Kanuni, Harem’den Zaten Uzaklaşamaz!..

“Muhteşem Yüzyıl” dizisi başladığından beri tarihçilerin zaman zaman yaptığı itirazlar yeniden alevlendi. Ben bu yazımda medyada yeniden ayyuka çıkan bu, (tarihi gerçek nedir ve dizi bunun ne kadarını anlatmaktadır. Politikacılar bir diziye (sanata!) ne kadar müdahale edebilir veya edemez) tartışmalarını bir yana bırakarak, Türkiye’de dizi yapımcılığının yapısal koşulları ve bunların tarihi bir diziye nasıl yansıdığına kısaca bakmak istiyorum. Yine de, tartışmacıların pek üstüne gitmediği bir eksiği söylemek gerek. “Muhteşem” sözcüğü yüzünden (ki bu yapımcı açısından oldukça iyi bir analojik bulgu!) dizinin aslında Kanuni’yi anlattığı varsayılıyor ama, tam tersine, dizi bir dönemi, Harem ve Hürrem’in üzerinden anlatıyor.

Dramatik yazında “Öykü Zamanı” ve “Öyküleme Zamanı” diye bir ayrım vardır. Diyelim ki, izlenen bir film bir yıl içinde geçiyor. Fakat bu öyküleme içine kahramanın geçmişine ait 3-5 tane de flashback (geri dönüş) alıntısı konmuş olsun. O zaman bu öykünün zamanı bu alıntıların en eskisine kadar geri gidecektir.

Kanuni’nin 1494 yılında doğduğu,1566 yılında 72 yaşında öldüğü ve 46 yıl padişahlık yaptığını herhangi bir tarih kitabından öğrenmemiz mümkün. Sık sık tekrarlandığı için 46 yıllık padişahlık süresi artık herkes tarafından bilinen popüler bir bilgi oldu. Dizinin öyküleme zamanının nerede başladığı biliniyor ama nerede biteceği daha belli değil. Ama artık öyküleme zamanı da 46 yıl ile özdeşleştiriliyor. O yüzden benim de bu yazımda, öykü zamanının Kanuni’nin tahta çıktığı gün, bitiş süresini de ölüm günü olarak var saymamda bir sakınca yok.

Tarihçiler, (ve Başbakan!) Kanuni’nin ömrünün at sırtında ve seferlerde geçtiğini, oysa dizide Kanuni’nin adeta haremde yaşadığını, bu yüzden dizinin gerçeklere pek uymadığını söyleyerek, diziyi eleştiriyorlar. Popüler söylem bu seferlerin süresini padişahlık süresinin yarısı kadar, tarihçiler ise daha ince hesap-kitap yapıp, Kanuni’nin padişahlık ömrünün 10-12 yıllını seferlerde geçirdiğini söylüyor. Biz tarihçileri dikkate alarak, Kanuni’nin 46 yıllık padişahlık ömrünün ortalama ¼’ünü seferlerde, ¾ kadarını da İstanbul’da geçtiğini kabul edebiliriz.

Neredeyse periyodik olarak sefere çıkmış (13 kez) ve çıktığı son Zigetvar seferinde 72 yaşında vefat etmiş Kanuni’nin bu seferlerinin, O’nun padişahlık ömrüne paralel yayılması şüphesiz dizinin gerçeklik hissini güçlü tutacaktır. Fakat dramatik bir anlatı, anlatısına konu ettiği (öznenin) Kanuni’nin İstanbul, Harem ve çıktığı seferlerde geçirdiği zamanın bu aritmetik orantısına birebir uymak, onun gittiği seferleri takip etmek zorunda da değildir. Dramatik anlatı, öykü zamanının hangi parçalarını dramatik/filmsel bulursa onları seçip öykülemesine alır.

Popüler tartışmalardan öte, sinemacılar çok iyi bilir ki, seyirci diziyi Hürrem’in üstünden algılayıp izlemektedir. Harem’den ve Hürrem’de uzun süre uzaklaşmak hemen dizinin reytinginde bir düşmeye yol açacaktır. Çünkü dramatik kuruluş açısından Kanuni dizide hareme karşı müşfik ama (ve aslında) iktidarı/otoriteyi temsil eden, bu yüzden ana karakter Hürrem’i iten (onun değişmesine neden olan) bir “eksen karakter”dir. Eksen karakterin bu otoritesi ne kadar (soyut ve) güçlü olsa da, O’nun Harem’le özdeşleşen (kötü kadın!) Hürrem’i dizginleyebilmesi , O’nun haremden fazla uzaklaşmamasını gerektirir. Şayet Kanuni saraydan uzaklaşırsa, Hürrem’in Harem’den çıkması ve tüm sarayı Harem’e benzetme tehlikesi her zaman vardır!

