Sinema estetiği ya da sinema kuramları denildiğinde, genellikle üzerinde
ilerlenmeye çalışılan alanı Hollywood sineması ile Avrupa sineması
oluşturmaktadır; bunların dışında kuşkusuz Japon sineması, Latin Amerika
sineması ve günümüzde İran sineması gibi sinemalar da söz konusudur. Ancak ilk
ikisi fazlası ile belirleyici olmuşlar ve bunu da halen sürdürmektedirler.
Burada da bu iki alan (coğrafya) göz önünde tutularak, özellikle 2000'li yıllara
girmiş olduğumuz şu günlerde, yeni bir estetiğin yaratılıp yaratılamayacağı
genel hatları ile tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır. Bu tartışma
konusunun merkezinde ise, tabii ki Özdeşleşme kavramı yer alacaktır.
Bugün hem ABD'de hem de Avrupa'da pek çok ilgi çekici yönetmenle karşılaşmayı
sürdürüyoruz ve kuşkusuz bunların bir kısmı da ne Hollywood'un ne de Avrupa'nın
içinde (Crononberg gibi); ancak gerçekleştirdikleri filmleri kendi bağlamımıza
oturtmakta da bir sakınca görünmüyor. Bu ilgi çekici yönetmenler kuşağı
arasında, hepsi birbirinden çok farklı olmakla beraber Crononberg, Haneke, Trier,
Lynch, Fincher (özellikle "Fight Club" filmi ile), Egoyan, Angelopoulos, inatla
ilgi çekmeyi başaran Spielberg, Roy Andersson gibi yönetmenler sayılabilir.
Listeyi fazlası ile uzatabilirsek de konumuz bu değil, daha çok geçmişle bu gün
arasında bir kırılma noktası olup olmadığını yakalamaya çalışmak ve bugünkü
sinemanın ayakları üzerinde durduğu zemini bir nebze olsun saptayabilmektir. Bu
yüzden geçmişle karşılaştırmalı bir perspektiften ilerlemeye çalışmak belki
ilginç sonuçlar verebilecektir.
Bunun için üç nokta saptamayı ve bu noktalardan temellenerek bazı örnek filmler
üzerinden yürümeye çalışacağız: Bunlardan ilki anlatı (narrative) sineması
bağlamında Hitchcock ile Spielberg arasında bir karşılaştırma olarak kurulacak;
bu yönetmenlerin seçilmesinin nedeni ise klasik anlatı sinemasının seyirci
üzerindeki yönlendirici etkisinde ikisinin de gösterdiği duyarlılık, filmlerinin
ele aldıkları öyküleri doğallaştırıp rasyonalize etmedeki inanılmaz
yetenekleridir. Bunları ileride açacağız.İkincisi ise bu üç nokta arasında
gerçekte en merkezi öneme sahip olanıdır; modernist sinema arasından pek çok
örnek seçilebilir kuşkusuz, buradaki yönetmenlerin hepsi birbirinden ilgi
çekicidir; örneğin Antonioni sinemasını Resnais'e tercih etmenin sebepleri büyük
oranda kişiseldir, yoksa birisinin diğerinden daha fazlasının vaat etmesi değil;
ancak tüm bunların içinden Godard ayrı bir yer tutar ve gerçekten daha fazlasını
ifade eder; bunun tek nedeni vardır o da sinemasının devrim ile olan bağlantı
noktalarıdır, bu özellikle Latin sinemasının yaptığı gibi devrimci bir sinema
yapmaya çalışmak değildir ama daha çok devrim için ve belki de Sürrealistlerin
söylediği gibi "devrimin hizmetinde" bir sinema yapmak demektir. Godard
sinemasından özellikle "Masculin Feminin"i seçtik, çünkü bu film örneğin "Tout
va Bien" den çok daha fazla günümüze denk düşüyor; bu karşısına koyacağımız
yönetmene biraz alan açabilmek için yapılmış bir hamledir (tuzağa düşürmek diye
de değerlendirilebilir). "Masculin Féminin" filmini çektiği söylev düzeyinde bu
gün gerçekleştirebilmek mümkündür ve bunun nesnel zeminleri vardır, ama görülen
odur ki bu film sadece biçim düzeyinde sürdürülmektedir. Film fazlası ile
Brechtyen öğeler taşıyor ve günümüzde de bunlara rastlamayı sürdürüyoruz:
örneğin "Fight Club" filminde, örneğin Haneke'de. Bizde Godard'ın karşısına
Haneke'nin burjuvaziye açıktan ya da örtülü olarak saldırdığı "Funny Games"
filmi ile "Piyanist" filmini koyacağız. Ve tüm bunları içinden sinemanın nereye
gitmekte olduğuna bakacağız. Son olarak ise çoğu zaman bir tür oluşturup
oluşturmadığında karasız kalınan, hem klasik anlatı sinemasına hem de yer yer
modernist sinemaya eğilimi ve sürekli tedirgin edici atmosferi ile ilgi çeken
film noir üzerine ve de bu türün klasikleri arasında yer alan Wilder'ın "Çifte
Tazminat" filmi, Polanski'nin "Çin Mahallesi" ile günümüzde çoğu kez
postmodernizm ile ilişkilendirilen (metnin içinde değinileceği üzere bununla
uzaktan yakından bir ilgisi olmayan) ve aslında "geç modernizm" olarak
adlandırılabilecek Lynch'in "Kayıp Otoban" filmi arasında kurulacaktır.
Bilinçsiz Özdeşleşme- Bilinçli Gözden Kaçırma
Sinemanın İkinci Dünya Savaşına kadar olan dönemi ile, bu savaştan sonra
yaklaşık 1970'li yılların ortalarına değin süren dönemi arasında bir değişimi
gösterebilmek mümkündür; her ne kadar bu değişim buradaki asıl konumuz değilse
de şu nokta belki de aydınlatıcı olabilecektir. 1940'lara kadar sinemadaki
modernist hareket, diğer sanatlardakine fazlası ile bağlıydı; Bunuel'in
gerçeküstücülüğü, Sovyet Sinemasındaki konstrüktivist ya da fütürist eğilim,
Fransız empresyonist, avant-garde sineması ve de Alman ekspresyonist sineması.
Oysa ki 1950'lerle beraber sinema kendi çizgisini yakaladı ve bu noktada diğer
sanatlardaki modernist, avant-garde eğilimler de son bulmaktaydı. Bu dönem,
sinemanın kendi doğası üzerinde düşünme ve olanaklarını en ileri boyuta taşımaya
çalışma dönemiydi.
Dönemi belirleyen pek çok özellik toplumsal yapının kendi içerisinden
çıkartılabilir; şehir yaşamı, orta sınıfların yükselişi ve kayıtsızlıkları, "varoluşçuluk",
savaş karşıtı hareketler, tüketimin hızla artan örgütlenişi, Kitle İletişim
Araçlarının günden güne artan etkinliği vb... ancak daha ilgi çekici olanı
1950'ler sonrası modernist Avrupa Sinemasının 1940'lı yıllardaki Hollywood
sinemasından fazlası ile etkilenmesiydi. Özellikle bu sinema üzerine yapılmakta
olan tartışmalar, ki 1960'ların ortalarında gittikçe politikleşmiş durumdaydı
modernist sinemaya da belli bir anlamda yön verdi.
1940'ların kuşkusuz en ilgi çekici yönetmenlerinden birisi Hitchcock'tu
(diğerleri arasında Welles ve Ford sayılabilir). Yukarıda Hitchcock ile
Spielberg arasında belirli bir benzerliğe dikkat çektiğimizden, burada da bu
benzerlik üzerinden yürüyeceğiz. Benzerlik ne görünüm düzeyindedir -ki görünüm
düzeyi ideoloji alanıdır- ne de yapısal boyuttadır, ama kesinlikle ontolojik
boyutlardadır. Önce bunlardan ne kastettiğimizi açıklamaya çalışalım.
Filmin görünüm düzeyinin ideolojisi olduğunu iddia ettiğimizde belirtmeye
çalıştığımız şey merkezi önemdedir. Oysa son dönem ideoloji eleştirisinin
yöneldiği nokta daha çok, bir yapıyı ayrıştırmak, onun tuğlalarını teker teker
yerinden sökmek ve onların arkasına, içlerine bakarak ideoloji denen şey her ne
ise onu bulup çıkarmak ve bunu bütün filmin üzerine yıkmak anlamına gelmektedir.
Diğer bir ifade ile ideoloji çok iyi bir biçimde gizlenmiştir. Bu açıkçası
Freud'un bilinçaltına yakındır, çok derinlerde, nerede ise ulaşılması imkansız
ama üzerimizde etkilerini hissettiğimiz ama anlamlandıramadığımız bir şey. Bu
yüzden rüya çalışmasında olduğu gibi, örtük rüya düşüncesi üzerinde değil -bir
benzetme ile filmin yananlamları düzeyinde değil- ama rüya öğeleri üzerinde
çalışmak gerekmektedir. Burada sorun, yöntemin doğru sonucun yanlış olmasıdır.
