Uzay Yolu’nda (1966) Scotty’nin Kaptan Kirk’ü ışınlamasına 39 yıl,
Benim doğmama 40 yıl,
Neil Armstrong’un* (1969) insanlık için ay yüzeyinde atacağı adıma 42 yıl,
Malkoçoğlu’nun dünyayı kurtarmasına (1982) 55 yıl,
Matrix’ de (1999) Neo’nun kırmızı hapı yutmasına daha 72 yıl var.
Oysa 1927 yılında ilk gösterimi yapılan bir film hala izleniyor, hakkında
konuşuluyor, üzerine tezler, makaleler yazılıyor. Sinema okullarında olduğu
kadar siyaset derslerine de konu oluyor, tekrar tekrar yorumlanıyor.
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli ve uzun soluklu kurtarma operasyonu bu
“fütüristik distopya” * filme kısmet oluyor. Bu film: Metropolis.
Kameranın arkasında Avusturya kökenli Alman yönetmen Fritz Lang, senaryo ise
karısı Thea Von Harbou ait. Bu dev proje benimde görme şansına şansına sahip
olduğum sinema tarihinin ilk büyük film platolarından Berlin Potsdam’ daki
Babelsberg stüdyolarında 17 ayda çekilmiş.
UFA şirketi yapımcılığındaki filmin bütçesi günümüz için bile büyük sayılacak
boyutta, tam 7 milyon mark. Bugünün değeriyle 200 milyon dolar civarında. Filmde
sessiz sinema döneminin yıldız oyuncuları yanında binlerce yardımcı oyuncu,
figüran ve çocuk görev almış.
Fritz Lang, gemiden inerken ilk kez gördüğü New York siluetinden ilham alarak,
sermaye sınıfının yaşadığı üst kenti tasarlamış. Tabii yaratıcı dekor ve tasarım
ekibine filmin tamamında büyük katkı verebilmesinin altında, babası gibi
Viyana’da mimarlık ve resim eğitimi almasının yattığını söylemek yanlış olmaz.
Diğer önemli bir etkenin de Almanya’nın 19 yy. başlarından itibaren sanatın her
dalında özellikle mimaride oluşturduğu “dışavurumcu” birikimi olduğunu
söyleyebiliriz. Bu bilgi birikimi Metropolis’i Alman dışavurum sinemasının Caligari, Nosferatu gibi ilk ve en önemli örneklerinden birisi yapmıştır.
Filmde kullanılan maket şehir ve eskizlere baktığımızda günümüz bilim kurgu
sinemasına, nasıl büyük bir etki yaptığını açıkça görebiliriz. Filmin çekim
teknikleri de dönemin yeniliklerinden. Çekimler sırasında kameraların hareketli
kullanılması ve görüntü yönetmeni Eugen Schüfftan’nın geliştirdiği sinema
tarihine de “Schüfftan process” olarak geçen teknikler filmi bu dönemde çekilen
filmlerden ayıran özelliklerdir. (Schüfftan process: Kameranın önünde 45 derece
açıyla duran yarısı ayna bir cam sayesinde, kameranın görmediği yan açıda duran
bir maket ya da resimle, kamera karşısında duran oyuncular ya da objeler
birleştirir. Böylece oyuncuları dev binalarla ya da hayali ortamlarda beraber
resmedebilirsiniz. Bu teknik önemli bir buluş olarak hala bugün bile
kullanılıyor.)
Metropolis’in 1927 yılında yapılan ilk gösterimi yaklaşık 153 dakika sürdü.
Gösterimden sonra gelen eleştiriler ve Amerikan yapımcı, dağıtıcı firmaların
filmin uzunluğuna yönelik istekleri sonucunda, yapımcı firma filmin yaklaşık
dörtte birini keserek yeniden montajladı. Çıkarılan bölümlerin büyük kısmı
kayboldu ve günümüze kadar sinema araştırmacılarının “kutsal kasesi” oldu. Alman
disiplinin yanında filmin dev bütçesini de düşünürsek bu “kaybolma” olayını
anlamak biraz zor.
Filmimiz defalarca onarıldı. 1969 yılındaki başarısız bir girişimi saymazsak ilk
çalışma Münih Film Müzesi direktörü Enno Patalas ekibi tarafından 1980’de
yapıldı. 1984’de ise Girogio Moroder tarafından ilginç bir uygulama yapıldı ve
film renklendirilirken aynı zamanda yeni bir ses kuşağı oluşturuldu. Freddie
Mercury’li Queen’ nin “Radio gaga”sı gibi orijinal rock parçalarıyla süslenmiş
olarak yayınlandı. Filmimiz Bonnie Taylor, Billy Squier, Adam Ant, Pat Benater
gibi sanatçıların şarkılarıyla dolu bu haliyle neredeyse müzikal hale geldi.
2001’de Deutsche Kinematek’in kruatörü Martin Koerber ilk digital restorasyonu
gerçekleştirdi. Bu çalışmayı Friedrich Wilhelm Murnau vakfı desteklemişti.