Nasıl her Mozart’ın bir Salieri’si varsa, her Kanuni’nin de bir Hürrem’i olması gerekir! Biri olmadan diğeri olamaz. Hürrem, Kanuni’den 8 yıl önce, 1558’de öldü. Bu öykülemede Hürrem ölürse bu dizi biter. Hürrem'siz bir Kanuni’yi seyircinin izleyeceğini pek sanmam. Tersi mümkün olabilirdi oysa. Yani Kanuni daha önce ölmüş olsaydı, dizi sürebilirdi. Nitekim 400 yıl önce, yine İstanbul’da yaşamış “Bizans’ın Hürrem’i Theodora”nın kişisel tarihi buna örnektir. Onun zamanında Bizans Sarayı, kocası öldükten sonra sarayda kalan belayı(!) kendi adına çözmüş ve Theodora’yı Karadeniz’e sürmüştü. Fakat Theodora orada da rahat durmamış, geçmişin kendine verdiği hakları geri almak için her çeşit ittifak biçimini denemişti.

Dramatik anlatıda, hele sinemada özel mekanlar da birer “mekan karakter”dir. (Yıllar önce “Babaevi” dizisini yazı kurulunda idim. Dizide “Babaevi” şüphesiz “Harem” kadar aurası güçlü bir mekan değildi ama seyirci alıştığı için kahramanların evden uzaklaşması bile reytinglerin 1-2 puan düşmesine neden oluyordu!) Dolayısıyla Sefere çıkmış Kanuni’nin görüntüleri bu dengeyi Hürrem ve Harem lehine arttıracak, hele senarist veya yapımcı masraftan kaçıp, seferi görüntü yerine sözlü aktarımlarla geçiştirirse, meydan hepten Hürrem’e kalacaktır. Zaten böyle olmaktadır. Örneğin Safevi seferine çıkıp, sonra güneye inen, kışı Halep ve Bağdat’ta geçiren, aylarca İstanbul/Harem’den uzak kalan bir Kanuni’nin görüntü veya diyalogla aktarımının dramatik açıdan (burada bu dizinin kuruluş mantığı ayrıca tartışılabilir) diziyi zaafa uğratacağı kesindir. Uzun bir dizide, Harem’den fazla uzaklaşan Hürrem ise, birkaç kez ilginç karşılansa bile, sonuçta sudan çıkmış balığa dönecektir!

Yazıyı fazla uzatmadan, TV dizisi yapım sektörünün yapısal sorunlarının zorunlu olarak TV dizilerini nasıl bozduğu konusuna gelmek istiyorum. Birkaç gün önce gazeteci ve spor yorumcusu Kemal Belgin, medyamız için, “Adamın amacı gazetecilik yapmak değil. O gazeteden zarar edeyim ama diğer işlerimden zarar etmeyeyim mantığı ile yapıyor bu işi. İşlerini kolaylaştıracak bir güç gibi görüyor, gazete ve televizyonunu." (Vatan Gazetesi 27.11.2012) diyordu. Aslında bu şikayet bir sonuç. Bu şikayetin altındaki temel neden, 12 Eylül’den beri var. Çünkü dünyada, Türkiye’den başka hiçbir ülkede medya sermayesi başka bir alana pek yatırım yapamıyor. İktidarlar bu temel sorunu çözemiyor, çünkü medya ile süregelen ilişkileri buna engel oluyor. Bu ilişkiyi Kenan Evren TRT ile başlattı ve Özal’dan beri özel kanallara da (mali kontrol veya yandaş medya yaratılarak) genişledi. Bunun TV dizileri ile ne ilişkisi var, diye sorulabilir? Var çünkü, sermayedar bu sektörde reklamdan kazandığı sıcak parayı başka bir sektörde de kullanıyor. Mesela, bazen bir TV kanalı patronunun, TV dizileri için haftalardır dizi çalışanlarına ödeme yapamadığını duyuyoruz ama ertesi hafta aynı patronun başka bir sektörde büyük bir ihaleyi almak için çok daha büyük peşinat yatırdığını gözden kaçırıyoruz.