Sonucun yanlışlığını bize gösteren Lacan olacaktır -buradan da anlaşılacağı
üzere Lacan'ın yaptığı Freud'un yeniden bir yazımı değildir-.
Lacan bilinçaltının öyle bir yerlerde gizli olmadığını, tam da gözümüzün önünde
olduğunu ama bir türlü görülemediğini, zaten varlık sebebini de bu görünememe
durumuna borçlu olduğumuzu belirtir. Poe'nun "Çalınmış Mektup" örneğini verir,
mektup ortada durmaktadır ama kimse onu göremez. Biz buna daha çağdaş ve
sinemadan bir örnek verelim; B. Singers'ın "Olağan Şüpheliler" filminde Kayzer
Soze gözümüzün önündedir, dedektifin de gözünün önündedir, ama müdahale etme
şansını elimizden kaçırana kadar onu göremeyiz. Göremeyiz çünkü filmi bir bütün
olarak görmekteyizdir, dedektifin bürosunu bir bütün olarak gördüğü gibi; oysa
parçalarına ayırsa aradığı şeyin parçaların arkasında değil ama önünde olduğunu
görecektir. İdeoloji de benzerdir, parçaların -tuğlaların- arkasında değil
önündedir. Burada sorun parçalara ayırma işleminde değildir, parçaları
ayırdıktan sonra nereye bakacağımıza ilişkindir.
Bu konuya sonra döneceğiz ama önce diğer boyuttan (yapısal) kastedilen nedir?
Yapısal boyuttan kastettiğimiz filmin anlatı süreci içerisindeki özne ve nesne
konumlarının durumudur kısaca; buradan da anlaşılacağı üzere bunun yapısalcılık
ile her hangi bir ilgisi yoktur. Bu tamamen tüm bu süreç içerisindeki özdeşleşme
konumları ile ilgilidir ki bu noktada Spielberg'in Hitchcock'tan daha "başarılı"
olmasının sebebi nihai özdeşleşmeyi dışarı itmesinden, bunu
gerçekleştirmemesinden ya da kelimenin tam anlamı ile bastırmasından gelir.
Özdeşleşmeler kesinlikle özne konumları ile ilgilidir ancak bunlar daima belirli
bir nesnenin dolayımı ile sağlanır. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki Spielberg
sinemasında iki, Hitchcock sinemasında üç özdeşleşme noktası yaşanır; bunun
nedeni açıktır çünkü ilkinde iki tür nesne diğerinde ise üç nesne ayırt
edilebilmektedir. Eğer Spielberg, ünlü "Schindler'in Listesi" filminde yoğun bir
duygusal güç ve yönlendirmeyi yakalayabilmişse bu sayede başarmıştır.
Özdeşleşmenin nihai boyutunu ve bunu gerçekleştirecek nesneyi bastırarak.
Peki bu iki sinema arasındaki benzerlik nasıl olur da ontolojik boyutlarda yer
alabilir? Yukarıda sayılan temel farklılıklar bununla bir paradoks oluşturmaz.
Paradoks yoktur, paradoksu oluşturuyormuş gibi görünen şey, şu üçüncü nesnedir;
çünkü bu nesne saf bir boşluktan ibarettir, ya da tersine çevirip söylendiğinde
onun dışında hiçbir şey yoktur. Bu bir nevi Hegelci anlamda "varlık ve hiçlik"
konumudur. İki sinemada da bu hiçliğin sınırına kadar bütün kavramlar, bütün
varlıklar aynı düzeyde ilerler, sorun birisinin buradan kendi üzerine katlanması
(Spielberg) diğerinin ise kendi üzerine düşünebilecek diyalektik hamleyi
yapabilmesidir. Spielberg bunu niye yapamaz bunu daha ileride açıklayacağız.
Şimdi tüm bunları Hitchcock'un "North by Northwest" (Gizli Teşkilat) filmi
üzerinden tartışmaya başlayalım. Film kimi yönlerden yönetmenin "Aşktan da
Üstün" filmini anımsatır; kimi noktalarda bu filmden daha zayıf ancak kimi
yönlerden de daha güçlüdür. Zayıflığının da güçlülüğünün de odak noktasında, her
iki filmde de aynı nesne işlevini gören kadın karakter vardır. Ancak burada söz
konusu nesnenin işlevinin tam bir anlaşılması için Lacan'ın kuramına girmemiz
gerekmektedir ve böylelikle bu üç nesnenin Lacan'da da bulunduğu görülecektir.
Zizek bu üç nesneyi Hitchcock üzerinden şu şekilde göstermektedir:
“-Önce MacGuffin'in kendisi, 'hiçbir şey', boş bir yer, saf bir olayı başlatma
bahanesi: 39 Basamak'ta uçak motorlarının formülü, Aşktan da Üstün'deki uranyum
şişeleri, vb. Saf bir surettir bu: Kendi içinde kesinlikle kayıtsızdır ve
yapısal zorunluluk gereği namevcuttur; yaptığı anlamlandırma salt kendi-kendine-düşünümseldir,
başkaları için, hikayenin başlıca karakterleri için belli bir anlamı olmasından
ibarettir…MacGuffin açıkça objet petit a'dır.
-Ama bir dizi Hitchcock filminde, kesinlikle kayıtsız olmayan, salt namevcudiyet
olmayan başka bir nesne türü daha buluruz: Burada önemli olan tam da onun
mevcudiyetidir, bir gerçeklik parçasının maddi mecburiyetidir -simgesel yapıya
özgü bir biçimsel ilişkiler ağına indirgenemeyecek bir kalıntı, bir artıktır,
ama paradoksal olarak aynı zamanda biçimsel yapının gerçekleştirilmesinin
pozitif koşuludur da. Bu nesneyi özneler arasında dolaşan, aralarındaki simgesel
ilişkide bir tür garanti, bir piyon rolü oynayan bir mübadele nesnesi olarak
tanımlayabiliriz.Aşktan da Üstün'de anahtarın, Arka Pencere'de evlilik
yüzüğünün, Çok Şey Bilen Adam'da iki çift arasında gidip gelen çocuğun oynadığı
roldür bu…gidip gelen mübadele nesnesi S(Ø) 'dır, imgesel ayna oyununa
indirgenemeyen ve aynı zamanda da Öteki'deki eksikliği, simgesel düzenin
etrafında yapılandığı imkansızlığı cisimleştiren simgesel nesnedir.
-son olarak, üçüncü bir nesne türü daha vardır. Örneğin Kuşlar'daki kuşlar. Bu
nesnenin devasa, ezici bir maddi mevcudiyeti vardır; MacGuffin gibi kayıtsız bir
boşluk değildir, ama özneler arasında gidip gelmez, bir mübadele nesnesi
değildir, imkansız bir jouissance'ın dilsiz bir cisimleşmesidir. Kuşlar Φ'dir,
Gerçek'in hissiz, imgesel nesnelleşmesi, jouissance'ı simgeleştiren bir
nesne.”[1]
Bu nesneler İmgesel, Simgesel ve Gerçek arasındaki ilişkinin mantığını da ortaya
koyarlar; İmgesel olanın nasıl simgesel olduğunu ortaya koymaya yardımcı
olurlar; bu anlamı ile MacGuffin (objet petit a: a) [2] simgesel ile gerçek, Φ
[3] Gerçek ile imgesel ve son olarak S(Ø) [4] ise imgesel ile simgesel arasında
yer alan nesnelerdir. Tüm bu nesneleri farklı yoğunluklarda da olsa "Gizli
Teşkilat" filminde bulabilmemiz mümkündür.
"Aşktan da Üstün" ve "Gizli Teşkilat" filmlerinde kadın karakterlerin aynı nesne
işlevine sahip olduğunu söylemiştik; bu nesne kuşkusuz Öteki'deki boşluğun bir
simgesi olarak S(Ø)'dur. Bu nesnenin gücü her iki filmde de değişik biçimlerde
tanımlanır. İzleyici "Aşktan da Üstün" filminde Bergman karakterinden şüphe
etmez ama daha çok onun sonundan endişe duyar. Bu endişe hali filmdeki MacGuffin
denilen nesnenin işlevinin diğer Hitchcock filmlerine nazaran daha yoğun
olmasında yatar, çünkü ne olduğunun keşfedilmesini bekler. Böylelikle de bu
filmde zayıflayan nesne Φ olarak Bergman'a verilen zehir olur. "Gizli Teşkilat"
ise aynı nesnelerin yoğunluklarının değiştirilmesi üzerinedir, mizah yönü
artarken erkeğin semptomu olarak kadını farklı bir düzlemde ortaya koyar.
