90'lı yıllar kurgu tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılabilir. O güne kadar
film kurgusu kesip yapıştırarak veya video teyp teknolojisiyle yapılıyordu. Bu
tekniklerden ikisinin de çok çaba gerektiren, çok özen isteyen işler olduğunu
bugünün kuşağı pek bilmiyor; çünkü "Doğrusal Kurgu" (linear editing) sözleriyle
tanımlanan bu kurgu teknikleri neredeyse tamamen ortadan kalktı.
Bu değişimin öncüsü Avid adlı bir Amerikan şirketi. 1987'de kurulan şirket
satışa çıkardıkları dünyanın ilk bilgisayar temelli doğrusal olmayan (non linear)
kurgu sistemi Media Composer ile o yıllarda belki kendileri bile bu kadar büyük
bir devrimin öncüsü olacaklarını tahmin etmiyorlardı. Şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Kişisel bilgisayarlar için Apple Macintosh nasıl bir öncüyse,
Avid de filmciler için benzer bir 'olaydı'.
Eski sistemlerle kurgu yapanlar bilirler, video teyp ile kurgu yapmak bir çeşit
işkencedir. Temelde yaptığınız şey bir kasetten öbürüne aktarma yapmaktır. Bu
yüzden devamlı kaset çıkarıp takmak, ileri geri sarmak zorunda kalırsınız.
Verdiğiniz kararlar kesin olmalıdır; çünkü sonra geri dönmek isterseniz bir sürü
zorluk yaşarsınız. Geçme (dissolve) yapmak istediğinizde iki tane video
okuyucuya ihtiyacınız vardır ve daha niceleri…
Bu sorunları aşmak için bilgisayar kullanmak her zaman düşlenen bir şeydi. Ama
teknolojinin o noktaya gelmesini beklemek gerekti. Bu yüzden ancak 90'lardan
sonra bilgisayar temelli kurgu sistemleriyle tanışabildik. Bu tür sistemlerin en
büyük yararı 'random access' yani istediğiniz görüntüye anında erişim olanağı
sunmaları. İkincisi, yaptığınız kurgunun 'non linear' oluşu, yani istediğiniz
zaman istediğiniz görüntüyü ekleyip çıkarabilmeniz.
İlk 'non linear' kurgu sistemi Türkiye'ye geldiğinde (1994 yılıydı ve Avid Media
Composer'in karşısında duruyorduk) sinema okulunda öğrenciydim ve ilk
kullandığımda yaşadığım heyecanı bugün öğrencilerimin anlaması ne yazık ki
imkânsız. Bu sistemlerin etkisi ve çalışma kolaylığı o kadar büyüktü ki, o
yıldan sonra bir daha asla doğrusal kurgu sistemlerine geri dönmedik. Sinema
sektörü bu gelişime bir süre dirense de sonunda onlar da eski yöntemleri terk
etti. En büyük hayallerimizden biri de evimize benzer bir sistem kurmaktı. Fakat
o yıllarda bu ürünler 120 bin dolar civarında satılıyordu ve bu sistemi kurmak
doğal olarak bizim için tatlı bir hayal olarak kaldı.
Ama geçen yıllarda bu alanda büyük gelişmeler oldu ve artık evinizde kurgu
yapabileceğiniz sistemler kurmak hayal değil. Bu gelişmelerin en büyüğü PC'lerin
hızlanmasıydı. Intel'in işlemcilerinin hızını arttırması, internetin gelişimi ve
bunun bilgisayar sektörüne etkileri her şeyi beklenenden hızlı değiştirdi. Artık
3000 doların altında evinize çok iyi bir kurgu sistemi kurabilir, kendi
filmlerinizi kurgulayabilir, ses miksajı yapabilir, DVD'ye basıp dağıtabilir
veya internete koyabilirsiniz.