Nihayetinde filmin kayıp kısımları 2008 de hiç akla gelmedik bir yerde,
Arjantin, Buenos Aires’de bulundu. Film müzesi müdüresi Paula Felix Didier
sinematek gösterimleri sırasında birkaç kişinin bazı bölümleri daha önce
görmediklerini söylemeleri üzerine filmi bu açıdan inceletti ve hazırlattığı
kopyayla soluğu Berlin’de aldı. Ağır hasar görmüş bu 16mm’lik kopya
incelenince, yaklaşık 25 dakikalık kayıp bölümlerin bulunduğu tüm dünyaya
duyuruldu.
Yeniden restore için yine Friedrich Wilhelm Murnau vakfı ve Martin Koeber
devreye giriyor, restorator Frank Strobel, Anke Wilkenign ve ekibi yönetiminde
film yeniden montajlanarak restore ediliyor.
En son yapılan restorenin diğerlerinden farkı kullanılan restorasyon
teknikleriydi. İlk olarak film mekanik olarak taranarak perfore sorunları ve
kırıklar gibi fiziksel bozukluklar tespit edilip onarıldı. İkinci aşamada özel
kimyasallarla ıslak bir temizleme işlemi yapıldı. Daha sonra lazer film
tarayıcılarıyla günümüzün “ Full HD ” kalitesinden daha yüksek 2K (2048-1536)
olarak bilgisayar ortamına digital olarak aktarıldı. Bu işlem değişik renk ve
ışığın değişik dalga boylarıyla oynanarak uygulanan bir teknik.
Tarama işlemi Almanların dünyaca ünlü sinema ekipmanları üreten firması “Arri
Group” tarafından Münih’ de gerçekleştirildi. Sonraki çalışmalar artık
bilgisayarların marifetine bırakıldı. Bu bölümde yine bir Alman firma Aplha
Omega Digital, kendi özel görüntü programlarıyla filmin renk dengesi, ışık,
kontrast gibi temel görüntü elemanlarını düzeltirken, toz, tüy gibi yabancı
görüntüler, çizikler, kare atlamaları (flicker) gibi istenmeyen olgular da
temizlendi, dengelendi. Bu işlemlerin hemen hepsi, her sahne için ayrı ayrı
restorasyon akışları çıkartılarak kare kare yapılıyor. Ağır hasarlı kareler
kendinden önceki ve sonraki kareler örneklenerek neredeyse yeniden yaratılıyor.
Bu işlemlerin sonuçları doğaldır ki filmin orijinalinin kondisyonunun nasıl
olduğuyla çok ilişkilidir. Restorasyonlarda çok müthiş neticeler alınabiliyor.
Bunun en güzel örneğini “Star Wars” serisinin restore edilmiş hali için George
Lucas’ın bizzat kendisinin “orijinalinden daha iyi” diye yorumlamasında
görebiliriz. Ülkemizde de son yıllarda eski filmler başarıyla restore edilmeye
başlandı. ”Selvi boylum al yazmalım” filmi bu konudaki en başarılı ve popüler
örnektir.
Arjantin den gelen bölümler orijinaline göre çok bozuk olduğundan ancak bir
seviyeye kadar onarılabilmiş. Filmin sonradan eklenen Arjantin bölümleri
belirgin şekilde anlaşılıyor.
Bu sinema tarihinin belki de en önemli kurtarma operasyonu yaklaşık bir yıl
sürdü ve 840.000 dolara mal oldu. Sonunda tamamlanan filmimizin ilk gösterimi
Berlin Film Festivali kapsamında şubat 2010 da Gottfried Huppertz’ in yazdığı
haliyle orijinal müziklerinin Berlin Radyo Senfoni Orkestrasının seslendirmesi
eşliğinde Berlin Friedrichstadtpalast‘da gerçekleşti. Salon dışında binlerce
insanda bu tarihi anı Brandenburg kapısına yerleştirilen 300 metrekarelik dev
projeksiyonlardan izlediler ve tarihi olay ZDF ve ARTE televizyonlarından canlı
olarak yayınladı. Yapımcı firma filmin HD bluray versiyonunu tamamlayarak, tam,
bütün, manasında “The Complete Metropolis” olarak piyasaya sürdü.
Filmin hikâyesini kısaca hatırlayalım:
Yeraltındaki dev makinelerde çalışarak sömürülen ve çok kötü şartlarda yaşayan
işçiler ile yer üstündeki cennet bahçelerinde refah, zevk içinde gününü gün eden
burjuva sermaye gurubunun yaşadığı yerdir Metropolis şehri. Cennet’le Cehennem
bir arada. Şehri yöneten John Fredersen’ nin oğlu Freder bir gün tesadüfen
işçilerin çocuklarını gezdiren Maria’yı görür ve aşık olur. Maria’yı takip
ettiğinde işçilerin adeta robotlar gibi, ölesiye çalıştıkları ortamı görür.
Hatta işçilerden biriyle yer değiştirerek bizzat ağır çalışma koşullarını kendi
yaşar. Bu durumu düzeltmesi için babasına yalvarır, fakat olumlu yanıt alamaz.
Bu arada Maria işçilere vaazlar verip sabırlı olmalarını telkin etmektedir.
