Sorular kafamın içinde bir kez daha dönüp duruyor:
• Görüntüde, teknikte, ışıkta, oyunculukta, senaryo tekniğinde yetkinlik bir
filmin “iyi” olması için yeterli midir?
• İyi film nedir?
• “İyi film” ile “sinema sanatı ürünü olarak film” arasındaki ilişki nedir?
Dahası, bir ilişki var mıdır?
• Çok izleyici çeken film ille de “iyi film” sayılmalı mıdır?
• Tarihsel bir filmin tarihsel olguları bozmaya ne denli hakkı vardır?
• “Uyarlama” nedir, “esinlenme” nedir?
Filmi izlemişseniz anlamış olmalısınız, Wolfgang Peterson’un “Troy/Truva”
filminden söz etmeye çalışıyorum.
Sorulardan yazıya yer kalması için kendimi tutmam gerekecek.
“Troy”un teknik yetkinliği, bir Hollywood yapımı olarak kuşku götürmüyor. Işığı,
görüntü efektleri, uçan kameralar, bilgisayar desteği, fotoğraf kalitesi…
Kan!.. Ne bir damla eksik, ne bir damla fazla… İsteğe göre programlanmış günümüz
insanının – android mi demeliyim – tam istediği kadar…
Senaryoda, kurguda, Hollywood’un Walt Disney’den bu yana geliştirdiği “izleyici
çekme özellikleri”: hızlı anlatım… kısa çekimler, hızlı kurgu… Sıkılmanıza izin
vermeyecek kısa sekanslar…
Oyunculuk… Doğrusu diyecek yok. Matematik bir doğrulukla oturtulmuş… Bratt Pitt,
çok iyi bir oyuncu değil ama, son yılların modası, gözdesi… Yaşamının en ince
ayrıntıları kafamıza kakılıp duran yakışıklı yıldız… Ve onu el üstünde tutan
ötekiler… Bir yanda sinemanın büyükleri, Peter O’Toole’un delici mavi bakışları
ve yıllar içinden gelen “mihrap yerinde” Julie Christie, öte yanda yeniler…
Bildik bir ad, bildik bir tarih, bildik bir öykü… Tarihinin şimdiki döneminde
okumaya ara vermiş dünyalının merak ettiği ama okumaya bir türlü cesaret
edemediği koca Homeros Destanı: İlyada… Neredeyse son bir yıldır, çeşitli
biçimlerde karşılığı “ödenerek” yazdırılan gazeteler, avaz avaz bağırtılan
televizyonlar, radyolar… Bu yeni Brad Pitt filminin bıkmadan usanmadan
“tanıtıyorlar(!)”…
Tanıtım bütçesi, yapım maliyetini geçmiş olmalı!..
Doğal ki, en yüksek sayıda izleyiciyi çekmek için…
Bitirilmiş, yaldızlanmış, ambalajlanmış ve Göbbels’in başlattığı propaganda
tekniklerinin 70 yıl sonraki en gelişkinleri kullanılarak “Halkla İlişkiler”i
yapılmış, tanıtılmış, piyasa talebi oluşturulmuş…
E, bundan iyisi can sağlığı…
İzleyici de eşşek değil ya… Gidip izliyor tabii…
Yani film para kazanıyor… Öyle görünüyor ki kazanacak da…
Peki yıllar içinde geleceğe kalacak mı? Sinema tarihindeki başka filmlere
bakarsak, bugün hâlâ izleyici karşısına utanmadan çıkarılabilen filmlerin ilk
yapım yıllarında bu denli tecimsel başarı kazanmadıklarını, dahası, kimisinin
yapımcısını iflasa sürükleyecek denli başarısızlığa uğradığını görüyoruz.
İşte Orson Welles’in “Citizen Kane”i...
“Yurttaş Kane” sinema tarihinin miladıdır. Kendinden önce gelen arkaik dili
aşmış ilk filmdir. Belki yeni bir buluşu yoktur, kullandığı anlatım ögelerinin
büyük çoğunluğu kendinden önce kullanılmıştır, ama onları yeni bir sentezle
birleştirmiş ve yeni bir sinema dili oluşturmayı başarmıştır.
Kane sonrası sinema Kane diliyle konuşur.
Yapılmasından bugüne 63 yıl geçmiş olmasına karşın televizyon kanallarında, film
festivallerinde, özel gösterimlerde hâlâ gösterilmektedir, izleyicisi hep
olmuştur.
