Sinema eleştirmeni Tunca Arslan ile sinema sanatı, sinema eleştirmenliği,
Türkiye`de ve dünyada sinema üzerine sohbet ettik.
Bu yıl yapılan Altın Portakal Film Festivali`nde siz de bulundunuz. Katılım
nasıldı? Festivale katılan filmleri kısaca değerlendirebilir misiniz?
Bu yıl 37. kez yapılan Antalya Altın Portakal Film Festivali, son üç dört yılla
karşılaştırıldığında, beklenti ve tahminlerin aksine daha sönük geçti. Son
yıllarda önemli bir atak yapan genç yönetmenler ülkemizin bu en eski film
festivalinin `rengini` de etkilemişlerdi. Bunda yakın geçmişte görev yapan
jürilerin de cesur davranmasının rolü vardı elbette. Bu yıl hem katılan filmler,
genelde beklenildiği gibi değildi, hem de sayı azdı. Derviş Zaim`in `Filler ve
Çimen`i dışında gerek seyircileri gerekse de eleştirmenleri heyecanlandıran,
beğeni toplayan bir film ne yazık ki yoktu. Jüri de `eski alışkanlıklar`
doğrultusunda karar verip, `klasik`, deyim yerindeyse `baş ağrıtmayacak` bir
filme, `Güle Güle`ye birincilik ödülü vererek, son yıllardaki gidişata bir
anlamda `dur!` demiş oldu ve klasik Yeşilçam çizgisinin sırtını sıvazladı.
Burada şunu da söylemek gerekli. Altın Portakal, `İstanbul`dan uzak olsun` diye
Antalya`da yapılıyor. Başlangıçta böyle bir amaç güdülmüş, ki çok doğru
düşünülmüş. Ama festival hep İstanbul`un, yani Yeşilçam`ın etkisi altında
kalmış, daha doğrusu İstanbul`dan yönetilmeye kalkışılmış. Bu etkilemenin
gölgesi, jüri kararlarına da düşmüş ne yazık ki. Altın Portakal`ın 37 yılına bu
açıdan bakıldığında, küçük bir `skandallar tarihi` bile yazılabilir. Anımsanacak
olursa, son yıllarda İstanbul`daki oyuncu dernekleriyle (ÇASOD, SODER) festival
yönetimi arasında kimi anlaşmazlıklar olmuş, oyuncu dernekleri festivali boykot
etmişlerdi. Bence son yıllardaki en şaibesiz, en cesur, en olumlu kararlar da o
dönemde verildi, genç Türk sinemasının önü açıldı. Antalya`daki festival
komitesinin, oyuncu derneklerinin `restini` görmeli, o yalnızca bize özgü garip
korteji gözden çıkarıp, üstündeki `İstanbul gölgesi`nden kurtulmalı.
Türk Sineması beklenildiği hızda gelişim gösteriyor mu? Dünya sinemasıyla
karşılaştırdığınızda Türk Sineması ne durumda?
Türk sineması gelişiyor, umut vaat ediyor. Kuşkusuz ki bir yıl içinde yapılan
film sayısı, insanı karamsarlığa sevk edecek gibi. Ama tüm dünya sineması
yıllardır bir kriz içinde. Avrupa`da çok güçlü sinema geleneklerine sahip,
İtalya, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler, Hollywood egemenliği altında
neredeyse çökmüş durumdalar ve krizden kurtulmanın yolunu bir türlü
bulamıyorlar. Fransızlar bir ara, `Biz de Hollywood gibi film yapalım, Hollywood
egemenliğini öyle kıralım` dediler, başaramadılar. Türkiye`de ise örneğin `Eşkiya`
gibi bir film, hiç hesapta yokken inanılmaz derecede seyirci topladı, sektöre
canlılık getirdi. Arkasından, beğeniriz beğenmeyiz ayrı konu, ama `Kahpe Bizans`
bu başarıyı tekrarladı, hatta geçti bile. İlginç olan bu `büyük` filmlerin
arasından `Masumiyet`, `Tabutta Rövaşata`, `Kasaba`, `Mayıs Sıkıntısı`, `Gemide`
gibi küçük bütçeli, sanatsal değerleri yüksek filmler de ortaya çıktı.
Son dönem yönetmenlerinden başarılı bulduklarınız kimler?