Fredersen başka arayışlar peşindedir ve bilim adamı Rotwang’dan, yaptığı robotu
Maria’ya benzetmesini ister. Rotwang, Maria’yı kaçırır ve robotunu aynen Maria
dönüştürür; gerçek Maria ise Rotwang’ın evinde tutsaktır. Şehrin altına inen
robot Maria işçileri isyana yönlendirir. İsyan eden işçiler makineleri
parçalayınca şehrin sistemi çöker ve alt şehri su basmaya başlar. İşçiler
çocuklarını bulmaya çalışırlar. Oğul Freder Rotwang’ın evinden kurtardığı gerçek
Maria’yla yukarı çıkar; bu arada hatasını anlayan babası John Fredersen’le
ustabaşını, filmin ”beyin ve eller arasında uzlaştırıcı, kalptir” mottosuyla el
sıkıştırır.
The End.
Günümüze kadar film hakkında pek çok yorum yapılmıştır. Ama çoğu bugünden
bakarak yapılan değerlendirmelerdir. Şüphesiz en ortak olanı filmin “acımasız
kapitalizm” eleştirisi olmasıdır. Hatta İstanbul’daki ilk gösterimi öncesi
ateizm propagandası yaptığı ve komünizmi övdüğü gerekçeleriyle hükümet
tarafından yasaklanmıştır. Hitler’in filmi beğenerek Lang’i Alman sinemasının
başına geçirmek istemesi ise epeyce tartışılmıştır.
Zamanının çok ilerisinde çekim teknikleri kullanılan film görsel heybetiyle
günümüze kadar yapılan hemen tüm bilim kurgu filmlere hatta Madonna’nın “Express
Yourself” gibi video kliplere ilham hatta kopya vermiştir. Robotun Maria’ya
dönüşümü ve işçilerin robot gibi sıralar halinde vardiya değişimi yaptığı
sahneler hala sinemaseverlerin en sevdiği ve tüm sinema programlarında en çok
kullanılan bölümlerdir. Filmin sessiz, dolayısıyla oyunculuğun abartılı olması
günümüz izleyicisini sıkabilir. John Fredersen’i canlandıran oyuncunun Atatürk’e
benzerliği de bence ayrı bir hoşluk.
Meraklısına önemli bir bilgi: Aynı adlı bir müzikal Joe Brooks’ un nefis
müzikleri, Dusty Hughes’in senaryo ve isimlerde yaptığı hoş değişiklerle bir
müzikal atmosferine uygun hale getirdiği sözlerle sahnelenmiş, müzikleri de CD
olarak yayınlanmıştır. Metropolis müzikali ne yazık ki hak ettiği başarıyı
yakalayamadı. Özellikle sessiz bir filmden uyarlanmış olması şarkıların sözleri
ve diyaloglar yaratmak bakımından sanırım ustaları zorlamıştır. Filmdeki
karakterlerin isimleri farklı ama en önemlisi robota verilen “futura” ismine
bayıldım. Bu kadar yaratıcı, ileri görüşlü, aynı zamanda robotun bir kadın
imajıyla örtüşmesi açısından harika bir isim.
İyi seyirler...
Savaş FERHAT
* En kaba tanımıyla kötü gelecek
* Ne yazık ki bu yazıyı hazırlarken Neil Armstrong’un ölüm haberi geldi
(26.8.2012). Ne garip tarihte dünya dışına ayak basan ilk insan dünya
topraklarına gömülecek ama onun yeri aydır, toprağı bol olsun.
* Dünyanın en önemli film restorasyon şirketi Lowry Digital’in Ceo suyla sohbet
ederken bizim yapımlarımızın restorasyon ihtiyacından bahsetmiştim. Bana yapım
yıllarını sorduğunda aldığı cevap karşısında çok şaşırmış ve bu kadar “yakın
tarihli filmlerin nasıl olurda onarıma ihtiyaç duyar ?” diye merak etmişti.
Bende çekim sırasındaki pozlama, filtre hatalarından, bayat film banyolarından,
ehil olmayan montajcılar ve bakımsız eski montaj cihazlarından en önemlisi kötü
hatta olmayan arşiv ortamlarından bahsettim.
* Robotun Maria’ya dönüşümü çoklu pozlama ile fonda ışığı yansıtmayan bir siyah
kadife fon kullanılmış halka neonlar forklift tarzı bir makinyle aşağı yukarı
hareket ettirilmiş üst üste çekimler yapılmış. aşırı pozlama halkaları hare
haline getirmiş.
* Yeraltı fabrikasına düzenli sıralar halinde inen robotlaşmış isçilerin geçit
töreni daha sonra Alan Parker’ın bir Pink Floyd başeseri The Wall’da gençleri
robotlarla özdeşleştiği sahneye ilham vermiştir.
* Gustav Fröhlich ve Brigitte Helm’in birlikte canlandırdıkları, suyun akışından
yukarı doğru kaçanların mücadelesini vurgulamak için Karl Freund tarafından ilk
kez bu filmde dönen kamera kullanıldı. Metropolis dönen kameranın miladı oldu,
birkaç ay sonra dönen kameralar Hollywood’da da sık sık kullanılmaya başlandı.