Filmde Tornhill otel lobisindeki bir karışıklık sonucu, bir casusluk ilişkisinin
simgesel ağına yakalanır, diğer bir ifade ile casusluk ilişkilerinin simgesel
evreninde tanımlanamaz (yeri olmayan) bir niyet ile annesine telgraf çekme
isteğini belirtmek için elini kaldırdığında; lobiden George Kaplan'a telefon
geldiğini belirten bir ses gelir. Kaplan uydurulmuş bir kişidir, böyle birisi
yoktur, sadece bir yanıltma aracıdır, kendisi yoktur ama etkisi bütün film
boyunca olacaktır. Bu tesadüf Tornhill'in yanlış bir anlaşılma sonucu -Lobideki
karşı-casusluk teşkilatı ajanları onu Kaplan zannederler- ilişkinin gösteren
zincirine, gösterilen kısmından girmesine neden olur. Bu ilişkinin anlamı
Tornhill için ancak geriye yönelik bir hamle ile zincirin bu kez gösteren
kısmından çıktığında -yani Kaplan diye birisinin olmadığını öğrendiğinde- ortaya
çıkacaktır. Kaplan tabii ki Φ'dır. Gerçek'in nesnesidir ve özne açısından (Tornhill)
imkansızdır, zaten imkansız olmasaydı bu evrene girebilmesi de mümkün
olmayacaktı. Gerçek'in bu filmdeki ifadesi "Aşktan da Üstün"den daha zengin ve
belirleyicidir, aynı zamanda "Kuşlar" filmindeki soyutlukların da üzerinden
gelmeyi başarır. Ancak bunları MacGuffin'in gücünü zayıflatarak yapar.
"Gizli Teşkilat"ın MacGuffin'i vazonun içine saklanmış olan mikrochip'tir, bu
zayıflık aynı zamanda filmin gücüdür de, çünkü MacGuffin bir arzunun nesnesi-
nedeni olarak aslında daima Öteki'nin arzusuna işaret eder ve Öteki'ndeki
eksikliği ve bölünmüşlüğü de gösterir. Böylelikle Özne kendi eksikliğinin
göstereni ile Öteki'ndeki eksiğin gösterenini özdeşleştirerek kendi
olanaklılığını sağlar. Bu yüzdendir ki hem "Aşktan da Üstün" filminde hem de
"Gizli Teşkilat" da kadın karakterler ile MacGuffin özdeş hale gelir. Bunlardan
birisi öznedeki boşluğu birisi de Öteki'deki boşluğu gösterir. Ancak her iki
filmde de casusluk teşkilatlarını özneler açısından bütünlüklü olarak ele almak
gerekmektedir. Onlar MacGuffin'in peşindedirler Özne kadının; diğer bir ifade
ile hem Öteki hem de özne kendi semptomlarını aramaktadırlar. Bu tam de Lacancı
psikanalizin amacıdır:
" Psikanalitik…tedavinin amacı, 'yaş'ı (sağlıklı Ben çekirdeğini) emniyette
tutmak için 'kuru'dan (semptomlardan) kurtulmak değil, hastayı kendi
'kuru'suyla, jouissance'ına yapı veren semptomlar ve fantezilerle yüzleştirmek
için 'yaş'ı yakmaktır (hastanın Ben'ini askıya almaktır).”[5]
Spielberg sinemasının yapmadığı şey budur ve bunu yapıyor olmak Hitchcock
sinemasının gücü ise yapmıyor olmak ya da yapamamak da Spielberg'in zaafı değil
aksine gücüdür. Wagner Parsifal'in ağzından şunu duyurmaktadır: "yara ancak onu
açmış mızrak tarafından iyileştirilebilir". Bu Hitchcock'un benimsemeye
çalıştığı yöntemdir -bunu gerçekleştirip gerçekleştirememesi Hitchcock'un
ötesinde bütün bir toplumsal ilişkiler ağını ve mücadelesini kapsadığından
burada sadece yöntem önemlidir-, oysa ki Spielberg açıkça yaranın üzerine örtme,
onu görmezden gelme stratejisini benimser, ki böylelikle de nesnelerde bir
kayma, ortaya konulmama ve özneleşme sürecinde bir mutlaklık söz konusu haline
gelir.
Spielberg son kertede özneye tutarlı bir dünya verebilmek için Öteki'deki
boşluğa hiç değinmez, ama Özne'deki boşluğu gösterir ve bunu doldurmaya çalışır.
Jaws, E.T., Güneş İmparatorluğu'ndaki uçaklar,Mor Yıllar'da Celie'nin
çevresindeki kadın karakterler (önce Shug ve sonra Nettie) hep bu işlevi
görürler, hem öznedeki boşluğu işaret ederler hem de onu kendi yerlerine bir
yenisi geçene kadar doldururlar. Bu Gerçek ile fantezinin birbirine karışması ve
Öteki'nin tam bir doluluk olarak kavranmasıdır. Özne kendi semptomları ile
özdeşleşeceğine Öteki ile tam bir özdeşleşme ve kendine kökten bir yabancılaşma
yaşamak durumunda kalır. Bu semptomun üstünü mutlak bir örtme, Gerçek'ten mutlak
bir kaçış operasyonunun parçasıdır ve döneme ilişkindir. Dönemin Hollywood
filmlerinin nerede ise hepsinde belirgin hale gelen özelliği Vietnam'dır.
Vietnam kuşkusuz ki semptomdur, o simgesel evrene dahil edilemeyen, katlanılamaz
olan Gerçek'tir. Başa çıkabilmek için iki yol vardır ya semptom ile
özdeşleşilecek -bu durumda tüm olaylara Vietnam gözünden bakmak gerekmektedir,
yani yara onu açan mızrak tarafından tedavi edilmelidir- ya da üzeri örtülerek
fanteziye sığınılacak ama fanteziden geçilmeyecek, orada kalınacaktır. Hollywood
kuşkusuz ikinci yöntemi benimser ve bunlar iki grup filme[6] yol açarlar:
birinci grup Rambo I ve II; Kızıl Şafak; Kıyamet; Müfreze vb.lerinden oluşurken
ikinci grubun en belirgin yönetmeni Spielberg olur ve bunun en belirgin filmi
E.T.'dir. Filme ilişkin Kolker'ın yorumu yol gösterici olacaktır:
“E.T. ölürken Eliot 'nasıl hissedeceğimi bilmiyorum' der. Anlatının içinde Eliot
uzaylı yaratığa bağımlılaşır; anlatının dışında ise izleyici Spielberg'in
kurmaca karakterlerini ve izleyicinin bu karakterlere yönelik tepkisini
yönlendirmesine yönelik kendi duyguları nedeniyle bağımlılaşır. Spielberg neyi
istiyorsa, bize onu hissettirir. O, nihai karar veren erkek-egemendir ve düşsel
ile olan ilişkiyi sürekli olarak sürdüremeyeceğini, karakterlerinden daha iyi
bilir. Eliot bir sonraki ve nihai gelişim aşamasına, Lacan'ın simgesel düzenine,
iktidarın değişen düzeylerinde kendi ben'ini diğer ben'ler arasına sokma
gereksiniminin, farklılığın ve dilin alanına girmeye zorlanır. Nihayet bu ben
(Eliot) E.T: tarafından tehdit edilir ve Spielberg ben'in korunmasını
garantilemenin yollarını araştırırken bu ben'in tümden çözülmesini istemez.
Çocuk ile uzaylı yaratığın narsistik özdeşleşmesi sonunda uzaylının evine dönme
gereksinimi ya da ölmesiyle, çocuğun ise dost bilim adamının simgelediği baba
nedeniyle eve dönme gereksinimiyle kırılır. E.T. yuva taahhüdüyle yeniden yaşama
döndürülür ve Eliot bir kez daha yetişkin dünyasıyla karşı karşıya gelir ve
kendi kaçışını yöneten yaratığa yardım eder. 'Gerçeklik bu' der Eliot, E.T.'nin
kendi gemisiyle ilişki kurup kuramadığını soran arkadaşlarına.”[7]
Kuşkusuz Kolker'ın işaret ettiği nokta doğrudur; Spielberg ben'i korumak adına
semptomu askıya almıştır, ancak gerçek semptom nerededir. Gerçek semptom babanın
olmaması ve Eliot'ın simgesel aşamaya girememesi değildir, çünkü baba her zaman
vardır ve Eliot'da simgesel aşamanın içindedir. Bakılması gereken yer simgesel
değil Gerçek'tir. Bütün bu fantezi evreninin arkasında gizlenen, Gerçek'in
tehdidini dayanılır kılan düşsel dünyanın örtmeye çalıştığı yer. Semptom
Vietnam'dır ve Vietnam filmin başında, ormandaki av sekansında gözümüzün
önündedir. Bu tekinsiz atmosfer ardından gelecek fantezi ile yatıştırılır ve
saklanmaya çalışılır, oysa baştan beri gözümüzün önündedir : Kaiser Soze gibi.
