Biz, kendine “belgeselci” diyenler, ne yapmak istiyoruz?
Amacımız yalnızca gidip bir toplum ya da doğa olayının; ya da ne bileyim,
tarihsel bir kalıntıya ilişkin bilginin sonraki kuşaklara aktarılması için
belgelenmesi midir?
Ya da bir kurulusu tanıtmak, fabrikanın çalışanlarına eğitim vermek, bilimsel
bir deneyi ya da gözlemi asama asama belgelemek mıdır?
Elimizdeki pelikül ya da manyetik bant bu ise de yarar elbette... Ama ortaya
çıkan ürün sinema olur mu?
Daha önemlisi: Sinema olmalı mıdır?
Peki, “Sinema nedir?”
Kitle iletişim araçlarının tümü onları oluşturan teknolojinin gelişmesi ile
ortaya çıkmış ve çıktığı anda da kendisiyle birlikte bir sanat dalı
oluşturmuştur.
Bunların sonuncusu sinemadır.
Sinema, Sermaye’nin, sanat yapıtlarının yaygınlaşmasını henüz engelleyemediği
bir donemde ortaya çıktığı için “sanat” olarak gelişme şansı bulmuştur. Ama çok
kısa bir süre sonra ortaya çıkmış olan Radyo ve Televizyon, birer sanat dili
olarak gelişememiştir. Radyo ve televizyonun sanat diline dönüşmesi özenle
engellenmiştir.
Çünkü sanat dillerinin yaygınlaşıp genişlemesi ile sanat izleyicisi, tüketim
ekonomisinin hedefindeki yapay insandan uzaklaşmaktadır.
Oysa 20. Yüzyılın özellikle ikinci yarısında sermayenin çabası, kitle iletişim
araçlarını kullanarak kendisine “tüketici” yetiştirme çabasıdır.
Kitle iletişim araçlarını kullanan bu iki yapı arasında göze görünmez bir savaş
başlamıştır. Daha doğru bir deyişle, kendi çizgisinde yürümekte olan “sanat”
bütün dallarında sermayenin saldırısına ve istilasına uğramıştır. Böylece
sermaye, bir yandan tüketici potansiyeli gördüğü sanat evreninin insanlarını
tüketim evrenine çekebilmekte, öte yandan sanat yapıtı görünümlü Troya atlarıyla
bütün dünyada cirit atmaktadır.
Sermaye, devleti tam olarak elinde tuttuğu ABD’de sanatı bütünüyle ele geçirmiş
ve “kuzu postuna bürünmüş kurt” kılığıyla, “sanatmis gibi görünerek” karşımıza
çıkmaya başlamıştır.
Var olan sanatlar “tanıtım” ürünlerine dönüşmüştür... Önüne gelenin, Jekond’unu
reklam olarak kullandığını görse Leonardo ustanın ne düşüneceği kimsenin
umurunda değil...
Sinema ürünlerinin, devlet politikalarını yaygınlaştırma aracı durumuna
getirildiğini ABD insanı ayrımsayamamaktadır.
İşte günümüzde yaygınlaşmakta ve bir kanser uru gibi dünyayı sarmakta olan süreç
budur.
Simdi donelim, sorularımızı yineleyelim:
Nedir “sanat”, nedir “sinema”?
Belgeselciler Birliği 1. Ulusal Konferansı’nda yontucu Necdet Sumer’den bir
alıntı ile bunu açıklamaya çalışmıştım. Simdi yine bu kolaylığa başvuracağım.
Yeni bir yazısında diyor ki Necdet Sumer:
Sanatsal etkinlik insana özgü yaşantıları iletebilir ve başkalarınca da hep
yeniden yaşanılabilir kılmak üzere, bu yaşantılara duyu-algi yetileriyle
algılanabilir bir biçim kazandırma etkinliğidir.
Eğer “sinema”nin, sermaye tarafından kullanılmasına ve “yapay insan”,
“gereginden çok tüketen yapay tüketici” oluşturmasına razı değilsek, bütün
sanatların, dolayısıyla da sinemanın yaşantılarımızı ileten ve başkalarınca da
yaşanılmış kılan bir etkinlik olarak sürmesini sağlamalıyız.
En olmaz denen konuya bile “ben”in yaşantısı yüklenebilir. Ama “ben” buna
gerekseme duyarsa...
Gerçek sanatçı, iste böyle bir “ben”dir.
Gerekseme ise, sinema olsun olmasın bütün sanat dillerinin çok iyi izleyicisi
olmakla, sanat evreninin içinde yasamakla olanaklıdır. Yaratıcı, kendi yaratım
surecinden çok daha fazlasını yaratıcılar evreninde, başka yaratıcıları ve
onların yaratılarını izleyerek geçirmek durumundadır.
Biliyorum, elimizdeki araç, sermayeye gerek duyuyor. Ama onu üretecek olan da
biziz. Öyleyse Belgesel Sinemacılar Birliği, sermayeye büsbütün teslim olmama
işlevini de üstlenmelidir.
II
Ekin tarihinde Apollon, gün tanrıydı, evrensel usun nurlarını o yağdırırdı...
“Doğrular”, “doğru araştırmaları”, yani din, bilim ve felsefe onun
yaratısıdır... Onun gerçekleri yalnizca “bulunabilir gerçek” özelliği taşır.
Yani verilmiştir, bize yalnızca “bulmak” kalır.
