Sevgili Cafer;
İlk derse geç kalmanın verdiği utanç ile kapıyı çaldım. Ama herhangi bir cevap
gelmedi. Bir daha çalıp, muhtemelen kızgın gözlerle bakılmayı göze alarak odadan
içeri kafamı uzattım.
Afif: Hocam kusura bakmayın!
Akad: Yakınındaki bir arkadaşa dönüp sorar. - Ne diyor?!
Afif: ?!??! Hocam, geç kaldım. Özür dilerim.
Akad: Evladım, burada ayıp bir şey mi yapıyoruz. Ders yapıyoruz. Kapıyı neden
çalıyorsun?!
Afif hala anlamaz gözlerle Akad’a bakmaktadır. “Sağ olun” diyerek bir sandalyeye
oturur.
Zaten Lütfi Akad ile tanışacağım diye heyecanlıydım, bir de girişteki bu
şaşırtma, beni daha da heyecanlandırdı. Kendisini incelemeye başlıyorum;
83 yaşında hınzır ama bir o kadar da huysuz bir ihtiyar. Türk sinemasını var
eden, kendisi küçük ama işleri dev bir yönetmenin, düşünürün karşısında
oturuyordum. Onunla konuşuyor, sorularına cevap verip, sorular soruyordum. Ne
kadar heyecan verici, Âmin. (Metin Erksan’dan sonra dilime dolandı “âmin”)
Gözleri küçük, pırıl pırıl ve birbirine oldukça yakın -gözleri birbirine yakın
olanlara karşı dikkatli olun derler halk arasında-, çok konuşmuyor, bir
söylediğini bir daha söylemeden iktisatlı kelamlar ediyordu. Kulakları az
duyuyor. ya da aslında istediğini duyuyor diyelim, istemediğini en yakınındakine
“ne diyor?” diye sorarak tekrarlatıyordu.
İlk dersten günlüğe girenler;
- Üretmek için ilhama inanmam. Onu bekliyormuşum gibi bir hava yaratarak kendimi
kandırmam. Masanın başına oturup kendimi çalışmaya zorlarım. Yazmayı
başlayıncaya kadar odadan çıkmam. Sürekli yazıp düşünürüm içimdeki maraz ortaya
çıkıncaya kadar.
- Başkalarının acıları hiçbir zaman dayanılmaz değildir, filmde acı duymamız
için öncelikle, o karakter ile özdeşim kurmamız gerekir.
Bu okulda tanıdıklarım, şimdiye kadar tanıdığım kimseye benzemiyor!