Ancak film bu fantezinin ötesine geçmemize asla izin vermez, veremez. E.T.'nin
gidip de yerine bir babanın konulması hiçbir şeyi değiştirmez; semptom kalır
birinci fantezinin yerini bir yenisi alır. Fanteziden geçmek simgesel olanı
(ABD) Gerçek ile özdeşleşerek (Vietnam) yok etmek demektir:
“…Fantezi, Öteki'nin, simgesel düzenin, travmatik bir imkansızlık etrafında,
simgeselleştirilemeyen bir şey -yani jouissance'ın gerçeği- etrafında (fantezi
sayesinde jouissance evcilleştirilir) yapılanmış olduğunu gizler -peki biz
fanteziyi 'katettiğimizde' arzuya ne olur? Lacan'ın XI. Seminer'in son
sayfalarında verdiği cevap dürtü'dür, nihai olarak da ölüm dürtüsü. 'Fantezinin
ötesinde' hiçbir özlem yoktur, 'fantezinin ötesinde' yalnızca dürtüyü, onun
sinthome[8] etrafında zonklamasını buluruz.”[9]
Böylelikle şunu söyleyebiliriz; Spielberg sineması simgesel olan ile Gerçek
arasındaki ilişkiyi boşlukta bırakır, diğer bir ifade ile onda arzunun
nesnesi-nedeni olarak bir MacGuffin yoktur. Bunun yokluğu Öteki'deki eksikliği
gizler ve bu suretledir ki Φ olarak E.T. Hitchcock'un "Kuşlar" filmindeki gibi
katlanılamaz, tehdit edici değil aksine güven vericidir, diğer bir ifade ile
evcilleştirilmiş jouissance'dır. Jouissance'ın evcilleştirilmesinin bir anlamı
onun yok edilmeye çalışılması, tümden kastrasyona uğratılması girişimidir.
Örneğin Nazizmin Yahudilere ya da toptan faşizmin kültüre karşı girişimi gibi.
Goebbels'in kültür denilince silahına davranarak bunu ortaya koymasından daha
önce, İtalyan faşist fütüristleri savaşı bir sanat olarak yüceltiyorlardı,
Walter Benjamin ise komünistleri sanatı politikleştirmeye çağırıyordu.
Semptomla Özdeşleşme – Simgesel Özdeşleşme
Kuşkusuz Hitchcock'un ve Spielberg'in filmleri politik filmlerdir ama politika
ile yapılmış filmler olarak değerlendirebilmek, yukarıdaki bağlamda mümkün
değildir. Politikayla yapılan filmler semptomla özdeşleşip özdeşleşmeme (Hitchcock
- Spielberg ayrımı) üzerinden tartışılamaz, çünkü baştan semptomla özdeşleşmiş
olarak işe başlamayı varsayar. Bu yüzden Godard biz Vietnam'ı değil Vietnam bizi
işgal etmelidir demektedir ve "Ne Yapmalı" manifestolarında politik film ile
politikayla yapılan film ayrımını dile getirir. Bir başka şekilde söylendiğinde
"Fransa Vietnam'dır" ama "Vietnam Fransa değildir". Bu tersine çevrilemeyecek
bir sözdür, çünkü Gerçek (Vietnam) tam olarak simgeleştirilemeyecek olandır ve
daima bir artık, fazlalık bırakacaktır; bu yüzdendir ki ancak Vietnam Fransa'yı
işgal edebilir.
Vietnam'ın Fransa'yı işgal etmesini konu alan ilginç bir Godard filmi "Masculin
Feminin"dir. Filmin diğer düzleminde de ABD'nin kitle iletişim araçları,
simgeleri ve popüler kültürü ile Fransa'yı işgali söz konusudur. Böylelikle film
Fransa'daki ABD- Vietnam savaşı olarak da okunabilir; ya da filmde söylendiği
üzere :"Marx'ın Çocukları ve Coca Cola Kızları" olarak da. Ancak diğer bir okuma
yolu daha önerilebilir ve bu ilk ikisinin üzerinde kuruludur; Godard'ın kendi
semptomu üzerine. Bu birey olarak Godard olmaktan çok, Avrupa'daki o dönem
sol-entelektüel kesimin bir simgeleşmesi olarak.
Bir yandan Vietnam bir yandan da ABD günlük yaşantının içine girerken, asıl
tartışma konusu erkekler ile (Marx'ın çocukları) kadınlar (Coca-Cola'nın
kızları) üzerine odaklanır. Burada can alıcı nokta filmin kaba bir "Kahrolsun
ABD Yaşasın Vietnam"dan ötede, kişilerin kendi durumları üzerine bir gözlem
olmasındadır. Paul arabanın üzerine "Vietnam'a Barış" yazar ama Madeleine'den
-popüler kültür şarkıları söyleyen Cola kızından- uzak duramaz. Ve bu bağlamda
film Godard'ın gözde teması olarak fahişelik olgusunu farklı bir düzlemde ortaya
koyar.
Godard modern dünyada, doğru bir saptamayla, herkesin fahişe olduğunu
düşünmektedir; her kes kendini en iyi biçimde ambalajlayıp satmaya
çalışmaktadır. Tüketim toplumunda, beden ya da beyin, akıl, düşünce ya da
duygular veyahut hepsi birden pazarın hizmetine sunulmalıdır ki, birey
özneleşebilsin (böylelikle de boyun eğsin -subjection). "Masculin Feminin" bunu
ilginç bir biçimde göstermeye yönelir.
“Masculin Féminin'de açık fahişeliğe daha az gönderme vardır, ama Paul ve
arkadaşlarının sık sık konuyu tartışmaları önemlidir. Ve burada tekrar konunun
son derece kişisel yanı, belki de kadın düşmanlığı söz konusudur. Paul'ün
Madeleine ile entelektüel bir uyum sağlayamaması, ilgi alanlarının çok farklı
olması ve kızların tüketim toplumu ve onun reklamlarınca çok fazla
koşullanmaları -Marx'tan çok Coca Cola'nın kızları olmaları- yüzünden, Godard
Paul'ün cinsel gereksinimlerine daha iyi bir yanıtı fahişelerle bulup
bulamayacağını sorar gibi görünmektedir. Fahişe, Madeleine'in
gösterebileceğinden çok daha az bir itirazla kendini Paul'e verecektir, bu da
onun verebileceği tek şeydir.
Ancak Masculin Féminin'de Godard, fahişelik temasını ulusal hatta uluslar arası
düzeyde genişletmeye başlar. Coca Cola'nın kızları, dünyanın çoğunun kendini
Amerikan ideallerine ve bir çok durumda da Amerika'nın kendisine nasıl sattığını
temsil eder…”[10]
Burada ilgi çekici olan Paul'ün Marx ile Coca-Cola arasında bölünmüşlüğüdür,Madeleine'ını
kabul edemediği derecede ondan vazgeçemez de. "hiçbir şeyimiz olan
düşüncelerimiz için her şeyi yapıyoruz, ama her şeyimiz olan duygularımız için
hiç bir şey yapmıyoruz" diyerek durumunu rasyonalize etmeye çalışır, ancak bunu
başaramaz. Madeleine onun semptomudur ve bununla özdeşleşemez ama buna karşın
gidip Vietnam ile de özdeşleşemez, bir anlamda şizofrenik bir duruma yenik
düşer. Bu şizofrenik durum, bu yarılma politika ile ele alındığı sürece de
Brechtyen üsluba yakınlaşır; diyalog ile değil ama sinemanın getirdiği görsel
ifade biçimleri ile söylenmekte olan şudur: "ben Paul, devrimin gerçekleşeceğini
ve bunun sadece Fransa'nın içinde değil ama uluslar arası boyutta ve ABD'ye de
karşı olduğunu düşünüyorum; ama tam da onun sembolleri ile donatılmış bir kıza
aşık oldum. Bunu çözemiyorum.”
Bu filmin sonucu değil ama başladığı noktadır, film buradan kendi üzerine (belki
de Godard'ın bizzat kendine) yönelik bir düşünme sürecidir. Düşünme sürecinin
getirdiği ise belli bir metonimik kaymayı ve aynı zamanda metaforik bir kesme ve
sabitlenmeyi beraberinde getirir. Film bir düzeyinde toplumsalın haritasını
çıkartma girişimidir, dış sesler, yapılan röportajlar, Paladium sekansı, film
içinde film bu metonimik kaymalar iki yoğunlaşma ile kesilir Marx'ın çocuğu Paul
ve Coca Cola'nın kızı Madeleine (özne ve semptomu). Dikkat edilecek olursa iki
ayrı semptom yoktur ama yoğunlaşmış tek bir semptom vardır. Özne'nin bir şeyi
seçme durumu olarak da tanımlanabilecek bir semptom olarak: Sinthome. Diğer bir
ifade ile, Freud'un dediği gibi, "İdin olduğu yerde ben de varım".
Böylesi bir anlatımı gerçekleştirebilecek tek yöntem Brechtyen olarak ifade
edebileceğimiz tarzdır. Çünkü ancak bu tarz içerisinde hem özneye arzusunun
boşluğu hem de Öteki'nin eksikliği gösterilebilir. Bu yüzden 1970'lerde Screen
dergisinin Brecht ve Lacan karşılaştırmaları boşuna değildir. Ancak Brechtyen
tarz kendisini siyasal ifadesi ile birlikte sunar yoksa salt bir anlatının
biçimi ile ilgili değildir. Daha önce de belirtildiği gibi sanatın
politikleştirilmesini ve devrim mücadelesinin, sınıf mücadelesinin içinde yer
almayı, ya da Godard'ın dediği gibi "iki cephede birden savaşmayı" gerektirir.