Oysa Dionysos, coşku dünyamızın tanrısı olarak, kendi coşkularımızı yaratmamız
için bize alabildiğine özgürlük tanır. Başka “ben”lerle paylaşmaya çalıştığımız
şey, bu yaratılardır.
Dionysos’un dünyasında, kendi evreninin tanrısı, “coşku” evreninde alabildiğine
üreten “ben”dir... Apollon evreninin ana kavramı olan “gercek”ler, “verilmis”
olmasına karşın Dionysos evreninde “ben”, kendi “guzel”lerini belirleyebilendir.
Tek tanrılı dinlerin tanrısının yaratıcılığı, Dionysos evrenindeki bu
yaratıcılığın genellenmesinden başka nedir ki?
İşte “ben”in yaratıcılığı bu kavramlarla olanaklıdır, yaşantıların dünyası olan,
Sanat’ın evreni bu dünyadır.
Belgeselcinin güçlüğü de tam bu noktada ortaya çıkar... Apollonien bir
“gercekler dünyası”nın verileriyle nasıl olup da Dionisiak bir “ben dünyası”nı
paylaşabilecek ortaklar aranabilecek, dahası, nasıl olup da bulunabilecektir?
Kurmaca bir filmde istediğim gibi kendimi anlatma özgürlüğüne sahibim. Öyküyü
ben kuruyorum... Öykü gerçeklerden alınmış bile olsa onu almayı ben seçtim. Yani
kendimi anlatmaya uygunsa aldım. Üstelik ayrıntıda ya da bütününde istediğim
gibi değişiklik yapma, kendime uyarlama hakkına da sahibim...
Oysa belgeselde, yalnızca konumu seçme hakkim var... O da ne denli varsa –
piyasa zorlamaları, bürokrasi yönlendirmeleri, güvenlik yasaklamaları ne denli
izin verirse...
Peki ama belgesel yönetmeni ne yapsın? Onun elinde gerçeklerden başka
kullanabileceği malzeme yok. Bu durumda kendini anlatma şansı da mi yok?..
Belgesel sinema için bir açıdan şans, bir açıdan şanssızlık bu...
İzleyicinin sizin anlattıklarınızın büyüsüne kapılıp “ben”i hiç duymama
olasılığı var. Yani “ben” diyelim ki Kızılırmak'ı anlatmaya çalışırken
gökyüzünden geçen bir kuşun kartal olup olmadığına dikkat etmek gibi...
Şans, çünkü zaten “ben”imle paylaşacak bir şeyi olmayanın önüne koyacak başka
bir şeyim var...
Şanssızlık, çünkü anlatacağı hiç bir şeyi olmayan ve yalnızca satılacak bir meta
üreterek belgesel sinema yaptığını savlayanlarla ayni kefede
değerlendirilirsiniz. Dahası belki toplumun çok geniş kesimi, belgeseli şip-şak
fotoğraf gibi yalnızca karşıdaki insanin sakalını bıyığını yerli yerinde
gösterecek fotoğrafa benzetir. Bu durumda kameranın arkasındaki belgesel
yönetmeninin hiç bir önemi yoktur.
Yine dahası, belgesel yaptığı savındaki kimi kişilerin de kendilerini benzer bir
şip-şakçılık isiyle görevlendirmeleridir. Bu durumda da yönetmenin teknisyenlik
dışında bir işi yoktur.
Gerçek belgesel yönetmeni ile şip-şakcı yönetmenlerin birbirinden ayrılmasına
şiddetle gerek vardır.
Bu sınırları koyduktan sonra, bir belgesel yönetmeninin de 20. Yüzyılda yasayan
bütün öteki sanatçılar gibi Dışavurumcu (expressionist) bir temelden yola
çıktığının bilincinde olması gereğinden söz edilmelidir. Disavurumculuk özlerin
betimlenmesine dayalı bir sanat görüşüdür. Özler sanatçının idealleridir. Yani
sanatçı, ürününde kendi yarattığı evreni betimler.
Peki, belgeselin malzemesi olan diş evrenle sanatçının yarattığı “oz”ler birbiri
ile nasıl örtüşecek?
Dış dünyadaki “tekil”ler, “oz”ler evrenindeki “tumel”lerin tek tek örnekleridir.
Bunlardan yola çıkarak “oz”lere varma şansı, kurmaca dünyaya göre çok daha
yüksektir.
Kurmaca dünya, “ben”in dünyasındaki özlerden çıkarılmış bir sonuçtur.
Oysa “ben”in evrenindeki “oz”ler, dış dünyadaki tekillerden “ben” tarafından
oluşturulmuştur.
Belgesel sinemacı ayni yolu izleyerek “ben”in evrenindeki o özlere ulaşma,
doğrudan yakalama şansına sahiptir.
Belgesel Sinemacılar Birliği belki bu konuda üyeler arasındaki görüş
farklılıklarından ötürü “resmi bir görüş” sahibi olamaz; dahası belki
olmamalıdır da... Ama bugüne değin yaptığı gibi bir tartışma platformu oluşturup
canlı tutmayı sürdürmesi ülkemizde belgesel sinemanın geleceği açısından büyük
umutlar vermektedir. Bütün bu tartışma ve konuşmaların oluşturduğu alan gelecek
kuşakların düşünme, tartışma ve kendini oluşturacak potansiyeli
kullanabilmelerine olanak vermektedir.
İşte yel değirmenleri!..
İşte Sancho Panza!.. İşte Rosinante!..
Savaşmaktan başka çaremiz var mi?..