"Yalnızca bir kez dilim tutuldu, biri bana gelip sen kimsin diye sorduğunda..."
Halil Cibran
Hayatımda duyduğum en sihirli sözdü bu. Cevabı aramak, en çetin yol... Ama varlığımın asıl anlamını, soruma cevap ararken kavramaya başladım. Burada "ben"den kastettiğim tekil bir "ben" değildi. İnsanın hayata bıraktığı ve hayattan bana miras kalan hatırlamam gerekenler... Her kod, kültürün insana bıraktığı her miras, bana aitti ve benim kim olduğum, bin yılların birikimiyle anlam kazanıyordu. Hayata her şeyi unutarak başladığımıza inananlardanım. Bir tür hafıza kaybı... Her bilginin, hafızamızda örtülü kalmış bir kapıyı açtığını, o kapının bana yeni kapılar araladığını düşünürüm. Yaşam dediğimiz süreç ne kadar çok kapıyı araladığımızla, ne kadar çok şeyi hatırladığımızla zenginleşiyor. Ve bu hatırlamalar, insanı buluşturuyor, birleştiriyor.
Belgesel, bu hatırlamaları çoğaltmaya yarayan en önemli araçlardan biri. Bilincin haritasını sunuyor önümüze. İnsanın binlerce yıllık kültür bilincinin haritasını. Bu haritayı çıkarmak için, belgesel sinemacıların bugüne kadar genellikle izledikleri yol, "görünen dünyanın", somut maddi dünyanın içinde, gizli kalmış ya da unutulmuş gerçeklerin izini sürmek oldu. Ama bir yanı daha vardı, bize bırakılan kültür mirasının. O da çoğu kez göremediğimiz, ya da bildik duyularımızla algılayamadığımız, o görünmez anlam alemi. Yaşamı vareden görünmez yüz... Görüneni biçimleyen, "görünmez". Semboller, sembollerle yaratılan o kültürel miras belgesel sinemanın zaman zaman bir metafor unsuru olarak kullandığı, ama salt gerçekliğin aktarılmasını savunanlar için temelli uzak kaldıkları o belgeler yığını, derlenmeyi ve anlatılmayı bekliyor. Ben gerçeğin diğer yüzü saydığım semboller dünyasının dökümanterinin çıkarılmasını çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçeğin görünenden fazlasında gizli olduğuna inanıyorum. Bu bir tercih. Bizler içinde yaşadığımız dünyayı açıklamak üzere yola çıktığımızda, bir model yaratırız. Daha doğrusu bir modeli tercih ederiz.
Bilgiyi arama modelimiz ya görünenin üzerindendir ya da görünmezin üzerinden. Biri Doğu'dan, diğeri Batı'dan iki farklı gerçeğe ulaşma yöntemi. Doğulu bir kadın olarak -ki Doğulu bir kadın olmaktan hep gurur duymuşumdur- atalarımın düşünce yöntemini, gerçeğe ulaşma yöntemini çok önemseyenlerdenim. Doğu, yalnızca elle tutulup, gözle görülen gerçeklik tanımlarına değil, aynı zamanda, dilin tarifine sığmaz o gerçeğe inanır. Bu nedenle Doğu düşüncesinin o sofistike, soyutlama yetisi, yüksek algısı, onu Batı'dan farklı bir
üslûpla gerçeğe taşır. Gerçeğe gidiş, farklı olsa da aranılan, hayatın bize sunduğu görünen ve görünmeyen izlerle yaşamı
anlamlandırmaktır.
Bütün sembol dünyasını, bir belge ve kültürün anlaşılması için aracı olarak görüyor ve soyutluğun, gerek anlatımsal gerekse düşünsel olarak belgesel geleneğin içine dahil edilip, bu yolda ürünler verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde gerçeğin bir yüzü anlatılmamış ve eksik kalır. Bu anlamıyla
dokümanter çalışmalar, gerçeği ararken bugüne kadar dokunmadan geçtiği o yüze bakmalı ve sembollerin arasındaki bağlantıları kurarken kendini özgür bırakıp, dünyayı algılama yolunda yeni yorumlar getirmelidir. Semboller insanlığın varlığından buyana hayatımızın, aramızdaki ilişkinin ve bu ilişkideki sürekliliğin bir parçasıdır. Ve en az somut diye tanımladığımız yüzü kadar anlatacak çok şeyi vardır.
İsmet YAZICI
İstanbul 2001
MAKALE 2001 YILINDA, 'Belgesel Sinemada Yeni Yaklaşımlar' BAŞLIĞIYLA DÜZENLENEN 5. ULUSLARARASI BELGESEL SİNEMACILAR KONFERANSI'NDA
İsmet YAZICI TARAFINDAN SUNULAN BİLDİRİNİN METNİDİR.