Oysa ilginç bir biçimde günümüz sinemasında bu tarza ait biçimsel özellikler
sıklıkla kullanılmaya başlandı.
Bunun sebeplerinden birisi olarak postmodernizme ait bir mantık gösterilebilir;
nasıl ki artık bir politik mücadelenin içerisinde çeşitli toplumsal gruplar yan
yana yer alabilecekler ise, bir anlatının içerisinde de çeşitli farklı unsurlar
yer alabilir. Evet bunların ikisi de olabilir; örneğin siyah hareketi,
feministler, geyler, çevreciler, hayvan hakları koruyucuları, barış yanlıları
elbette yan yana bir gökkuşağı projesi içerisinde bulunabilir; ancak tek bir
şartla: Ekonomi -Politik'i için işine karıştırmadan. İşin içine bu girdiğinde,
tüm bu gökkuşağını ortadan ikiye yararak ayırır; bir araya gelebilirmiş gibi
görünen unsurların hepsi birden bire darmadağın olur.
Michael Haneke'nin filmlerinin problemi de -problem saçmalamasıdır- tam da
burada yer alır. Yüzer gezer içeriksel gösterilenlerini yine yüzer gezer
biçimsel gösterenleri ile işaretler, tam da bu yüzden hiçbir şey sabitlenmez ve
her şey üst üste yığılmaya başlar. Özellikle son filmi "Piyanist" bu anlamda
gerçek bir başyapıt haline gelir. Burjuva olduklarına dair bir takım
göstergelere sahip ailenin öldürülüşünü anlatan "Funny Games" ve menopoza
girmiş, bakire ve burjuva kültürü ile yetişmiş olduğuna dair bir takım
göstergelere sahip kadının trajedisini anlatan "Piyanist" bize ne söylemektedir,
bu filmlerin derdi nedir. Tüm bu göstergeler neye eklenmekte, nerede
düğümlenmekte ya da nasıl dikişlenmektedir?
“İdeolojik mücadelede mesele, bu yüzer gezer unsurları hangi 'düğüm
noktaları'nın, point de capition'ların bütünleştireceği, kendi eşdeğerlilikler
dizisine dahil edileceğidir…
Bu bakımdan, verili bir ideolojik alanın her unsuru bir eşdeğerlilikler dizisi
parçasıdır: Diğer bütün unsurlara bağlanmasını sağlayan metaforik artısı/fazlası
da geri dönüşlü olarak kimliği belirler (Komünist bir perspektifte, barış için
savaşmak kapitalist düzene karşı savaşmak demektir, vb.). Ama bu zincirleme
ancak, belli bir gösterenin -Lacancı 'Bir'- bütün alanı 'dikmesi' ve onu
cisimleştirerek, kimliğini icra etmesi koşuluyla mümkün olur.”[11]
Hitchcock "bir filmin çekiciliği kötü adamın çekiciliğine denktir" demektedir; "Funny
Games" filminde de kabul etmek gerekir ki iki tuhaf yaratık fazlası ile ilgi
çekicidir. Onlar gerçekten imkansız bir jouissance'ın cisimleşmeleridir.
Kuşlar'dan ya da Yaratık'tan farkları yoktur; ancak sorun Gerçek'in; bu imkansız
jouissance'ın kesebileceği bir gösteren zincirinin bulunmamasıdır. Bu adeta
boşlukta gezmektedir. Filmde bir burjuva ailesine ait tüm göstergeler vardır
kuşkusuz ama burjuvazi yoktur -ki burjuvazi artık gerçeklikte de yoktur, Çok
Uluslu Şirketler, yuppiler, brokerlar vb. vardır-. Tam da bu yüzden filmin
çözümlenebilmesi ve kuşkusuz bir şeyler söyleyebilmesi mümkün değildir. Ve aynı
nedenlerden filme karşı çıkmak da olası değildir -tıpkı sistemde en ufak bir
değişikliğe yol açmayacak yukarıdaki türden bir gökkuşağı projesine karşı
çıkılamayacağı gibi-. Ancak sorun Brechtyen biçimsel özellikleri kullanıyormuş
gibi yapmak sureti ile filmin Brechtyen olarak adlandırılması ya da burjuvaziye
karşı bir filmmiş gibi değerlendirilmesine ilişkindir.
"Piyanist" açıkçası bunun da ötesine geçmeyi başarır; eğer "Funny Games" bir
şeyler söylemiyorsa, "Piyanist" tek bir şey söyler ve bu baştan sona filmin tüm
karelerine nerede ise sinmiştir: Efendi ve Köle ilişkisine, güç tapınmasına,
iktidarsız öfkeye ve son kertede faşizme yönelik örtük bir meşrulaştırma
hareketidir. Yönetmenin bir Avusturyalı olması, tam da bu ülkede neo-faşist bir
hareketle paralel dünya gündemine gelmesi ve sözde anti-burjuva filmlerinde
faşizme dair en ufak eleştirinin bulunmaması her halde hoş bir tesadüftür. Oysa
efendi-köle ilişkisinin kuruluşuna bakmak bunun hiç de tesadüf olmadığını
gösterecektir ve filmin öznesinin -kadının- kendisine neden efendi aradığını da
gösterecektir:
“Kojéve'nin belirttiği gibi Hegel, "ben neyim?" sorusuna, Descartes'in yaptığı
gibi "düşünen bir varlığım" diye cevap verilemeyeceğini ve insanın, benliğinin
özbilincine, bir şeyin bulunmamaklığının (yokluğunun) bulunmaklığı (varlığını)
duymasıyla, yani İstekle ve İstekle ulaştığını söyler. Yine Hegel'e göre, insan,
verilmiş olarak var olan doğal bir varlığı istemekle yetinmez; yani hayvan gibi
yapamaz ve isteğin kendisini ister, yani bir başkasının isteğini istemeye
yönelir, yani bir başkası tarafından insan olarak bilinip- tanınmak ve
kabullenilmek ister. Bunun için giriştiği ve prestij amacı güden ölümüne
mücadelenin sonucu efendi ve kölenin ortaya çıkmasıdır.”[12]
Kuşkusuz günümüzde, özellikle Avrupa'da, efendi-köle ilişkisine dayalı bir
toplumsal yapıdan söz edebilmek mümkün değildir; ancak söz edilemeyen şey sadece
yapıdır, yoksa yeni bir toplumsal yapılanmaya yönelik bir hareket içerisinde bu
mite sığınarak, bu ilişkiyi doğallaştırıp meşrulaştırmak değil. Filmde menopoz
dönemine kadar obsesif konumda kalan kadın, menopoza girmesi ile birlikte
histerik konuma geçerek efendiyi arzulamaya -daha doğrusu onun arzusunu
arzulamaya başlar. Ancak film bunu efendinin arzusu olarak değil köle olmak
isteyenin arzusu olarak sunar.
Özne ile nesne arasındaki bu ilişkinin dolayımlayıcısı Schubert ve Schumann'dır;
özellikle Schubert'in "ünlü" trio'sunun porno-film görüntüleri üzerinden
verilmesi -Goebbels kültür sözünü duydum mu silahıma davranıyorum demektedir-
gerçekten çok anlamlıdır. Arzunun dolayımlayıcısı ve bir anlamda öteki olarak
müziğin her devreye girişinde, öznenin arzusunun alevi iyice tutuşur -arzusuna
kapılır- ve iktidarsız öfke patlamaları devreye girer. Bunları iki düzeyde
değerlendirmek mümkündür. Birinci düzey problem sorunudur ve "ressentiment"[13]
kavramı ile tanımlanabilir: iktidarsız ve aciz nefret; arzusunun nesnesine
ulaşamadığını sanan öznenin ötekine karşı duyduğu nefret; sorun şudur ki arzusu
kendisine ait değildir. Ama yine de öteki'nin arzusu ile özdeşleşir. Film de
açıkça erkek fantezisinin bir ürünü olarak cisimleşmiş bir kadınla özdeşleşme
üzerine kurulmuştur; kendisini öldüren bir femme. Filmin en önemli yönü de tamda
bununla özdeşleşiyor olmamızdır ki bu da ikinci düzeyi ve tehlikeyi
açıklamaktadır.