Bu gelişimin arkasındaki en önemli buluş geçen ay bahsettiğimiz 'firewire'
kapısı. Bu yüksek hızlı kapı sayesinde artık DV kameraların ürettiği görüntü ve
sesleri tek bir kabloyla bilgisayara aktarabiliyoruz. Sonra bu görüntüleri
kurgulayıp tekrar kameraya kaydedebiliyoruz. (Tabi geçen ay belirttiğimiz gibi
kameranızın 'DV-In' seçeneği açıksa.)
Peki ama bunları yapabilmek için nasıl bir bilgisayara ihtiyaç var? Öncelikle PC
veya Macintosh konusunda karar vermek gerek. Apple son yıllarda masaüstü (desktop)
video pazarına ilgi göstermeye başladı ve yeni çıkardıkları bütün
bilgisayarlarda firewire kapısı standart olarak var. PC'lerde ise durum biraz
farklı. Genellikle alacağınız PC'de bir 'firewire' kapısı olmayacağı için gidip
bir ek kart almanız gerekiyor.
Bu kart bilgisayarınıza takılıp gerekli ayarlar yapıldığında sorunlarınız
çözülüyor. Ama bilgisayarlardan anlamıyorsanız ve kart satın almak, takmak,
sorun gidermek gibi işlerle uğraşmak istemiyorsanız Apple her zaman olduğu gibi
daha basit ve tam çözümler sunuyor.
'Firewire' kartları ikiye ayrılıyor: 'Hard Codec' kartlar ve :'Soft Codec'
kartlar. Geçen ay 'codec'in ne olduğunu açıklamıştık. Görüntüleri sıkıştırıp
açan elektronik devrelere veya daha genelde sıkıştırma açma sistemlerine 'codec'
adı veriliyordu.
Bazı kartlar (OHCI diye anılıyorlar) üzerlerinde böyle bir 'codec'
bulundurmuyorlar. Amaçları sadece içeriye DV kameradan gelen veriyi aktarmak.
Halbuki veriyi gösterme işini yapabilmek için de bir 'codec'e ihtiyaç var; çünkü
o verinin ekranda gösterilebilmesi için yeniden RGB bilgisine dönüştürülmesi
gerekli. Kart bu işi ana işlemcinin üzerine yıkıyor. Bu tür kartların
kullanıldığı sistemlerde çevirme işlemi de bir 'software' (yazılım) yoluyla
yapılıyor. 'Soft Codec' ismi de buradan geliyor.
Bunların en önemli artısı ucuzlukları. Yüz doların altında alıp sisteminize
takabilirsiniz. Eksilerine gelince; öncelikle bilgisayarınızın güçlü olması
şart. Aksi takdirde içeriye DV verisini alabilirsiniz ama sistem okuma yapamaz,
kare sayısında düşmeler olur kısaca kurgu yapamaz hale gelirsiniz. Bir diğer
sorun da 'soft codec' kartların analog giriş çıkışlara izin vermemesi. Bu da şu
demek oluyor; böyle bir karta analog bir ekipmandan giriş yapamazsınız ve TV
ekranına çıkış veremezsiniz. Ama bu çok büyük bir sorun değil çünkü kameranızın
içinde zaten bir 'hard codec' var. Onu kullanarak bilgisayardan kameraya,
kameradan TV'ye aktarım yapabilirsiniz.
'Hard Codec' kartlar ise üzerlerinde aynen kameranın içindeki gibi bir 'codec'
çipiyle geliyorlar. Bunun yararı işlemcinize yüklenmemesi, bazı efekt
işlemlerini daha hızlı yapabilmesi ve en önemlisi herhangi bir TV veya monitöre
çıkış verebilmesi. Ama bu tür kartları 400 dolardan aşağı bulmak zor. Canopus
firmasının Dvraptor, Dvstorm gibi pek çok ürünü var. Bu kartlar son yıllarda
epey yaygın.
Eğer 'soft codec' kartla yola çıkacaksanız en azından Pentium 3-800 MHZ bir
işlemciye ve 256 MB RAM a ihtiyacınız var. Bunun dışında içeri alacağınız
görüntüler için büyük ve hızlı bir sabit diske ihtiyaç var. Ultra DMA 66
özelliğine sahip en azından 40 GB'lık bir sabit (hard) disk işinizi görecektir.
