İran'da Sinema

1

Bir Arka Bakı


"İran Sineması" başlık olarak alındığında, bu konuda araştırma yapan bir çok kişi, İran sinemasının kökenini 'taziye'ye dayandırma hatasına düşmektedir.

Oysa İran tarihini derinlemesine incelediğimizde, taziyeden binlerce sene evvel İran'da sahne sanatları olduğunu ve bu sanatların taziyeye kaynaklık ettiğini görürüz. Bunların en bilinen ikisi "muğkeşÃ¢n" ve "Gristen-i mugan"dır:
Ahamenit hükümdarı Kembûciye, fetih amacıyla Mısır ülkesine yola çıkar. Onun arkasından Geomata adı verilen kişi, hükümdarın yokluğundan istifade ederek tahtı ele geçirir. Olayların gelişiminden dolayı duyduğu üzüntüden intihar eden Kembûciye, ölümü ile halkın-ın fitilini ateşlemiş olur; sokaklara dökülen halk Geomata'yı öldürür.
Belgelerde aktarıldığına göre; halk bu olanları asla unutmaz ve her sene aynı tarihte sevdikleri hükümdarları Kembûciye'yi yitirişlerini ve Geomata'nın zulmünden kurtuluşlarını bir törenle anarlar. Her şehirde, mahallelerde Geomata'nın yapılan bir heykelini çeşitli seremonilerle ateşe attıkları bu törene "muğkeşÃ¢n" denegelmiştir.

"Giristen-i mugan"a gelince:
Keykâvus'un oğlu Siyavuş'un başına gelen trajik olayların sahnelenmesidir. Hikaye kısaca şöyledir: Siyavuş'un üvey annesi olan Sûdâbe, Siyavuş'a aşık olur. Siyavuş'tan hislerine karşılık bulamayan Sûdâbe, öfkesinden onu hainlikle suçlar. Yapılan muhakeme sonrasında -üvey annesini hazırlamış olduğu mizansenler sonucunda- suçlu bulunur ve İran'dan Turan'a sürülür. Orada, Turan'ın meşhur hükümdarı Efrasiyab'ın adamları tarafından öldürülür. Siyavuş'un öldürülüşü yıllar süren kanlı savaşlara sebep olur.

Siyavuş'un ölümü İran halkı üzerinde büyük bir üzüntüye sebebiyet verir; ölümünün ardından her sene ölüm yıl dönümünde acıklı macerasını genç kuşaklara aktarmak ve unutulmamasını sağlamak amacıyla törenler düzenlemişler ve gözyaşları içinde geçen bu törenler İslamiyet'ten üç-dört yüzyıl öncesine kadar, Maveraünnehr, Horasan ve komşu coğrafyalarında revaç bulmuştur. Muhammed-i İsti'lami de Büveyhoğulları zamanında Kerbelâ şehitleri anısına yapılan "şebihhâni"nin kökeninin yukarıda kısaca bahsettiğimiz "Giristen-i Mugan/Mugların Ağlayışı" olabileceğini söyler.

"MuğkeşÃ¢n" ve "Giristen-i mugan"a bu şekilde değindikten sonra İran'ın en bilinen ve günümüzde olanca şaşası ile devam etmekte olan tören sahnelenişi 'Taziye'ye gelebiliriz: Kerbela'da şehit edilenlerin fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını dile getiren taziye adlı sahnelemeler, Muharrem ve Safer aylarında, Hz. Ali'nin ve diğer İmamların ölüm günlerinde türbelerde ya da taziye için özel tahsis edilmiş yerlerde icra ediliyordu. Taziyeler iyi ve kötünün savaşı; kadere rıza göstermek, isyan etmeksizin çizilmişinde yürümek, ilahi adalete duyulan güven konularını işlemiştir. Sahnelenen iyi ile kötünün mücadelesinde zahiren kazanan kötüyü canlandıran olsa da batınen kazanan iyiyi canlandıran olmakta, orta konum kaldırılmaktadır. Kişi; iyilikten, doğruluktan, güzellikten hak ve hayırdan yana tavrını koymayı bilmelidir. Yoksa kendini diğer kefede bulur.