Daha önce özdeşleşme sürecinde ağırlıklı olarak Gerçek boyutuyla ilgilendik ve
semptomla özdeşleşmenin önemini vurguladık ve diğer iki alanı kısmen ihmal
ettik. Bunlar imgesel ve simgesel düzeydeki özdeşleşmelerdir. İmgesel özdeşleşme
dediğimiz, hem Freud'da hem de Lacan'da geçen bir kavram ile ideal-ego ile
ilgilidir ve bizim kendimiz için benimsediğimiz imgeyi, ne olmak istediğimizi
ifade eder -mesela dünyanın en ünlü Barok flütçüsü olmak isteyebiliriz. Simgesel
özdeşleşme ise ego-idealine ait bir konumdur ve kendimize bu imgesel konumu
niçin seçtiğimle ilişkindir. Bu noktada görmek istediğimiz kendimize nereden
bakmaktayızdır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta özdeşleşmenin karışık
mekanizmalara sahip olması ve bireylerin hiç beklenilemeyecek şeylerle dahi
özdeşleşebilmesidir. Zizek bunun iki noktada önemli olduğunu belirtmektedir:
“…Bir kere, biriyle özdeşleşmenin temelinde yatan özellik çoğunlukla gizlidir
-bunun ille de şahane bir özellik olması gerekmez…
Buradan çıkarılacak teorik ders, özdeşleşilecek özelliğin ötekinin belli bir
başarısızlığı, zaafı, suçluluk hissi de olabileceğidir, öyle ki başarısızlığa
işaret ederek özdeşleşmeyi istemeden pekiştiriyor olabiliriz. Özellikle sağcı
ideoloji insanlara özdeşleşilecek özellik olarak zaaf yada suçluluk hissi
sunmakta çok beceriklidir: Hitler'de bile bunun izlerini görürüz. Hitler halk
önüne çıktığında, insanlar kendilerini özellikle onun histerik iktidarsız öfke
patlamalarıyla özdeşleştiriyorlardı.
Ama daha ciddi ikinci hata, imgesel özdeşleşmenin her zaman Öteki'deki belli bir
bakış (gaze) adına yapılan bir özdeşleşme olduğunu gözden kaçırmaktır… Özne bu
rolü kimin için yapıyor? Özne kendini belli bir imgeyle özdeşleştirirken hangi
bakış dikkate alınıyor? Kendimi görme tarzım ile kendi kendime hoş görünebilmek
için kendime baktığım nokta arasındaki bu mesafe, histeriyi (ve onun bir alt
türü olarak obsesif nevrozu)-histerik tiyatro dediğimiz şeyi- anlamak için
elzemdir…
Histerik nevrotik kendini öteki-için rol yapan biri olarak yaşar, imgesel
özdeşleşmesi "öteki-için-var" oluşudur; psikanalizin yaratması gereken can alıcı
kopuş onu, onun için rol yaptığı bu ötekinin bizzat kendisi olduğunu anlamaya
itmektir.”[14]
Filmin temel politik problemi de buradadır; karakteri her ne kadar özne olarak
tanımladıysak da gerçek anlamda bir özne değildir; ve açıkçası bunun öncesinde
köle konumundadır. Özneleşemez çünkü Öteki'nin arzusuna tam olarak boyun eğer
onunla mutlak düzeyde özdeşleşir. Ondaki eksikliği kendi eksikliği olarak yaşar.
Hem fiziksel hem de simgesel düzeyde mutlak bir kastrasyona uğrar. Bir başka
şekilde ifade edildiğinde Öteki'nin arzusundan sakınabilmek için fantezi
üretemez ve ölüm-dürtüsüne, simgesel evrenin mutlak bir yıkılışına, hiçliğe
yenik düşer. Semptomu ile özdeşleşeceği yerde hiçliği seçer. Köle bunları
yaparken film de bu durumu estetize ederek yüceltir. Erkeğin semptomu olarak
kadını acısız bir keyif haline getirir. Bu belli bir düzeyde noir filmlerindeki
femme-fatale'in dönüştürülmüş biçimidir.
Fantezinin Boyutları: Simgesel’den Gerçek’e (Noir’ın Dönüşümü)
Film noir bir tür olmaktan çok Yeni-Dalga ya da Ekspresyonist Sinema gibi bir
akımdır.[15] Özellikle 1940'lı yıllarda etkili olduysa da 1970'lerde ve
1990'larda bir takım türler ile iç içe geçerek tekrardan gündeme gelmiştir. Her
üç dönemde de filmlerin oluşturduğu atmosfer, kullanılan mekanlar ve çoğu noir
filminin başat özelliği haline gelmiş olan femme-fatale ortak bir özellik gibi
gözükmekteyse de hem içerik düzeyinde, hem de biçim düzeyinde derin farklılıklar
mevcuttur; çoğu kez ortaklık görünüm/ideoloji düzeyinde yer almaktadır. Hemen
hepsinde baskı oluşturucu, tekinsiz bir atmosfer, klostrofobi duygusu uyandıran,
karanlık mekanlar, sürekli kendisini hissettiren bir tehdidin fiziksel şiddete
dönüşümü ve baştan çıkartıcı, tehlikeli görünen kadın karakterler. Tüm bunlar
noir filmlerinin kökleri hakkında bir bilgi sunabilmektedir; ki bunlar Alman
Ekspresyonist sinemasında yer alır. Özellikle ışığın ve mekanların kullanımı
açısından görülen benzerliğin dışında, kadın karakterin Joseph von Sternberg'in
"Mavi Melek" filminde bulunmaktadır.
1940'lı yıllarda gerçekleştirilen noir filmleri paranoyayı açıkça ifade etmeye
başlamışlardır, ancak bunların uzamı kısmen dardır ve belki de en geniş uzamı
oluşturan film Welles'in "Touch of Evil"ı olmuştur, sınır kasabasında politik
imalar ile fazlasıyla yüklü bir filmdir; oysa ki Hawks'ın "The Big Sleep",
Wilder'ın "Çifte Tazminat", Garnet'in "Postacı Kapıyı İki Kere Çalar"
filmlerinde uzam daha dar, konu daha sınırlı, karakterlerin ilişkileri daha
belirlidir. Bunlar oluşmaya başlayan paranoyayı esprili ve üstü örtülü müstehcen
bir dille tanımlarlar.[16]1970'lerde yeniden yapılmaya başlayan noir filmlerinde
ise uzam genişlerken, paranoya daha net ifade edilmeye başlar; Özellikle "Taksi
Şoförü" filminde ki Travis karakteri bunun doruk noktası olarak tanımlanabilir.
Bu bir nevi bastırılmış olanın daha şiddetli bir geri dönüşünü ifade etmektedir:
“Noir ruhunun yeniden ortaya çıkışı, sinema tarihinin yeni yönetmenlerin
bilincinde yer etmesi, üstelik 1960'ların kültürel ve tarihsel olaylarıyla ikiye
katlanması garip değildi. 1940'ların ortalarında noir'in ilk ortaya
çıkışı,...savaş ve zafere yönelik neredeyse diyalektik tepki ile açıklanabilir.
Tür[17]; gücün ülkenin dışına yayılması, ailelerin dağılması, kadınların yeni
konumu ve belki de kültürün (ve ülkenin) düşünüldüğü kadar güvenli ve masum
olmadığının öğrenilmesinin beraberinde getirdiği gerginliği yansıttı. Faşizmin
anısına ve nükleer güce sahip olduğu bilinmesine rağmen, güç görüntülerine
anksiyete ve korku görüntüleriyle karşı çıkıldığı ve bu görüntüler sayesinde
üstün gelindiği açıkça görülür. 1950'li yıllar gerginliğin yönünü değiştirerek
komünizm mitine karşı bir tepkiye dönüştürdü. Komünizmin terör ve kötülüğün
kaynağı olduğuna ve söyleminin geçersiz kılınabileceğine kültür ikna edilerek
genelde dünyada gerici ve koruyucu bir masumiyetle birlikte geçici bir kontrol
sağlandı. Ülke için gücün, kadının tabi konuma itilmesinin, yabancıların imha
edilmesinin görüntüleri, dönemden döneme sinemada görünmeyi sürdüren anksiyeteye
karşı koydu. 1960'larda ülkedeki ayaklanma, suikastlar, açıklanmamış ve nedensiz
bir savaş (Vietnam-çev.), orta-sınıf çocuklarının isyanı ve bu isyanın çökmesi;
1970'lerde 1950'lerde sorgulanmadan kalan politik ve ekonomik kurumların nasıl
çürümüş olduklarının anlaşılması bir kez daha imgeleri değiştirdi. Bunlara tepki
olarak kültür, depresif bir tepki içine, politik ve toplumsal sıkıntılardan,
bunları acil olarak baskılarken, çaresiz bir geri çekiliş içine girdi.
1980'lerdeki tutucu yeniden toparlanma öncesinde, krizin dikkat gerektiren
gerçekliklerin saldırgan bir inkarına dönüştüğü dönemde, güçsüzlük duyguları,
sinemada 1940'ların film noir'ının başarabileceğinden daha güçlü paranoya ve
tecritlik temaları ve imgeleri içinde gerçekleşti.”[18]
Akımdaki bu gelişimin toplumsal, politik vb. arka-planı böylelikle
anlaşılabilir, ama bundan daha da önemli olanı filmlerin özneleri açısından
dışsal olanın gittikçe içselleşmeye başlamasıdır, zaten paranoyanın
yoğunlaşmasının sebebi de budur. 1940'ların noir filmleri simgeselin kontrolü
altındaki öznenin fantezisini sergiler, oysa 1970'lerde fantezi bir anlamda
işlevini tersine çevirir; artık işlevi tehdit altındaki simgesele bir dayanak
sunmaktır. Bu anlamda okumayı şöyle sürdürebiliriz; birinci dalga "efendi-köle
ilişkisi" bağlamında okunabilir bir durumdayken, ikinci dalga bu ilişkinin
içselleşmiş, çifte bilinçli bir ifadesi olarak "Mutsuz Bilinç" kavramı ile
okunabilir. "Çifte Tazminat" filmi ile "Çin Mahallesi" bu dönüşümü ifade
etmektedirler.