DV'nin saniyedeki veri transfer miktarı 3.6 MB olduğuna göre böyle bir sabit
diske en azından iki saatlik malzeme sığdırabilirsiniz. Tabii daha fazla görütü
alacaksanız 60 veya 80 GB'lık sabit diskleri de düşünebilirsiniz. Bir de ufak
not: video görüntülerini alacağınız sabit diskin içinde sistem dosyalarınız
olmasa iyi olur. Yani bilgisayarı çalıştıracak programların içinde olacağı
yaklaşık 10 GB'lık ayrı bir sabit diske sahip olmakta yarar var.
Bu ana öğelerin dışında tabi ki büyükçe bir monitör, iyi bir ekran kartı ('TV
out' vermesi tercih edilir), bir ses kartı, hoparlörler gibi ayrıntılara da
ihtiyacınız var.
Bunları sağladıktan sonra sıra kullanacağınız yazılımı seçmeye geliyor. PC'lerde
en yaygın yazılım Adobe'un Premier adlı ürünü. Özellikle multimedya üreticileri
ve öğrenciler arasında çok yaygın olan bu program başlangıç için işinizi
fazlasıyla görecek özelliklere sahip. Arayüzü çok kullanışlı olmasa da bir süre
çalışanların vazgeçemediği bir yazılım Premier.
Bir diğer yazılım Avid'in XpressDV 3.0 adlı ürünü. Avid, 90'lar boyunca daha çok
üst uç sistemlerle ilgiliydi ve son kullanıcı alanında pazarı Adobe Premier'e
bırakmış gibiydi. Ama son iki yılda şirket bu alana da girdi ve yeni ürünü ile
özellike Avid'e alışmış profesyonellerin ilgisini çekti. XpressDV 3.0'ın en
önemli özelliği 60 bin dolarlık üst uç Avid sistemleriyle aynı arayüzü
kullanması. Kullanımının çok kolay olması ve sesle ilgili bir çok olanak
yaratması da beğenilen özellikleri. Ama bizi en çok ilgilendiren özelliği sadece
80 dolarlık bir OHCI kartla çalışması ve efektleri 'real time' yani gerçek
zamanlı yapması. Bu da Avid'in yazılım üretmedeki başarısının bir göstergesi.
Macintosh kullananlar için Final Cut Pro çok iyi bir seçenek Apple'ın Avid'e
karşı ürettiği bir çözüm olan Final Cut Pro 3.0 gerçekten başarılı bir yazılım.
Bütün bu yazılımlar üç aşağı beş yukarı aynı işleri benzer şekillerde
yapıyorlar. O nedenle üzerlerinde tartışmaya gerek yok. Fiyat olarak da
birbirlerine yakınlar. Genellikle 600 dolarla- 1600 dolar arasında değişen
fiyatlarla satılıyorlar.
Gelelim işin püf noktasına: Evinize böyle bir sistem kurup kendinizden
geçebilirsiniz. Önünüze sunulan efektlere kendini kaptırıp uçup gitmek çok
kolay. Üreticiler de genellikle kullanıcıların zaaflarını iyi bildiklerinden
"gerçek zamanlı efekt, 20 katman açın, üst üste 10 tane yazı yazın..." gibi
sözlerle pazarlama yapmaya çalışıyorlar. Oysa temelde bir kurgu sisteminden
beklenen üç şey var: Birincisi güvenilir olması, yani kurgunun en güzel yerinde
çöküp gitmemesi; ikincisi basit ve pratik olması (çünkü yazılım uzmanı olmak
istemiyoruz sadece kurgu yapmak istiyoruz.); üçüncüsü ise kare kaçırmaması yani
saniyede 25 kareyi kesintisiz şekilde gösterebilmesi. Bunları yapan bir sistem
harika filmler yapmak için yeterlidir; çünkü gerçek bir sinemacının sadece
kesmeye ve yapıştırmaya ihtiyacı vardır. Ondan ötesi bence pazarlama
stratejisinden başka bir şey değil.