Sinemada Belgesel Film Seyretmek, Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir
Sinema tarihimizin kaynaklarına baktığımız zaman 1934 yılında, diğerlerinin
yanında, iki kısa film çekildiğini görürüz. Bunlar yönetmenliğini Nazım Hikmet
Ran’ın yaptığı, Özön’ün, “kısa film” dedikten sonra “görsel denemeler” diye de
vasıflandırdığı İstanbul Senfonisi ve Bursa Senfonisi’dir. Bu filmlere
şimdilerde ulaşmak mümkün görülmüyor. Üzerinden geçen zaman, iki önemli depo
(film deposu) yangını, filmlerin türü -”belgesel film”- olmaları… İstanbul
birçok filmimize dekorluk etmiş bir kentimizdir, İstanbul Senfonisi‘nden başkaca
filme, belgesel olarak malzeme olmuş mudur bilemiyorum, taa Akad Usta’nın 1990
çektiği İstanbul belgeseline kadar.
Akad’ın, TV için hazırladığı (sinema filmi değil) dört bölümlük belgesel dizi,
“Doğuş” adlı giriş bölümünden sonra “dramatik - belgesel”e dönüşen bölümleri ile
“İstanbul Bir Şarkıdır”, “İstanbul Bir Özlemdir”, “İstanbul Bir Kavgadır” ile
devam eder. Karadeniz’den İstanbul Boğazına giriş ile başlayan, Doğuş bölümü bir
belgesel olurken, her biri alt başlıklar taşıyan diğer bölümler, dramatik-likleri
de içeren, İstanbul üzerine belgeseldirler. 1934’de yapılan ve Özön’ün görsel
deneme dediği İstanbul Senfonisi, kısa film süresi (!) içinde İstanbul’u
görselleştirirken hangi içeriği taşıyordu bilemiyoruz ama bu -bugün artık mega
olmuş olan- kentimiz üzerine yapılmış ilk belgesel çalışmadır.
Belgesel filmlerin ticari sinemalarda gösterilmesi pek alışık olmadığımız bir
şey ama bu son yıllarda değişiyor. Sinemamız için (seyircimiz içinde) pek ilgi
çekmeyen belgesel sinema, bu icadın başlangıcından beri çeşitli biçimlerde ve
farklı konularda kullanılmış ve sinemanın -kurmaca filmlerden de- önemli bir
parçasını oluşturmuştur. Bizde, başlangıç dönemi yönetmenleri sinema filmi
olarak bazı belgesel çalışmaları yaptılarsa da bu konuda fazla yapıt verilmemiş,
sonraki dönem yönetmenleri ise aynı konuda televizyonlar (veya bir takım
kurumlar) için çalışmalar yapmışlardır. Dünyada önemli sinemacıların uğraş alanı
olmuş dalda, uzun yıllar bu alanda çalışmış yönetmen Joris İvens’in (1898-1989)
adını anmakla yetinelim.
Sinemamızda son yıllarda çekilmiş olan bazı uzun metraj belgesel filmlerin
ticari gösterime çıkmaları sevindirici bir olaydır, bir sinema olayıdır.
Bunların sonuncusu ise bu hafta (04 Mayıs 2012) gösterime çıkmış olan
“Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir“dir. Yönetmenliğini İmre Azem’in yaptığı film, İstanbul
üzerine bir belgeseldir ama şehri anlatmak gibi bir derdi yoktur. Animasyon
türündeki giriş bölümünde şehrin tarihçesi ele alınırken, günümüzde (2008
yılında) şehirde yapılan kentsel dönüşüm çalışmalarının şehri, nasıl şehir olmaktan
çıkardığını anlatılmaktadır. Bu program (kentsel dönüşüm) ile nasıl şehrin
yoksul bir kısım sakinlerinin yerinden edildiği, toplu konut ve sosyal konut
diye yapılan binalar (daireler) ile nasıl ihtiyaç fazlası (giderek daha da
artacak sayıda) daireler yapıldığı, ulaşımı kolaylaştırmak amacı ile yapılan iki
boğaz köprüsünün (üçüncüsü de plânlanıyor) ulaşımı daha da sıkışık hale
getirdiği (ve getireceği) gösteriliyor ve doğuracağı sonuçlar için uyarıda bulunuluyor.
Belgesel bir filmin, sırf olanları göstermenin ötesinde, olanları
(gösterdiklerini) yorumlama gibi işlevi de vardır. Bu yorumlama gösterilen
olaylarla ilgili olmalıdır. Ekümenopolis ise gösterdiklerinin ötesinde,
yapılması plânlananlara da dayanarak -ileride- doğabilecek sonuçlardan da söz ederek, -bu bir fal bakmak
değildir- toplumu bilgilendirirken, gelecekte karşılaşılabileceklere de dikkat
çekmeye çalışıyor. Bu hafta “tek” sinemada gösterime giren film, ticari
gösterim öncesinde bir kısım özel gösterimlerde gösterilmiş ve yurtdışı
festivallere katılmış (ödüller almış), yurt içinde -dalında- SİYAD tarafından
ödüllendirilmiş bir çalışma olarak, sırf bir “belgesel film” olmayı aşarak
“toplumsal” özelliğini de kazanıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, bu filmi yapmak bir falcılık
değildir. Şehircilik, sosyolojik, psikolojik sonuçları ile geliyorum diyen bir
sonucu belgelemeye çalışan İmre Azem ve ekibinin çalışmasının, yanılgı ile
sonuçlanmasını dilerim. Her gün içinde bulunduğum, yaşadığım ve kaos’un bugün
ulaştığı bir kısım olgularını gözlemlediğim şeylerin varabileceği noktaları
düşününce, bu yanılgının nasıl olabileceğini tasarlayamıyorum.
Not: Bunu metnin içine yazmadım. Ben İstanbul’a geldiğimde (1983) Avcılar ile
telefon görüşmeleri “şehirlerarası” yapılmak idi. Ve İstanbul’un doğu girişi ile
batı çıkışı arasının 80 kilometre olduğu söyleniyordu, bugün 100 kilometreyi
çoktan aştık.