Uzundur; dikkat!...
80’de beni TV Program Müdürlüğü’nden alıp
tek başıma küçücük bir odaya tıktılar.
Kapısında,
“Dış Yapımlar ve Satımlar Müdürü” yazan...
Dalga geçer gibi...
Siyah-beyaz kalitesiz filmleri kim alır?...
Ve niye ben satıyorum?
Akıllarınca,
“BENİ DİRİ DİRİ TOPRAĞA GÖMDÜLER,
AMA TOHUM OLDUĞUMU UNUTTULAR...”
Ve
“KONDUĞUM YERİ YEŞERTTİĞİMİ DE..”
TV dizilerini yabancı ülkelere ilk kez satmak ha?...
Hemen başladım;
Can Dostum Hâlit REFİĞ'in siyah/beyaz "AŞK-I MEMNÛ"sunu Fransa'ya satarak.
İnanamadılar!...
Sonra binbir güçlüğe rağmen arkasını getirdim;
Dünya Film ve TV Marketlerinde stantlar açarak.
“CANNES, RİO DE JANEİRO, MOSKOVA, SİDNEY, MONTE CARLO FESTİVALLERİ FİLM/TV
PAZARLARI”nda...
Dünya kadar film sattım; ödüllere boğdular...
Filmlerin İngilizce alt yazı ve dublajlarını Türkiye'de yapıyorduk genellikle.
Musa ÜNLÜTÜRK altyazıları ücretsiz yazardı.
Sırf, Sedat dostuna yardım olsun diye; unutamam...
Ve
Hüseyin KARAKAŞ’ın Yönettiği
“BELENE” adlı, ses getiren dizi yayınlandı.
1989 Yaz’ı...
Başbakan Turgut ÖZAL;
-“Sedat Bey, Belene dizisini seyrettim. Bulgaristan’da Türklere yapılan mezâlimi
çok güzel anlatıyor. Bunu dünyâ televizyonlarına ücretsiz olarak yollayalım...”
-“Oynatmazlar Efendim...”
-“Neden?...”
-“Televizyonlarda , 3. Dünya ülkelerinden ücretsiz gönderilen filmler pek
oynatılmaz; propagandaya âlet olmak istemezler.
Belene’yi o kategoriye sokamayız...
Profesyonel olarak “ucuz” fiyatla satalım...
1 Dolar bile ödeseler oynatmak zorunda kalırlar...”
-“Ya?... Doğru be!... Ne lâzım öyleyse?...”
-“Süresini, renklerini, ses ve müzik kuşaklarını uluslararası standarda
getirmemiz ve profesyonel anlamda, yerinde “dublaj” yapmamız gerekir...”
-“Duydun mu Adnan? Ne gerekiyorsa yapın lütfen..”
Sevgili Dostum Adnan (KAHVECİ) ne gerekiyorsa hemen yaptı; önümü tıkayan
bürokrasinin paslı yolunu açtı yâni...
Ve
Dostlarım;
Hüseyin KARAKAŞ'ın Yönetmenliğini,
İbrahim BAŞAR’ın Yapımcılığını yaptığı
“BELENE” adlı drama dizisi,
koltuğumun altında İngiltere yoluna, sefere çıktı.
Londra’daki bir Stüdyoda,
dizinin uluslararası standartlara göre
4 Bölüm x 26 Dakika olarak,
yeniden montajı, renk düzeltilmesi,
jenerik, müzik ve effectlerinin silbaştan
yapımı için kolları sıvadım.
İngilizce, Fransızca ve Arapça
seslendirilmeleri için 1989’un
28 Haziran’ından 14 Temmuz’una kadar
soluk,soluğa koşturarak,
Londra, Paris ve Kahire’deki stüdyolarda,
günlerboyu, yorgun ve uykusuz uğraştım...
Zor bir serüvendi ama büyük de keyif aldım,
çok şey öğrendim, çok dost kazandım.
Her üç dildeki “senaryo” çevirilerini
o ülkelerdeki profesyonel yazar ve çevirmenlere yaptırdım.
Seslendirme sanatçılarını da yine o ülkelerdeki
ünlü profesyonel oyuncular arasından seçip, bizzat yönettim.
İyi ve son derece profesyonel bir işti.
Dizi tam olarak uluslarası standartlara uyarlandı.
Çok güzel bir broşür hazırladım;
"BELENE- HELL IN THE DANUBE"...
Dizi böylece çok sayıda ülkeye satıldı ve yayınladı.
Önce Londra’da Soho’ya yakın bir Stüdyoda çalıştım.
Aralarında CATS Müzikâli oyuncularının da
bulunduğu çok keyifli bir dublaj sanatçısı grubuyla...
İngiliz çevirmen alkolsüz çalışamayan
profesyonel bir senaristti, birlikte harika bir iş çıkarttık.
Senaryoyu âdetâ yeniden yazdık; İngilizce olarak.
Günlerce montaj masasında birlikte çalıştık.
İkinci etap;
Koltuğumda İngilizce BELENE; yallah Paris’e...
Senaryonun İngilizce’den Fransızca’ya çevirisini
Paris’te yaşayan Peter CHODOLENKO adında
ünlü yazar–senarist bir dostum yaptı.
Âdetâ bana yaptırdı; geberdim yorgunluktan.…
Çok zor beğenen, mükemmeliyetçi, huysuz,
titiz, sanatçı, aristokrat ve gerçek bir entelektüeldi.
