmenlerden aldığı post modern
zorlamalardan gelen kolaycı marjinalliğe karşın, Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sı,
“insan”ı yeniden aramaya başlayan Dünya Sineması’nın çabasına koşut bir çaba
içinde görünüyor. Nedenleri pek belli olmayan marjinalliğin, tepkiselliğin
içinde temiz bir yürek, temiz bir sevgi arayışına çıkıyor.
Ancak filmin, Sibel’in çoluk çocuğa karışmasıyla, Cahit’in baba evine yeniden
dönmesiyle, birbirlerine olan olağanüstü büyüklükteki sevgilerine karşın yeniden
bir araya gelmelerine engel olan kurulu yapıya teslim olarak anca
insanlaşılabileceği savını taşıdığını da sezebiliyoruz. Üstelik bu savı
yönetmenin denetiminden kurtularak taşıyor olduğu izlenimi oldukça korkutucu.
Bütün bunlar, sinemada artık “insanlaşma” isteyen izleyicinin bu gereksemesini
karşılamasına engel değil. Bu nedenle de “Duvara Karşı” Berlin Seçiciler
Kurulu’nun ve sinema eleştirmenlerinin süzgecinden geçebiliyor ve akıp gitmeden
süzgecin üzerinde kalan “sevgi” Altın Ayı getirmeye yetebiliyor.
Fatih Akın’ın “insan”a değgin bu “umut veren” bakışının, onun gelişimini
engelleyici övgülere ve öpücüklere boğulması yerine, yetkinleşmesini sağlayacak
yola girebilmesi için daha çok temizlenmesi, arındırılması ve özellikle senaryo
tekniğine ilişkin aksamalardan kurtarılması gereği vardır. Fatih Akın’ın “umut
veren” bir yönetmen olarak sinema yaşamını sürdürebilmesi buna bağlıdır. Bu
nedenle de “Duvara Karşı”ya, ticari başarı getirecek övgüler düzülmesi için özel
ilişkiler sağlayan çağdaş propaganda ustası “Halkla İlişkiler” uzmanları yerine,
Türkiye’de nesli tükenmiş olan gerçek sinema eleştirmenlere şiddetle gereksemesi
olduğu görülmektedir.