Billy Wilder'ın "Çifte Tazminat" filminde McMurray'nin filmin sonunda ölüyor
olması bir şey değiştirmez; çünkü onun ölümünün anlamı bir yenilgiden çok, büyük
Öteki'nin yeniden bir onaylanmasıdır. Femme fatale Stanwyck ise kesinlikle bu
büyük Öteki için bir tehdit değil ama daha çok onun emniyet sibobu, varlığının
dayanağıdır. Simgesel düzeni kabul edip özneleşme / boyun eğme sürecinde
kaçınılmaz bir fantezinin cisimlenişi; buna giden yolu açan bir kapıdır. Diğer
bir ifade ile simgeselin var olabilmesi için daima ihtiyaç duyduğu Gerçek'in
imgesidir ve bu yüzden daima cezalandırılır ve bu cezalandırılış, tıpkı bu
filmde olduğu gibi daima meşrulaştırılır. İlk dönemin dışsallığı buradan gelir;
tehdit oluşturan şey zaten dışımızdadır ve içeri girmek istemektedir. O bir
fantezidir ve büyük Öteki'nin boşluğunu gizler, ona tam bir doluluk yanılsaması
sunar, bu yanılsama kuşkusuz Özne içindir. Efendiyi efendi yapanın köle olduğu
gibi, simgeseli simgesel yapan da öznedir; efendi ve simgeselin olmadığı yerde
bu ikisinden söz edilemeyeceği için, özneleşmek demek zaten köle gibi boyun
eğmek demektir. Ancak bastırılmış olanın daha şiddetli geri dönüşü simgesel
düzeni tehdit ederken öznenin kendisine dair sözde tutarlılığını da tehdit eder.
Roman Polanski'nin "Çin Mahallesi" filmi, tam da bu bastırılmış olanı
bastırıldığı zamanda (1940'larda) ve daha geniş bir uzam ve toplumsal ağ
içerisinde inceler. Buradaki incelikli nokta, simgesel evren içinde kabul
edilemeyen, bir fantezi işlevine dönüştürülen ve sonuçta cezalandırılan ölümcül
kadının, tam da bir semptom olarak okunması ve ters yüz edilmesidir. Semptomla
özdeşleşildiğinde- semptom Dunaway'dir- özne açısından gerçek tehdidin de
nereden geldiği ortaya çıkar: Baba'nın Adı olarak Huston. Dunaway hem Huston'ın
kızı, hem de onun diğer kızının -kız kardeşinin- annesidir. Filmde ilgi çekici
olan şudur; baba kendi yasasını tanımaz, onu ihlal eder; o çocuğunu simgesel
düzenin içine sokacağı yerde bunu tümden tahrip etmiş Gerçek konumuna geçer ve
Nicholson'ın film boyunca tüm müdahaleleri bunu değiştirmeye yetmez; Dunaway
Huston tarafından öldürülürken Nicholson bunu sadece seyredebilir. Sorun şudur
ki Huston aynı zamanda tüm bir düzenin hakim figürüdür; ne benimsenebilir ne de
reddedilebilir. Burada özne açısından sorunun içsel olmasının nedeni burada yer
almaktadır, özne kendi içinde kendine boyun eğebilir ancak ve bunu bize
açıklayan en uygun kavram Mutsuz Bilinç'tir:
“ 'mutsuz bilinç', 'köle-efendi diyalektiğinin' vardığı bir uğraktır;
'Yabancılaşmış Bilincin' belli bir evresi. Hegel erken dönem ve ortaçağ
Hıristiyanlığı ile özdeşleştirir bunu, ama Hegel'in çoğu kavramı gibi 'mutsuz
bilincin'de kendi tarihsel bağlanma noktasını aşan bir titreşimi vardır. 'Daha
önce efendi ile köle arasında bölüşülen ikizleşme, şimdi tek bir [benlikte]
toplanmıştır' der Hegel:
Bu yeni bilinç biçimi, Şüpheciliğin ayrı tuttuğu iki düşünceyi bir araya getirir
[…] Dolayısıyla bu yeni biçim, kendi kendinin çifte bilinci olduğunu bilen
bilinçtir; kendini özgürleştiren ve değişmeyen, kendisiyle özdeş ve kendi başını
döndüren, kendini yoldan çıkaran: kendinin bu çelişik doğasının bilincidir […]
Özünde çelişik olan doğası onun için tek bir bilinçtir; dolayısıyla bumutsuz,
içsel olarak yaratılmış bilinç, hep bir bilinçte ötekini de bulmak zorunda
kalır; ve sırasıyla iki bilinçten de kovulur, üstelik tam da ötekiyle barışçı
bir bütünlüğü sonunda kurabildiğini hayal ettiği anda […] Mutsuz Bilincin
kendisi, bir özbilincin ötekine bakışıdır ve her ikisi de kendisidir […] Şu
halde burada düşmanı yenmenin gerçekte yenilmek anlamına geldiği bir savaş
durumu vardır ki, bilinçlerin birinde kazanılmış zafer ötekinde
yitiriliyordur.”[19]
Paranoya'nın yoğunlaşması ve çifte bilinç durumunun oluşmasının nedeni öznenin
artık imgesel olan ile Gerçek arasında bölünmeye başlaması ve simgesel evrenin
tutarlı yapısının dağılışıdır. Kısa bir süre sonra yeni-sağ dalganın toparlanma
fantezileri özneye yeniden bir tutarlılık kazandırırmış gibi görünse de -Baba
figürü olarak Reagan- sorun daha derinlerde yatmaktadır. Bunun belki de en iyi
ifadesi Wallerstein'ın deyimiyle "Bildiğimiz Dünyanın Sonu" olmasında yatar;
özne kayıp bir geçmiş ile belirsiz bir gelecek arasında şimdiki zamana sıkışır
ve yine bu ikisi arasında tam bir bölünmeye uğrar; burası bir anlamda toplumsal
şizofreninin ve tam da bu yüzden toplumsal olanın dağılmasının uğrağıdır.
"İlginç" bir biçimde bunun sinemadaki yansıması yine noir filmi olarak görünür;
David Lynch'in üzerinde çok konuşulan filmi "Kayıp Otoban".
"Kayıp Otoban" söz konusu şizofrenik evrenin nedenlerini "acımasızca" sergiler;
bir yanda Yasa ile belirlenmiş simgesel evrenin özne açısından tüm sıkıcılığı ve
katlanılamazlığı diğer yanda da yine bu simgesel evrenin dayanağı olan, ondaki
sıkıcılığı (eksikliği) kapatan fantezinin dayanılamaz tehditkarlığı ve şiddeti.
Fred'in fantezisinin ürünleri olan Pete (kendisinin daha genç ve aktif
bedenlenişi) ve Alice (Fred'in karısı olan Renee'nin fantezide dönüşüm geçirmiş
hali, femme fatale hali) bile Fred açısından dayanılmazdır, burada bile cinsel
yönden başarısızlığa uğrar; Gerçek'in terörü gerçekliğinkinden çok daha
fazladır.
Eğer Klasik noir'da fantezi olarak femme fatale simgesele destek veren yapı ise,
1970'lerde ve çoğu kez bunun bir alt düzeyde tekrarı olan 1980'lerde (örneğin
Kasdan'ın "Body Heat"inde) artık tamamen simgesele dahil edilebilir bir figür
haline gelmiştir. Bu toplumsal ahlak ile ilgili bir durum olarak da
tanımlanabilir; örneğin 1940'ların çok uzaktan ima ettiği ensesti (zengin yaşlı
adam -genç güzel kadın) "Çin Mahallesi" dil düzeyine taşır; 1980'lerde cinsel
imalar pornografik düzeylerde gösterilmeye başlar. Ancak karakterlerin
konumlanışında derin bir değişim söz konusu değildir, değişim toplumsala paralel
ilerler, bu yüzden ideolojisi aynı kalır. Noir filmleri eleştirel göründükleri
noktada bile sistemin fantazmatik arka planı olmayı sürdürürler. Ancak ilginç
bir biçimde karakterlerin (öznelerin) toplumsal duruşlarının değişebilirliğini,
sabit olmadıklarını gösteren yine bir noir filmi oldu. Bunun nedeni tabii ki
filmlerin üzerine çekilmiş Brechtyen bir ciladan ziyade bunun farklı tarzda
anlatı yapısı için bir dayanak noktası yapılması, farklı gerçeklik düzeylerinin
bu sayede gösterilmesinde yatmaktadır:
“…Brecht'in ilk büyük 'öğrenme oyunu' olan Der Jasager'in (Evet Diyen) üç
versiyonu aslında bize bir tür hiper metin/değişik gerçeklik deneyimleri sunmaz
mı?