1941 yılında yapıldı ve tanıtımı o yıllara göre çok başarılıydı. Buna karşın
koca bir gişe başarısızlığı ile karşı karşıya kaldı, sinema dahisi yönetmenin
yıllarca yeni film çekebilmek için oyunculuk yapmak zorunda kalmasına, şansını
Avrupa’da denemesine yol açtı.
Chaplin filmleri de ilginçtir. 1910’lardan 1940’daki “The Great Dictator/Büyük
Diktatör” filmine değin büyük bir başarıyla izlenmektedir. Ama gişe başarısı
için yapıldığı anlaşılan “Monsieur Verdoux (1947)”, “Limelight/Sahne
Işıkları(1952)”, “King in New York/New York’da bir Kral(1957)” ve “A Countess
from Hong Kong/Hong Kong’lu Kontes(1967)” aynı kalıcılığı yakalayamadı.
Sinema tarihinde hem belli oranda gişe başarısı, hem de kalıcılığı yakalayabilen
filmler olmuştur. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası, gerçeküstücü
sinemanın ustası Luis Bunuel’in kimi filmleri böyledir.
Ancak bu filmler, tecimselliği öne önde tutan bir yapıda değildir. Yaşanmakta
olan kültür, kendiliğinden sinemayla sokaktaki insanın aynı noktada çakışmasını
doğurmuştur. Sinema, yaşanmakta olan kültüre yönelmiştir.
Amerikan Sineması (Hollywood), Walt Disney’le başlayan tecimsel film üretme
çabasını, gelişen “Halkla İlişkiler” bilim(!)iyle iç içe yeni alanlara
yöneltmiş, sermaye politikalarına koşut, kendi izleyicisini kendi denetimi
altında yetiştirmiştir. Bu tutum, “boş-kafa” tüketici oluşturmaya yaradığı için,
büyük sermayenin de katkısı, desteği, dahası isteği üzerine oluşmuştur. ABD
devlet yönetimi ile Hollywood’a verilen destek sonucunda sokaktaki insanın konu
edilmesi engellenmiş, sinema, bir yandan kendi yetiştirdiği “boş-kafa”
izleyiciye yönelik filmleri yapmak üzere örgütlenirken öte yandan bu izleyiciyi
sermayeye en uygun gelecek biçimde “tüketici” olarak yetiştirmiştir.
Hollywood, bugünkü tutumuyla, canlı, kalıcı sinema yapıtları değil, bilim-kurgu
çağına(!) uygun, yapay, sinema benzeri, yetkin ama cansız androidler
üretmektedir.
Gerçek sinemanın savaşımı, bütün sanatlarda olduğu gibi, kâr ölçütünün artık
olmayacağı gelecek kuşaklara canlı, sağlıklı sinema sanatını aktarma çabasıdır.
Her sinema yapıtının kendi başına bağımsız bir kişiliği vardır. Bu kişilik,
yönetmenin canlılığını taşır, yaşantılarını aktarır. Üretim teknolojileriyle,
birbirinin aynı çözümlerle üretilir, dizgeye gelir bir şey değildir. Her gerçek
sinema yapıtı, bütünüyle kendine özgü sorunlardan oluşur, bunların tek tek büyük
bir sabırla çözülmesi gerekir. Bu çok öznel sorunlar, standartlaşmış çözümleri
üretmekte olan bir dizge tarafından değil, anlatma isteğine uygun olarak,
yalnızca yaratıcının kendisi tarafından çözülebilir.
Belki bir sanayi dalının üretimleri gibi hatasız, eksiksiz olmaz ama sinema
“yapıt”ını oluşturan bunlardır. Geleceğe taşınabilecek ürünler de ancak böyle
bir ortamda doğar.
Hollywood’dan dünyaya yayılan sinema sanayii(!), yeni Hitchcock’lar yaratmaya
izin vermez; Hitchcock’ların özgür anlatım olanağı bulmasını istemez.
Bu yüzden de artık Hollywood tarzı filmlerin yönetmenlerinin adını bilmemize
gerek kalmamıştır. Bizimle paylaşacakları bir şey yoktur, yalnızca bize
anlatacakları ve karşılığında geçimlerini sağlayacakları “şey”ler oluştururlar.
Anlattıklarının tümü sahtedir. Tek vuruş için planlanır, vurur, anlatacağını
anlatır, kâr eder, tükenir. “İnsan”a ulaşma”, “insanla paylaşma”, “kalıcılık”
gibi bir amaçları yoktur. Bu arada kültür tarihindeki nice Homeros’lar bu
vuruşlar için manca (köpek maması) edilir, edilmiştir.
