Yeraltı edebiyatı olmanın da gereklilikleri, zorunlulukları var, başını kuma
gömen yeraltı edebiyatı olmaz!
-Dur gitme, sence nedir Yeni Sinemayı Yeraltı edebiyatı yapan, bu çok ilgimi
çekti?
Sokağın dilini kullanıyor, hatta dili argoya kaçıyor, ama dili ehlileştirilmiş.
Sokağa dönüş var, gündelik hayat anlatılıyor, ama isyanın sesi görüntüden
çıkarılmış.
Plato çekimleri yok, çekimler doğal mekânlarda, ama doğal insanlar yok.
Aşırı pesimist, ama nihayetinde kendi batmışlığı içinde kendinden memnun ve
yaptıklarında kendince başarılar bulabiliyor.
YTS iyiyi yok etti, iyi insanları göremiyoruz bu sinemada, hümanist bir sinema
ise hiç değil. İnsana güvenme, birlikte iş yapmanın hazzı, ekibine inanma…
bunların hiçbiri yok, anti-kahramanlarla eksantrik hikayeler anlatma merakı
tavan yapmış durumda. Değerlerini savunan, mücadele eden karakterler yok,
sürgüne gönderildi onlar, hayatları sürekli yıkıntı yaratan ve kendi içinde
kaybolmuş insanlarla kuşatıldık.
Filmler yıkımla bitiyor, umut kırıntısı bile yok, hatta insanların eylemleri
onların felaketlerini hazırlıyor. Olup bitenden kimsenin bir ders çıkardığı yok,
direne direne kazanacağız yerine, fasit dairede sürüne sürüne öleceğiz, güzel
mi, en azından benim kafam güzel diyen bir anlayış var.
Hangi toplumsal kesim, hangi farklı insan karakteri anlatılırsa anlatılsın,
onların ilişkilerinde ve dünyasında varolan iktidarımız görünmez, zahiri, sanal
kılınmış, dolayısıyla iktidar olmayınca muhalif de yok. Patron yok, işçi yok,
sınıflar yok, çatışmak yok.
Elbette sevgisizlik tavan yapınca, aşk da yok, saplantı, nevroz, platonik aşk
var, o da bezginlik yaratıyor, sonuçta da şiddeti üretiyor.
Yerleşik hiçbir meslek icra edilmiyor, düzenli hayat yok, herkes her şey hareket
halinde, resmen göçebe hayatlar filmlerin merkezinde, hatta daha da ötesinde
tribalizm bile övülüyor ve merkeze konuluyor denilebilir.
Kimsenin meşru, kabul edilebilir, sevilebilir, istenebilir emelleri yok, negatif
ve yıkıcı emeller filmlerin merkezinde, pozitif olanlar ya yok ya da peşinden
gitmeye değmezmiş gibi gösteriliyor, eksantrik değiller yetmez mi?
İdeolojik ayrılıklar / fikir ayrılıkları / dünyayı anlamlandırma farklılığı yok.
Negatif emel çatışması görüyoruz. Toplumdaki temel çelişki ve çatışmalar
filmlerde yok, hatta toplumsal hayat ve gerçeklik üzerinde herhalde tartışmaya
bile değmeyeceği için, insanlar filmlerinde bunu tartışmaya bile gerek
görmüyorlar.
Yönetmenlerle çok fazla söyleşi yapılıyor, ama yönetmenlerin dünya görüşünü,
sanatlarını nasıl anlamlandırdıklarını göremiyoruz bu söyleşilerde. Dertleri
nedir bu yönetmenlerin, neden film çekiyorlar? Bunlar tartışılmaya gerek
görülmüyor, varsa yoksa sanal referanslar ve sanal yıkımlara tanıklık etmek…
Siyasete mesafeliler. Sanat bir mücadele aracı değil. Film eleştirilerinde de
dünyayı görüşü ve sanatı anlamlandırış yok.
Filmlerden toplumsal tartışma çıkmıyor. Doğrudan siyaset yapılmıyor.
Nedensellik zinciri kırıldı. Sonuçları, hükümleri, eylemleri görüyoruz
filmlerde, ama gördüğümüz sonuçların nedenleri yok. Rasyonellik yerini
irrasyonalizme bırakıyor. Akıl düşmanı bir söylem genel bir olgu halin gelmiş
durumda, üstelik bizim tarihimizde ilk kez böylesi bir eğilim genel önerme ve
genel ruh haline gelmiş durumda.
Toplumsal tartışmalara fazla değinilmiyor, doğrudan referans verilmiyor, enine
boyuna tartışma yapılmıyor. Film dili de bu yüzden hiç de saydam değil,
yalınlaşma yok, gerçeğin çarpıcılığı yok. Gittikçe daha fazla kurmaca olan ve
toplumdışı olan önplana çıkıyor. Suskunluk anları filmlerin çok daha fazla özeti
ve hatta filmin en yoğun anına karşılık geliyor, kendini ifade etmek bile çoğu
kere lüzumsuz görülüyor.
Benlik sosyal/toplumsal olandan daha çok yer tutuyor. Bireysel olan toplumsal
olana dönüştürülmüyor. Bireysel olan genel bir karakter haline getirilmeyince,
marjinallik olağan tablonun genel haline dönüşüyor. Yeni Türkiye Sineması,
Travmalı bir kuşağın Travmalı bir Sinemasıdır.
“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin,
tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse
bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu
birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar
yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki
geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü
tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir
handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar
kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.”
Dostoyevski
Bakın dostlar, bir insan tezinde sahtecilik yaptığı için akademik unvanları
alınıyor, Milli Eğitim Bakanı oluyor,
Bir insan sınavda sahtecilik yapıyor, OSYM başkanı oluyor,
Bir insan dolandırıcılıktan suçlanıyor, gece yarısı polis kapısına geliyor,
durun babamı arayayım diyor,
Bir müdür defalarca sivil toplum kuruluşları görevden alınsın diyor, alınmıyor,
ama iktidarın kendince nedenleriyle görevden alınıyor,
Bir insan kültür insanı değil, Kültür bakanı oluyor,
Bir insan yabancı dil bilmiyor, kültür ataşesi oluyor…
Bunlar her millete fazladır, bir yerden sonra insan bir ülkenin vatandaşı olduğu
için utanıyor, yüzü kızarıyor, bunlar çok fazla olan şeyler, olmaz.
Gerçekten bunlar hiç Shakespeare okumadıkları için, bir insanın düşmanının
yiğitliğine saygı duyması gerektiğini bilmiyorlar.
Mücadele olacaksa, mertçe olsun isteriz biz, dostluk da düşmanlık da, ötesi lafı
güzaf.