Bu yıl gerçekten çok tartışmalı geçiyor, asıl üzücü olanı ise tartışmaların bir
gelişmeden, ilerlemeden değil, tıkanmadan dolayı yaşanan yol ayrımlarından
olması.
Son yıllarda festivaller üzerine tartışmalar gittikçe arttı, başta festival
sonuçları olmak üzere, festivallerde gösterilen filmler kadar, hatta hangi
festivalin ne kadar destek alması gerektiği ve ne tür filmleri göstermesi
sürecine kadar bir dizi tartışma gündeme farklı nedenlerle girdi.
Bunların dışında, en yıkıcı olanı bir başka boyutta karşımıza çıktığını
düşünüyorum: Agâh Özgüç’ün deyimiyle sinemamızda bir Çeteleşme var.
Nasıl anlatılabilir? En basit açıklaması şu, genel olarak niteliksel olarak
sıçrama yapamayanlar, ürettikleriyle gündeme girmekte zorlananlar ve elbette
zaten ederi olan mal üretemeyenler özel olarak gruplaşıyorlar ve buradan devamla
sinema dünyasında ilişkiler büyük oranda saydamlığını kaybediyor. Ama bu işin
sadece bir yanı, dahası da var.
İşin ilginç yanı, çeteleşme deyince yalnızca yönetmenler girmiyor, herkesin
aklına bunlar geliyor, ama öyle değil. Bunun ötesinde sinema yazarları arasında,
sinema salonları arasında, yetkili kişiler arasında, festival kuşları arasında
da hizipleşmeler var. Gerçek şu: bu kavganın asıl nedeni pastadan pay almak,
artık ne kadar koparılabiliyorsa.
Geçmişte nasıldı? Geçmişte de bu tip yapılanmalar her zaman vardı, Türkiye’de
sinema her zaman sanattan farklı bir şey oldu, büyük oranda da ekmek teknesi
davasının bir parçasıydı, onun için sektördeki insanlar arasında kavgalar her
zaman vardı, rekabet ise sanatla değil, başka araçlarla daha çok kontrol
edilirdi.
Sinema çok etkili bir sanat toplumbilim açısından, bu nedenle siyasi iktidarın
ilgisinin olmaması düşünülemez. Ama bugün siyasi iktidar meselesinde çok farklı
bir şey daha var: pastanın büyük bölümü onların elinde toplanmış, onların
aracılığıyla dağıtılıyor, bu nedenle aslında hizipleşmenin merkezinde de onlar
duruyor.
Peki, sanatsal açıdan sinemamızın en büyük sorunu nedir? Çok net: tepeden
tırnağa sinemamız yeni metin üretmekte zorlanıyor, hatta deyim yerindeyse
senaryo aşamasında kaçak güreşmek çok önemli, sinemamızın metni büyük oranda
tıkanmış durumda.
Türkiye ideolojik olarak kutuplara ayrılmış durumda, fikir bazlı değil, kişinin
hizbine göre kemikleşmiş önyargıları var, Uğur Mumcu haklıydı, bu ülke bilgi
sahibi olmadan fikir, hatta daha ötesinde hüküm sahibi olanların ülkesi,
dolayısıyla hiziplerin sinemadaki karşılıklarına gidince, farklı dünya
görüşlerine, estetiğe, sanatın yapması gerektiğine, sanatçının rolüne dair değil
ayrışmalar. Böyle şeyler sinemamızdaki hizipleşmeler için fazla ilkeli geliyor,
bizimkiler çok daha pratik, onun yerine görünmeyen parmaklarla iş çözmek çabası
öne çıkıyor, ama o kadar küçük bir sektörüz ki el görünmeyip de ne yapsın? Onun
için dikkat ediyorum, son zamanlarda “deniliyor” diye çok sayıda haberler
yazılmaya başlandı, hiç de iyiye alamet değil bu. Bu da bize has bir
sanat/sinema eleştirmenliği olsa gerek, Adana Film Festivali bunun zirvesiydi,
en çok ilgi odağı olan festivaldeki filmlerin tartışması olmadı, aksine kulis
haberleri üzerine çatlak boy gösterdi.