Bugün Hollywood’un üretimi, hızla tüketilip yenilerine gerekseme duyuracak ve
gelir akışını sürekli kılacak “meta” üretimidir.
İşte bu nedenle “Troy” filminde Homeros’un İlyada’sı da, tarihsel gerçekler de
saptırılmıştır. 3200 yıl önceki olaylar bugünkü toplumsal değerlerle ölçülmeye,
bugünkü değerlerle anlaşılmaya çalışılmaktadır. Akhalar, bugünün Yunanlıları
gibi gösterilmeye çalışılmakta ve savaş, yurt sevgisi(!) ile, “bir başka ülkede”
yurtları için savaşan kahramanlar izlenimi oluşturmak üzere anlatılmakta, “yurt
sevgisi” ve “Yunan ulusu” sözleri, bastıra bastıra vurgulanmakta,
yinelenmektedir.
Günümüzde dünya kültürü, ulusların yok olma sürecini yaşamaktadır. Oysa “Troy”
filminin sürükleyiciliği altına saklanan, bu dünyada binlerce yıldır ulusların
var olduğu, insanların vatan sevgisi ve vatana hizmet isteğiyle yaşadığı
duygusudur. Daha önemlisi, başka ulusların topraklarında da kendi ulusunun
çıkarlarını arayanların “yurtseverler olduğu(!)” duygusunun yaratılmasıdır.
Dikkat edilirse bu filmle de sermaye sineması, ABD aracılığıyla uygulamakta
olduğu politikaları desteklemek için “halkla ilişkiler”(!)ini uygulamaktadır.
Bunun ayırdına varmak o denli zor değildir, yeter ki Hollywood sinema sanayiinin
oluşturmaya çalıştığı illüzyondan kurtulalım.
Troya savaşının olduğu varsayılan M.Ö. 1250 yıllarına dikkatlice bakarsak,
Hellenistan’da ve Anadolu’da tek tek kent devletleri görürüz. Hellen kentlerinde
yaşayanlar “ulus” değildir; hele filmde gösterildiği gibi birleşmiş “Yunan
ulusu” hiç değildir. Kültürleri birbirinden farklı olan Akhalar’dır. Her birinin
birbirinden ayrı ve akraba bile olsalar zaman zaman birbirleriyle savaşmakta
olan kralları vardır. Yönetilenler ise ya krala akraba, kral yakını, yani
aristokrat, ya da köledir.
Dünya kültürüne ulus bilinci, “ulus” kavramıyla birlikte yaklaşık 3000 yıl sonra
girecektir. Troya savaşının olduğu dönemde savaşlar tutsak edinmek ve
zenginlikleri ulus adına değil, kral adına ele geçirmek için yapılır. Savaşanlar
kralların kullarıdır. Kral da tanrı adına insanları kolayca ölüme sürme
yetkisine ve hakkına sahiptir.
Yani Troya savaşı, Anadolu’yu ele geçirmek ve zenginliklerini sömürmek için
birleşmiş Akha krallarının çıkar saldırısı, karşılık olarak da Anadolu’nun köle
olmamak için kendini savunmasıdır.
Homeros’un İlyada’sında bunu açıkça görebiliriz. Troya savunmasında filmde
görüldüğü gibi yalnız Troyalılar değil, bütün Anadolu’lular, Amazonlardan
Likyalılara, Frigyalılardan Trakyalılara görev almıştır.
İlyada’ya aykırı pek çok şey var filmde. Oysa İlyada’dan alıntılandığı savı çok
belirgin. Yani sevgili Alin Taşçıyan’ın söylediği gibi kolayca “esinlenme”
diyemeyeceğimiz denli belirgin.
Önce, tanrılar neden devre dışı kalmış anlaşılamıyor. Böylece pek çok olay
havada kalıyor: Savaş becerisi hiç olmayan Paris’in, Akhilleus’u, hem de tam
topuğundan vurması yalnızca bir rastlantı mıdır?
Akhilleus’un İlyada’ya göre çok daha önce, surlar üzerinden Paris’in attığı okla
ölmesi gerekmiyor mu? Neden tahta atla kente girenlerin arasında? Ve neden daha
sonra, Troya yakılıp yıkıldığında, tam kazanmışken ölüyor?