İlk versiyonda erkek çocuk 'zorunlu olanı özgür iradesiyle kabul eder', eski
vadiye atılma geleneğine boyun eğer; ikinci versiyonda, çocuk ölmeyi reddeder,
eski geleneğin yararsızlığını akılla gösterir; üçüncü versiyonda, ölmeyi kabul
eder, ama sırf geleneğe saygıdan değil, uygun ahlaki gerekçelerle. Dolayısıyla
Brecht, kendisinin öğrenme oyunları'nın sunduğu duruma katılarak, farklı bir
öznel duruşa doğru ilerleyerek oyuncular/eyleyenlerin kendilerinin değişmesi
gerektiğini vurguladığında, aslında Murray'in yerinde bir şekilde 'dönüşümsel
bir deneyim olarak oynama' dediği şeye işaret eder.
Lynch'in Kayıp Otoban'da yaptığı da budur: Film noir'ın fantazmatik evrenini
'aşar', doğrudan toplumsal eleştiri (arkasında acımasız bir toplumsal gerçeklik
göstererek) yoluyla olmasa da, fantezilerini açıkça, daha doğrudan, yani
tutarsızlıklarını maskeleyen 'ikincil perlaborasyon' olmadan sunarak.
Çıkarılacak nihai sonuç, 'gerçeklik'in ve onun yoğunluğunun deneyiminin TEK/BİR
fanteziyle değil, TUTARSIZ fantezi YIĞINLARI ile desteklendiğidir; bu yığın
'gerçeklik' diye deneyimlediğimiz nüfuz edilemez yoğunluk etkisini üretir. Kayıp
Otoban'ın tek bir öznenin bilinçdışı düşlemesi yerine daha temel bir ruhsal
düzeyde ('ilkel' uygarlıkların, yeniden bedenlenme, çift kimlikler, farklı bir
kişi olarak yeniden doğma vb.nin evrenine daha yakın bir düzeyde) yol aldığında
ısrar eden şu New Age eğilimli eleştirmenlere öyleyse bu nihai yanıttır. Bu
'çoğul gerçeklik' laflarına karşı, farklı bir yön üzerinde, gerçekliğin
fantazmatik dayanağının kendi içinde zorunlu olarak çoğul ve tutarsız olduğu
olgusunda ısrar etmek gerek.”[20]
Film son kertede bir öznenin kendisiyle yüzleşememesinin nedenlerin tüm
çıplaklığı ile sergilerken, baştan beri simgesel evreni tutarlı bir yapı haline
getirdiğini söylediğimiz fantezinin arkasına geçer ve oradaki tutarsızlığı
gösterir. Bunun tabii ki tek yolu semptom ile özdeşleşerek işe başlamaktır,
tıpkı Godard'ın "Masculin Feminin" filminde yaptığı gibi. Eğer Lynch'in filminde
Godard'daki gibi açık bir toplumsal eleştiri konumu yok ise, bunun en önemli
-başat- nedeni Lynch'in kendisinden çok, içinde yaşadığımız dünyadadır. Bugün
dünyada yükselmekte olan bir 1968 hareketi, gerçekleşmiş ve bütün Avrupa
düşüncesini etkileyen Çin Devrimi vb.nin olmamasıdır. Ancak sürdürülen yaşamın
yavanlığını verme noktasında Lynch Godard kadar başarılı olabilmektedir.
Kopuş ve Süreklilik
Tüm bunların sonucunda yeni bir sinemadan, yeni bir estetik deneyimden söz
edilecek ise, bunun yolunun ilk başta öznenin / toplumun semptomu ile
özdeşleşerek işe başlamak zorunda olduğu biçiminde verilebilir. Zaten ancak bu
sayede, film izleyicisinin karakterler ile olan özdeşleşme noktaları kırılmaya
uğratılabilir. Diğer türlü ya Hitchcock gibi son kertede semptomla özdeşleşilir
ama bunun hakkında hiçbir düşünce üretilemez; ya da Spielberg gibi bu görmezden
gelinir ve izleyici imgesel ve simgesel özdeşleşmelerin arasında sıkıştırılır.
Sinemanın en temeldeki estetik ve ideolojik problemi de hala burada yatmaktadır;
bunlar hakkında düşünmeye başlamadan sinema hakkında da düşünce üretebilmek,
daha ilk kertede mümkün değildir. Buradan bakıldığında Lynch örneği bize
sinemada kesin bir tarihsel kopuşun gerçekleşmediğini, bir düzeyde devam edenin
(Hitchcock/Spielberg/Haneke –Liberal/Muhafazakar/Faşist) diğer düzeyde de devam
ettiğini (adını anmadığımız Vertov ile Godard ve Lynch) göstermektedir. Bu
kopuklukların altında işleyen sürekliliktir; öznenin konumları değişmektedir;
1900'lerin başındaki Avrupa ve ABD'deki işçi sınıfının devrimci yükselişinden
bugün için söz etmek saflıktır; geylerin, feministlerin,siyahların, öğrencilerin
vb.nin sistemi değiştirebileceğini düşünmek ise komedi; ama sistem, kapitalizm
varlığını devam ettirmektedir, öznelerin ve nesnelerin konumları değişse de
büyük Öteki aynıdır; bu yüzden hala yapılması gereken eleştirel düşünceyi kendi
üzerine de çevirerek, buradan düşünmek ve üretmektir, zayıf da olsa bu yapılıyor
görünmektedir.
NOTLAR:
1. Slolaj Zizek; İdeolojinin Yüce Nesnesi; Metis Yay.; Çev. Tuncay Birkan; 1.
Baskı Ocak 2002; s: 196-199
2. Türkçe'deki karşılığı "küçük öteki nesnesi"dir; ancak gerçek bir nesne değil,
öznenin fantezide sarıldığı nesnedir. Ona asla ulaşamaz ve ulaşmak da istemez
çünkü yoktur ama ulaşmaya çabalamayı sürdürür; çünkü ona tutarlılığını veren bu
nesnedir. Bu ve daha sonrasındaki kavramların geniş açıklamaları için Zizek'in
metnine ve Yeni Başlayanlar İçin Lacan'a bakılabilir; Darian Leader - Judy
Groves; Milliyet yay.; 1. Baskı Şubat 1997.
3. Jouissance'ın simgesi; her ne kadar Türkçe karşılığı "keyif" olsa da kuramda
tam olarak bu anlama gelmez. Çünkü özne bunu acı olarak deneyimlerken, keyfi
çıkartan daha çok bilinçaltıdır. Bunun simgeleşmiş hali için kullanılan kavram
ise; das Ding'dir: Şey.
4. Büyük Öteki'deki eksikliğin, tutarsızlığın göstereni; öznenin fantezide
doldurmaya çalıştığı boşluk.
5. Slovaj Zizek; Çokkültürcülük Ya Da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı;
Çev: Tuncay Birkan; Defter Yaz:2001 sayı:44; s:158.
6. Bu iki grup film için R. P. Kolker'ın "Yalnızlık Sineması" metninde Spielberg
ile ilgili Birinci Bölüm'e bakılabilir. Öteki yay.; Çev: Ertan Yılmaz; Kasım
1999 Birinci Basım ; s: 330 -357.
7. R.P. Kolker; a.g.e.; s: 386.
8. Sinthome: Lacan'ın semptom, aziz, Saint Thomas kavramlarından kendisinin
uydurduğu bir kavram; Özneye tutarlılık veren tek nokta olarak tanımlanabilecek
olan Sinthome, tüm koşullar olmasına karşın başlamayan psikozla ilgilidir; özne
simgesel düzenin yıkımı yerine (psikoz) semptomla özdeşleşmeyi seçer. Bkz. Zizek,
s: 90-91; ve D. Leader; s: 167.
9. S. Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi; s: 140-141.
10. "Richard Roud - Dışlanmışlar" - Ertan Yılmaz (der.) - Jean-Luc Godard - Gece
yay. - 1. Baskı Nisan 1993 s.:31-32.
11. S. Zizek; a.g.e.; s: 104.
12. "Açıklamalar - Selahattin Hilav"; Alexandre Kojéve - Hegel Felsefesine Giriş
- Y.K.Y.; çev:S. Hilav; 2. Baskı 2001; s: 13.
13. Kavramın geniş bir tartışılması için René Girard'ın "Romantik yalan ve
Romansal Hakikat" metnine bakılabilir. Metis Yay; Çev: Arzu Etensel İldem; 1.
Basım -Nisan 2001.
14. S. Zizek; a.g.e.; s: 121-123.
15. Bu konu için bkz. Paul Schrader Notes on Film Noir; Film Comments 8 -Spring
1972; s:8.
16. Kuşkusuz bu üstü örtülü durumun oluşmasında Hayes Yasası'nın rolü büyüktür.
17. Kolker noir'ı bir tür olarak tanımlamaktadır.
18. R.P.Kolker; a.g.e.; s:84-85.
19. René Girard; a.g.e.; s: 15 - Orhan Koçak'ın sunuşu.
20. Slovaj Zizek; Gülünç Yücenin Sanatı: David Lynch'in Kayıp Otoban'ı Üzerine;
Om. Yay.; Çev: savaş Kılıç; 1. Baskı Şubat 2001; s: 68-69.