Son dönemde en beğendiğim, saygı duyduğum, yeni filmlerini merakla beklediğim
yönetmenler olarak Yavuz Turgul`u, Nuri Bilge Ceylan`ı, Zeki Demirkubuz`u,
Derviş Zaim`i sayabilirim.
Film eleştirmenliğine nasıl ve neden başladınız? Sinemayla ilgili özgeçmişiniz
nedir?
Sinema sevgisini çocukluk yıllarında kazandığımı söyleyebilirim. Gerek ailece
seyrettiklerimizden, gerekse de beş yılımı geçirdiğim İzmir`deki Hakimiyet-i
Milliye İlkokulu`nun kütüphanesinde her öğle tatilinde gösterilen, bıkmadan
usanmadan seyrettiğim `Şarlo` filmlerinden ilk `ateşleyiciler` olarak söz
etmeliyim. Ve düşünüyorum da 1970`li yılların başlarında, bir devlet ilkokulunda
öğrencilere böyle bir olanak sağlanması, bugünün koşullarında `inanılmayacak`
kadar ne büyük bir nimetmiş. Nostaljik olmamak elde değil! Sinema üzerine yazmak
ise çok sonraları gerçekleşti. 1984-1989 yılları arasında, üniversite dönemimde
bazı gençlik dergilerinde ve haftalık 2000`e Doğru dergisinde kitap sayfaları
hazırladım. Bu dönem `birikimime` çok şey kattı. Önceleri yalnızca `edebiyat
uyarlaması filmler` hakkında yazmaya başladım, bir yıl kadar sonra `yumuşak
geçiş` yaparak tüm sinema sayfasını hazırlamayı üstlendim. 1989`dan bu yana
düzenli olarak ve asıl mesleğim avukatlığa hiç yüz vermeden, sinema yazarlığı
yapıyorum.
Sinemada Hollywood (daha doğrusu Amerikan) tekeli nasıl kırılabilir?
Hollywood tekelini kırmak (Amerikan sineması demiyorum, çünkü bence Hollywood`un
dışında da bir Amerikan sineması var) için öncelikle devlet iradesi ve kültürel
bir program gerekli. Sinema endüstrisi, silah endüstrisinin ardından, ABD`nin
ikinci gözbebeği niteliğinde. Çok önemli kültürel bir silah ve bu silahın
etkisini kaybetmemesi için, gerektiğinde Başkan düzeyinde yumruklarını masaya
vurabiliyorlar. Bush`un Özal`la görüşmesinde `kota` konusunda söyledikleri
unutulmamıştır sanırım. Bunun ötesinde ABD, karşısında güçlü ulusal sinemalar da
istemiyor. Yani güçlü bir ulusal sinemanız yoksa, ulusal sinemanızı
koruyamıyorsanız, Hollywood tekelini kırmanız da mümkün değil. Ancak son beş
altı yıl içinde dünyada çok ilginç bir gelişme yaşanıyor ki, Türkiye de buna
eklemlenebilir diye düşünüyorum. Çin ve İran sineması, yani Hollywood`un
borusunun ötmediği iki ülke, uluslararası festivallerin karnına ardı ardına
`sert yumruklar` indirip, ödülleri topluyorlar. Bu ülkelerden gelen filmlere
bakın, kendi ülkelerinin gerçeklerini, insanlarını, yerel öykülerini sinemanın
evrensel diliyle anlatmayı başardıklarına tanık olacaksınız. İşte Türkiye`de de
benzer örnekler ortaya konmaya başlandı ama henüz işin çok başındayız ve üzücü
olan bu olumlu gelişmelerin `dağınık` biçimde sergilenmesi.
Türkiye`de sinemanın birçok sorunla cebelleştiğini biliyoruz. Bunlardan en
önemlisi de maliyeti yüksek bir sanat oluşu. Devletin bu anlamda sinemaya bir
katkısı olmuyor mu?