O zaman 60 yaşlarında olmalıydı.
Montmartre'a yakın, çok güzel bir dâirede yalnız yaşıyordu.
Tam benim sevdiğim kıvamda, görgülü, zeki ve tatlı bir hınzırdı!..
İngiliz’lere
ve kendisi de Rus olmasına rağmen Ruslara fenâ takıkdı.
İngilizce senaryoda sevmediği kelimeleri
bana İngilizce soruyor, ben uzun uzun izâh ediyorum
o da bana güvenip uygun bir yolla
“parfait!” deyip, Fransızcaya çeviriyordu.
Bâzıları “SEFİLLER” müzikalinden gelen
Dublaj sanatçılarıyla çalıştığım sırada yanımda oldu hep.
Stüdyodaki oyuncuların dudak senkronları
onun bulduğu sözcüğe “cuk” oturunca da çok keyifleniyordu.
Çok sevdik birbirimizi; çok sohbet ettik.
Peter,
ünlü TROTSKY’nin özbeöz yeğeniydi ve onunla gurur duyuyordu.
Dayısının başına gelenler
ve hunharca öldürülmesi yüzünden de Sovyetleri
ve Komünist Partisini fena şekilde suçluyordu.
O yüzden bir tür fanatik “TROTSKY”ci sosyalistti, kendince…
Paris’in göbeğindeki evinde
ve stüdyoda günler-gecelerboyu birlikte çalıştık.
Ne şaraplardı,
ne müziklerdi,
ne peynirlerdi
ne kahvelerdi bizi saatlerce çalıştıran yâhû!...
Koca bir kütüphaneye benzeyen bu evin
cümle kapısının önünde,
üstünde sarı ( P.C.) harfleri yazan,
koopertif arsası gibi kocaman,
tertemiz bildiğimiz kahverengi bir paspas vardı.
Yağmurlu bir günde yemek dönüşü
ayakkabılarını uzun uzun bu (P.C.) harfleri üzerinde sildi.
-“Sedat, sen de tam buraya sil” dedi.
-“Neden, tam o harflerin üstünde?” dedim.
Bu (P.C.) harfleri
- “Partie Communiste de Soviet demek de ondan“ dedi.
Ben gülerek kenarda sildim.
-“Ayıp yahu!” dedim.
İyi ve sağlam bir solcu olmasına
ve o harflerin kendi adı ve soyadının
başharfleri (Peter CHODOLENKO) olduğunu bilmeme rağmen
yapmıştı bu ince espriyi…
Tanıdığım en zeki, derin kültürlü
ve nüktedan dostlarımdan biriydi.
Lenf kanseri yedi onu.
Çok ağlaştım ardından; çok erken döndü toprağa ne yazık ki.
Bâzı akşam yemeklerini onun çok sevdiği
Eyfel Kulesi’ne çok yakın bir “yazarlar” lokantasında yer,
pahalı olmayan şarapları ve kahveleri içip
çalışmak üzere erkenden evin yolunu tutardık.
Lokanta güzel, şık ve makûl fiyatlardaydı,
ama birkaç gün sonra sıkıldım.
Bir gün sordum Peter’e
-“Neden hep buraya geliyoruz, Paris ve Eyfel hiç görünmüyor”
Gülümsedi ve gayet ciddi bir ifâde ile
-“O yüzden...Burası, Pariste Eyfel denilen o çirkin,
hurda yığınının gözükmediği tek yer Sedat” dedi.
Çok güldüm.
Çünkü bu söz onun değil George SIMENON’du...
Veee,
Koltuğumda İngilizce ve Fransızca BELENE,
yallah, billah, eyvallah, hafazanallah; KAHİRE’ye...
Ol ümmetin sanatçı tayfasına pek güvenemediğim için
senaryoları “İngilizce ve Fransızca” olarak 15 gün
öncesinden yolladım...
Mısır Arapçası’na çevirsinler diye!...
Dublaja başladık...
Başladık lâfın gelişi...
Kahire’de bir dublaj Stüdyosu; evlere şenlik.
Sanatçılar da tam bana göre;
Ne vaktinde gelmeler,
Ne vaktinde başlamalar,
Ne adam gibi prova yapmalar,
Ne abuk-sabuk yallelli muhabbetlerine ara vermeler,
Ne kaprisler, ne kaprisler...
Ne tekrarlar, habire başa almalar, yanlış tonlamalar...
Vallahhhh’ül Âziymmmm....
Dört günde bitirdik ama ben de bittim...
Dönüşte Hüseyin’e seyrettirdim üç versiyonu da...
Gözleri doldu;
-“Yâhû Başkan Holywood Filmi gibi olmuş, tanıyamadım” dedi.
-“Çünkü sen Holywood ayarında bir Yönetmensin...”
Sarıldı boynuma...
İMDİİ...
Hüseyin dün döndü toprağa; içim yandı...
Benden bir yaş küçüktü...
Yıllarca birlikte çalıştım onunla; çok yetenekliydi.
Bir diğer üstün yetenekli
Yönetmen Dostum, nüktedan ve filozof
Ünal KÜPELİ ile ikisi birden kırar geçirirlerdi beni.
Dünyâ Efendisi can Dostum,
İbrâhim BAŞAR da hep başarılı bir televizyoncu oldu.
Güzel yaşasınlar...
Sabah sabah lâfı çok uzattım...
Hüseyin’imi andım,
Yine yandım,
Vesselâm...