Filmde görünen tek tanrı Akhilleus’un anası Tanrıça Thetis’tir. Onun da bir
tanrıça olduğu anlaşılmaz. Bu durumda Thetis, yalnızca herhangi bir ana olarak
kalır. Oysa İlyada’da oğlu ile arasında gerçekten tanrıçalara yakışacak ana-oğul
ilişkileri vardır.
Dostunu öldürmesi ve savaş elbiselerini almasıyla Akhilleus’un Hektor’a karşı
gazabı, onun kişiliğinde altı çizilen zorbalığın göstergesidir. Anası Thetis’ten
yardım istemesi, el sanatlarının büyük ustası demirci tanrı Hephaistos’un
yaptığı o inanılmaz canlı kalkan, neredeyse kopartılmış, atılmıştır.
Akhilleus’un zorbalığı, Briseis ile olan aşk ilişkisiyle örtülmüş, Hollywood
tarzı bir aşka dönüştürülmeye çalışılmıştır. Duygusallığın gücünü artırmak için
olmalı, güzel cariye, Troya kral soylu olarak sunulmuştur.
Ancak yalnızca bu değil, İlyada’yı İlyada yapan bütün insanca ilişkiler
tırpanlanmış, yok edilmiştir. Ne Priamos’la karısı Hekabe’nin oğulları ile
arasındaki ilişki, ne de Hektor’la karısı Andromakhe arasındaki sevgi, Homeros’a
yakışacak sıcaklıkta ortaya çıkarılmıştır.
“Troy” filminin izleyiciden esirgediği ve İlyada’nın dünyanın ilk aşk şiiri
sayılan bu ünlü bölümünü buraya almak iyi olacak.
Hektor, öleceği kavgayı vermek üzere Akhilleus’un karşısına çıkmaya gitmektedir.
Andromakhe, kocasına, bu durumdaki bir kadın bugün nasıl seslenirse, tam 3250
yıl önce, öyle sesleniyor:
Ah kocacığım, bu hırs yiyecek seni,
yavruna, talihsiz karına hiç acıman yok,
dul kalmama biliyorsun az gün var,
Akha’lar üstüne saldırıp öldürecekler seni.
Sensiz kalmaktansa toprak yutsun beni.
Benim senden başka dayanağım yok Hektor,
alıp götürdüğü zaman ölüm seni
yalnız acılar kalacak bana.
Ne babam var benim ne ulu anam…
Sen bana bir babasın Hektor,
ulu anamsın benim kardeşimsin,
arkadaşısın sıcak döşeğimin.
Burada, kalede kal acı bana,
yetim koma yavrumuzu, karını dul koma.
(Çeviri : Azra Erhat, A. Kadir)
Homeros’un, yerli yerinde ve uygun bir duyarlıkla Priamos’un Akhilleus’tan
oğlunun cenazesini isteme konuşması salya sümük yalvarmaya dönüştürülmüştür.
Üstelik Akha ordularının içinden nasıl geçip geldiğini yalnızca oraları çok iyi
bilmesiyle açıklayarak!...
Efsaneye göre, Troya’nın yıkılmasında bütün erkeklerin ölmüş olması gerekir.
Yalnızca bazı kadınlar kalır, onlar da savaş tutsağı, yani köle ve cariye
olacaklardır. Ama Hollywood’un “happy-end” kaygısı burada da görülmekte,
kimilerinin efsanede hiç olmayan gizli bir tünelle kaçmaları sağlanmaktadır.
Paris neden o ana değin hiç ortalarda olmayan Aineias’a, Troya’nın krallık
kılıcını vermektedir? Üstelik öyküde böyle yapay bir kılıç da yoktur. Öyküyü
bütünleyebilmek için ortadan kaldırılan tanrıların yerine bu kılıcın konmuş
olduğu anlaşılıyor.
Özgün öyküye göre Aineias’ın babası, Troya kral soyundandır. Anası, sevişme
tanrıçası Aphrodite’dir ve Aineias, tanrılar tarafından Troya Kral soyunu
sürdürmekle görevlendirilmiştir. Virgilius’un Aineias destanına göre Troya’nın
yıkılmasından sonra gidip Roma’yı kuracaktır.
Öykü, insanın derinliklerine dalan Homeros destanı olmaktan çıkarılmış, yüzeysel
bir aksiyon filmine dönüştürülmüştür.
Bu, İlyada’nın başına ilk kez gelmiyor. Daha önce de Anadolu’yu gereğinden fazla
savunduğundan olmalı zorba Hellenlerce bozulduğu söylenir.
Zorbalar dünyamızın her döneminde “yaşayan kültür”den korkuyorlar anlaşılan!..