Kültür Bakanlığı`nın cüzzi katkısı dışında devletin sinemaya yaklaşımı başından
itibaren çok soğuk ve mesafeli olmuş ülkemizde. Sanki tuhaf biçimde `gölge
etmemek` istenmiş ama öte yandan da sansürle, yasaklamalarla vb. gelişmenin önü
kesilmeye çalışılmış. Henüz bir `Sinema Yasası`nın bile olmadığı düşünülürse,
devletin katkısının ne olup olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Durum böyle olunca
`sponsor desteği` öne çıkıyor ki, bu da kuşkusuz başka açılardan sakıncalı bir
`bağımlılık` yaratıyor. Çünkü sponsorluk `hayır severlik` değildir, sponsor
`bağış` yapmaz. Verdiği desteğin karşılığını bir biçimde mutlaka almak ister ki
bunun da en basit yolu filmlerdeki `gizli reklamlar`dır. Ünlü bir yönetmenimizin
filminde otomobille giden kahramanların, neden uzun süre bir meşrubat kamyonunu
takip etmek zorunda kaldıklarını anlamak hiç de zor değil sanırım.
Sinema eleştirmenleri arasından sivri dilliniz ile ayrılıyorsunuz,
eleştirmenlerin beğenmediği bazı filmlere öyle bakış açıları yaratıyorsunuz ki o
filmi birden seviveriyoruz, şaşırtıcısınız. Ya da şöyle diyelim eleştirileri
kraterleriniz var mı? Sezgilerinizi kullanır mısınız?
Zaman zaman gerek övgü, gerekse de tepkisel anlamda `sivri dilli` olduğum
söylenir. Ama hiçbir yazıyı `sivrilik` olsun diye yazmıyorum elbette. Bir filmi
seyrederken, kendimi öncelikle iyi bir sinemasever gibi hissetmeye çalışıyorum.
Bir seyirci, (hele de bizler gibi bedava film izleme şansı olmayanlar!) iyi
zaman geçirmek, çeşitli açılardan `doyuma ulaşmak`, aptal yerine konmamak vb.
ister. Türü ne olursa olsun, bir filmden öncelikle ben de aynı şeyleri talep
ediyorum. Hakkında yazarken de beyazperdede gördüklerimle kendi
estetik-ideolojik-politik-kültürel tercihlerimi karşılaştırıyorum. Belki
yeterince `sivri dilli` değilim ama herkese mavi boncuk dağıtan, kimseyle `kötü
olmamaya` dikkat eden `tatlı su eleştirmenlerinden` biri olmadığım da kesin. Bu
durum tabii ki bazı `sinemacıların` hoşuna gitmiyor. Kimi yönetmenlerin ben ve
bazı eleştirmenler hakkında hiç iyi şeyler dilemediklerini biliyorum. Bazı film
şirketleri, reklamları keserek gazete yönetimini baskı altına almaya çalıştılar,
yoğun şikayetlerde bulundular. Bazı salonların müdürlerinin `kara listesi`ne
girmiş durumdayım. Ancak beş yılı aşkın süredir çalıştığım Radikal gazetesiyle
aramda buna ilişkin herhangi bir sorun yaşanmadığını açık yüreklilikle
belirtmeliyim.
Türkiye`de oldukça genç bir sinema izleyicisi var. Ancak Hollywood filmleri ile
sinema ile tanışan bu izleyici kitlesine "gerçek sinema izleyicisi" diyebilir
miyiz? Siz yazılarınızı yazarken aynı zamanda insanları yönlendiriyorsunuz buna
göre bir eleştirmen nasıl olmalı?
Genç seyirci kitlesi, çok yoğun biçimde popüler kültürün, `gelip geçiciliğin`
etkisi altında. Büyük çoğunluğu, yeterince araştırıcı, kuşkucu ve meraklı değil.
Elbette ki `frekans tutturduğumuz` genç seyirciler, okurlar da var ama genel
eğilim açısından bakarsak, onların gözünde `ideal eleştirmen` olmadığımı
biliyorum. Ayrıca ben sinema eleştirisinde Anglo-Sakson tarzını pek
benimsemiyorum. Yani, belli bir şablon dahilinde, `beğendim, beğenmedim`
kalıplarından öteye geçmeyen, `yıldız sistemi` eleştirisine pek sıcak
bakmıyorum. Eleştirisi yazısı, bence, edebiyata, özellikle de deneme türüne
yakındır ve bir `metin` olarak da başlı başına değer taşımalıdır. Tıpkı film
gibi, film eleştirisi de yeni bir düşünsel üretime olanak sağlamalıdır. Bu
çabayı göze alanlar, yorumlarıma katılmasalar da yazılarımı algılıyorlar,
düşüncelerini iletiyorlar. Diğerleri ise yolda gördüklerinde, `Yine bir filmi
katletmeye gidiyor` diye düşünüyorlar!