Medya alanında bir TV kanalı ve bir başka sektörde fabrikası olan bir sermayedar düşünelim. Bu sermayedarın bir fabrikasında işçiler (iyi-kötü!) 8 saat çalışıyor ama bir başka fabrikasının (TV kanalı/TV dizisi!) setinde herkes günde 15-18 saat çalışıyor ve devlet buradaki yasadışı ağır çalışma koşullarıa göz yumuyor ve yasaları çalıştırmıyor. Sette çalışmanın başlama saati belli ama vahşi çalışma koşulları ve günlük çalışma süresinin bitimi belli değil. Hal böyle olunca dizi yayın süreleri de 90-120 dakikaya kadar çıkabiliyor.

Sinemacılar hakları için çok bağırdı-çağırdı ama setler hala yasadışı ve uzun saatler boyunca çalışılan yerler. Politikacılar başka nedenlerden dolayı dizi sürelerinin uzamasından şikayet ediyorlardı ama artık o şikayetlerini de kesitler. Neden? Çünkü TV dizileri yurtdışına satılıyor ve “ülkemizin reklamı oluyor”! Herkes bununla övünüyor ama bu ihraç toplamının ortalama bir Hollywood filmin maliyeti olduğunu kimse söylemiyor! Devlet geç de olsa, altına imza attığı AB yayın standartlarını getirdi ama TV kanallarının onu delmesine hala ses çıkarmıyor. Dünyada uzun diziler çeken ülkeler ve TV sektörleri de var. Ama orada birkaç ekip yasal çalışma süresi ve ortamları içinde çalışıyor. Dolayısıyla kalite de düşmüyor. Politikacılar bilmiyorlar ki, uzun çalışma saatleri sinema-TV sektöründeki kaliteyi de piyasadan kovuyor, ve nitelikli yaratıcılar başka işlere yöneliyor. Sektörde bilgi ve deneyim birikimi olmuyor. Bu sorun, son yıllarda sinemanın yarı-amatörleşmesi, yayından kaldırılan dizilerin artışının önemli sebebi. Yıllarca gecekondu yapma koşullarında çalışmak zorunda kalan insanlar nasıl saray inşa edebilir?

Sadece Türkiye toplumunu değil, TV dizilerinin satıldığı ülkelerin toplumlarını da haftalık uzun dizilere alıştırmış durumdayız. Geçenlerde bu durumdan şikayet eden ve yasa ile buna sınır getirmeye çalışan Makedonyalı politikacılar, halkın tepkisi karşısında geri adım attı. İhracat yapıyoruz diye kendi toplumumuza yakıştıramadığımız şeyi başkalarına yakıştırmaya devam mı edeceğiz? Arap ülkeleri, dizilerimizi ikiye bölüp, gün aşırı yayınlamaya başladılar ama hala uluslararası formatlarını bozmadılar.

Uzun ve haftalık yayınlanan bir dizinin gelir gider dengeleri kronik (günübirlikçi) olmuş durumdadır. İstikrar peşindeki reklamcılardan çekinen TV kanalları, artık TV filmi veya kısa dizi yapamaz durumdadır. Öyle ki, TV kanalları ile artık bir yıl (39 hafta) sürecek bir diziyi konuşmak bile imkansızdır. Dizi dediğin en az iki yıl sürmelidir! Birkaç bölümlük kısa dizi veya TV filmi için lafa başlamak bile mümkün değildir. Oysa Yeşilçam’ın arşivleri bitmiş ve sinema alanında her yıl yapılan yerli sinema filmi sayısı ancak bir kanal için yeterlidir. Batı ülkelerinde birçok genç sinemacı TV filmlerinde deneyim kazanıp sinemaya geçer. Bir kanalda yılda belki birkaç kez yayınlanabilecek TV filmlerinin yapılması gereklidir. Bu format açıldığı zaman, sinemada filmlerine seyirci bulma sorununu aşamayan genç yönetmenler de tıpkı diziler gibi, “seyirci” ile buluşma üstüne bir kez daha düşünmek zorunda kalacaklardır.