Diğer yerlerde de aynı şey, artık giderek köşe yazarlığından çıkıyor sinema
eleştirisi, ciddiyetle yazılması gereken yazıların boyları kısalırken magazin
haberleri öne çıkıyor, hatta yorum değil habercilik öne çıkıyor. İşin en
sakıncalı taraflarından birisi bu: çünkü geçmişle büyük bir değişime karşılık
geliyor. Geçmişte magazin ile ciddi sinema yazarlığı net olarak ayrışmıştı,
imzanın da değeri vardı, günümüzde magazin kendi başına bir kulvar olmaktan
çıktı, onun yerine ciddi yorumların/tartışmaların olması gereken yerleri işgal
etti, imzalar da değersizleşti. Artık tartışmalar fikir değeri olan yazılarla
değil, kamuoyunun önündeki atışmalarla yaşanıyor, elbette ki bu sürecin en açık
yıkıntısını sanat/sanatçı yaşıyor.
Pascal’in ünlü bir sözü vardır: Her zaman akıldan çok akıl veren olduğuna göre…
Türkiye’de de şöyle bir durum var, her zaman sanatçıdan daha çok sanatçımsılar
olduğuna göre, her zaman yorumcu/analizci yerine haberci/magazinci, her zaman
işi bilen yönetici yerine sadakatçiler, sanat eserlerini tercih eden seyirciler
yerine ticari filmlerin büyük av kitlesi olduğuna göre… Nasıl siyasette üç
kuruşluk şeyler için ortalık yıkılıyor, gerçek sorunlar tartışılmadan
geçiliyorsa, aynı nedenle üsluplar çok daha kabalaşıp incir çekirdeğini
doldurmayacak ayrışmalar dünyanın iki zıt kutbu gibi gösteriliyorsa, sinemamızda
da dar sokakta siyaset yapmaktan dolayı tilkilerin kuyrukları birbirine değmeden
olmuyor, elbette bu arada sinemamızda mevta olan sanat, estetik ve fikir oluyor.
Sinemamızın uluslararası başarılarını düşününce, eğer birisi Türkiye’ye
uğramadan son yıllarda dünya festivallerindeki başarılara bakarak ne kadar
başarılı bir sistemin olduğunu düşünebilir, oysa Türkiye’de bir sistem yok. Aynı
şekilde sinemamızda hiçbir entelektüel/estetik bütünlük de yok, bir akımdan söz
etmek de zorlanıyoruz, çünkü metnimiz tükenmiş durumda, 1990’lardaki hayli
etkileyici çıkıştan sonra günümüzde metni tükettik, inanılmaz bir tekrarın
içinde gittikçe iddiasızlaşıyoruz. Sinemamızın içinde ise, son derece diyalektik
bir biçimde, metnimizin iddiasızlaşmasını gittikçe hastalıklı derecede iddialı
figürler rol kapmaya çalışmasıyla sonuçlanıyor.
Arkadaşlar metin tükenince, ruh da tükenir, içi boş kavgaların da şiddeti artar,
ayaklarımızın yere basmasını sağlayan metindir.
Sakın bu iş 1968-1982 yılları arasında ciddi bir çıkış yapan Genç Alman Sineması
gibi olmasın, ardından şaşılacak bir tükeniş yaşamışlardı.
Dikkat edilsin, metin tükendikçe, sanat tartışmaları daha da azaldı, magazin de
arttı, nasıl futbolumuzda kalite azalıkça, gittikçe daha çok hakemleri
tartışıyorsak, sinemamızın ruhu, söylemi, metnin derinliği azaldıkça, gişeyi,
ödülleri, magazini daha çok tartışıyoruz. Nasıl televizyonlarda yorum/siyasi
tartışmaların derinliği azalmışsa, gündeme girmek için en önemli siyasal ayrışma
konularında inanılmaz ikiyüzlü çıkışlar oluyorsa işi magazine dökmek için, şimdi
bizim de sinemamızda bunun olma riski var, sanatımızın gündeme girmesini ve
tartışılmasını magazinlere taşıyarak estetiğimizi/ruhumuzu/metnimizi
tüketiyoruz. Tehlikenin farkında mısınız?