Yukarıdaki sorunları kısaltıp maddeleştirmekte yarar var. Bu ülkede;
1-Medya sermayesi başka alanlara yatırım yapmaya devam ettiği müddetçe,
2-Devlet gerekli yasaları çıkarıp sinema-TV sektörünün yasa dışı çalışma koşullarını düzeltmediği müddetçe,
3-Sinema ve TV alanında çalışanlar telif haklarını alamadıkları müddetçe,
dizilerimizin kalitesi asla yükselmeyecektir. Şimdi gelelim, daha fazla kar peşinde koşan yapımcı veya tarihsel gerçekleri çarpıtan senaristleri(!) suçlama kolaylığını bir tarafa bırakıp, Kanuni’nin yapım koşulları yüzünden neden Harem’den çıkamayacağına?.. Çıkamayacaktır çünkü;

1-Bırakalım setlerde günde 15-18 saat çalışılmasını, ekipler (bunlara yapımcılar ve senarist de dahil) setlerde günde 24 saat ve 2 ekip halinde bile çalışsalar, haftada 90-120 dakikalık bir diziyi bitirmek için hareket alanları kısıtlıdır. Güncel bir dizi için bile, bir ekip günde ancak 3-5 mekana girip çıkabilir. Hele ki, tarihi bir dizide, (varsa) gerçek tarihi mekanları düzenlemeye çalışarak veya dekor yaparak Kanuni’yi Bağdat seferine çıkarmak imkansızdır. Bu yüzden film ve dizilerde sıkıntı veren iç mekanlar veya bir çarşıdan başka bir şey göremiyoruz. Veya TRT’nin yaptığı gibi, dizileri Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın restore ettirdiği turistik mekanlarda çekiyoruz. Yabancılar bunu yutabilir ama yerli seyirci yutmaz!

2-Yapılan dekorlar (veya pahalı ve yaratımı uzun süren 3D) maliyet ve uzun zaman aldığı için, yapılanlar da yapay ve inandırıcı olmayacaktır. Bu durumda Kanuni ya duvar diplerinde gözükecek, ya bahçenin dar bir açısında sıkışıp kalacak, veya bir sefere koca Osmanlı ordusu diye 50 figüran yeniçeri ile çıkacaktır. Ekibe 500 kişilik bedava figüran sağlansa bile, o figüranlar bu çalışma temposunda yeniçeri değil, üstlerine yeniçeri kılığı geçirilip yürütülen figüranlar olmanın ötesine geçemeyecektir. Çünkü sanat yönetmeninin (tarihi bilse ve ekibi olsa bile) bunları yapacak zamanı yoktur. Bu durumda tarih danışmanı da sürekli sorun çıkaran insan olmanın dışında ne yapabilir ki?

3-Dikkat edilirse tarihi dizilerde konuşma sahneleri uzamakta, hatta dizi sit-com’laşmaktadır. Bu bir zorunluluktur. Çünkü bir konuşma süresinin gerçek zamanı ve filmsel zamanı aynıdır. Sinemada konuşma sahneleri çoğu zaman kötü, ucuz ve kolaycı bir çözümdür, fakat bu tür uzun dizilerde zorunlu olarak süre doldurma yöntemidir. Uzayan dizilerde uzayan konuşma, vb. sahneler bu yüzdendir.

4-Dizi yapım koşulları böyle kaldığı, dizi formatları değişmediği müddetçe tarihi dizilerin öykülenmesinde kişi ve mekan trafiği değişmeyecek ve (her neyse o üzerinde anlaşamadığımız) tarihi gerçeği anlatma imkanları da (hiç denenmeden) aynı kalacaktır.

5-Sorunlar sadece TV dizileri için değil, gündeme gelmeseler de, sinema filmleri için vahim derecede geçerlidir.

6-Kanuni, Harem’den zaten uzaklaşamaz!... Bu yüzden “Muhteşem Yüzyıl” kendi içinde bir bütünün başarısıdır.

7-Politikacılar daha iyi diziler yapılmasını istiyorlarsa balığın kuyruğundan değil, zaten kokan başından başlamak zorundadır. Yoksa bu düzen böyle sürer. Yoksa mesele "Muhteşem Yüzyıl" hiç değil...


Hüseyin Kuzu

NOT: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.