Taziye, "Seku" adı verilen 10 ila 60 metre arasındaki perdesiz, dekorsuz alanda icra edilir. Oyunlar bu dekorsuz alanda birkaç parça nesne vasıtasıyla sembolik olarak sahnelenir. Hz. Hüseyin'i canlandıran oyuncunun sahnenin üzerinde, onu öldürmek isteyenlerinse bu sahnenin etrafında konumlandığı alanda iki kap su ve birkaç ağaç dalıyla dekor tamamlanır. Hz. Hüzeyin'in canlandırıldığı sahnede oyuncunun, etrafını saran ve onu öldürmek isteyenlere göre yüksekte oluşu, Allah dostunun zalimlere göre mekanını seyirci gözünde zahiren de konumlandırmaktadır. Kaplardaki sular, olayın geçtiği Fırat kıyılarına, ağaç dallarıysa hurmalıklara işaret eder. Bu aynı zamanda sembolik imajın kullanılmasına muazzam bir örnek teşkil eder. Taziyenin her bir anı sembolizm bombardımanı şeklinde geçer. Kahramanların üzerlerinde taşıdıkları aksesuarlardan mekanlara, okunan metin ve kullanılan mimiklere kadar her bir ayrıntı göndermedir. İzleyicisi konuya yabancı olmadığından da bu yoğun sembolizm altında ezilmemektedir.

Taziyenin icrası esnasında yardımcı olarak başvurulan müzik, taziyede önemli bir unsur olarak neredeyse icra esnasında izleyicilere gelip, sahneler konusunda ipuçları veren, sahnenin gelişimi konusunda onu önceden aydınlatan bir öneme de sahipti. Sahneler müzikle birbirine bağlanmakta ve önemli sahnelerin altı notalarla çizilmekteydi. Seyirci; mücadelenin, savaşın, meydan okuyuşun, yenilginin ayırdına metin haricinde bu müzik yordamıyla -da- varmaktaydı.

Taziyelerde, Buşehr taziyeleri hariç, kadın oyunculara yer verilmemiştir. Dokuz yaşına gelmemiş kız çocukları her ne kadar oyuncu olarak kullanılabilir olsalar bile bu pek tercih edilmemiş, kadınların kadın elbiseleri giymiş erkekler tarafından canlandırılmaları yoluna başvurulmuştu. İslam'ın erkeklerin kadın giysileri giymemeleri onlara benzememeleri ve müzik hakkındaki hadise dayandırılan hükümleri bir takım tartışmalara sebep olduysa da, Kerbela Şehitleri'nin anısına düzenlendiğinden ulemaca cevaz verilmiştir.

Her ne kadar kadın karakterler kadın oyuncular tarafından canlandırılmadıysalar da yok da sayılmamışlardır. Aşura gününün ikindi sonrasında kafilede kalan tek erkek Zeynel Abidin'in hastalığından sebeple kafile liderliği Hz. Zeynep'e bırakılmıştır. Hz. Zeynep'in bu rolü, ulema tarafından reddi imkanı bulunmayan bir belgedir. Bu konum bir motif olarak kalmış, kabul edilmiş ancak çok uzun bir süre hayata ve hayata dair hemen hemen hiçbir şeye adapte edilememiştir. Bu motif, kadının İran sahne sanatlarında erkekler tarafından bir figür olarak canlandırılmasından, kadınlar tarafından canlandırılmasına geçilen süreçte kadınların sahnede kendilerini canlandırmalarında bir sakınca olmadığını öne sürenlerin kadına toplumda daha fazla sosyal hak isteyenlerin en önemli argümanı olmuş, bu argüman Ayetullah Mutaharri ve başka birkaç alim tarafından da Kerbela'nın bir erkek-kadın tarihi olduğu ve kendi alanlarında bu tarihi birlikte kurdukları şeklinde destek bulmuştur.

Bunlardan başka Türk tiyatro geleneğindeki Karagöz oyunlarına benzeyen ve bölgelerle şehirlerin aralarında ki kültürel ve yörel özelliklere göre farklılıklar gösteren (ileriki sayfalarda kısaca da olsa bir gölge oyunu tarihi sunacağız) "Çihar Sanduk, Arûsî-yi Hâlû, Pehlivan-ı keçel" gibi gölge oyunları da mevcuttu. Bunların gece oynanan bir türü vardı ki buna da "Heymeşebbâzi" denirdi.

İran'da sinema sektörü temelleri, Şah'ın 13 Nisan 1900'de Avrupa seyahatinde, Fransız Sarayında kendisi şerefine yapılan özel sinematograf gösteriminden fazlasıyla etkilenmesiyle atılmıştı. Şah sinematograf –cinématographe- denilen, hem film çekip hem de gösterimi yapabilen bu "oyuncak"tan çok etkilenir ve seyahati esnasında yanında bulunan saray başı fotoğrafçısı Mirza İbrahim Han'a bu aletten alma emrini verir.

18 Ağustos 1900 senesinde Belçika Ostend'de Şah'ın ziyaretini belgeleyen saray fotoğrafçısı Mirza İbrahim Han'ın Fransa'dan alınmış olan Gaumont kamera ile çektiği "belgesel" nitelikli ilkel film İran'ın sinema tarihinin başlangıcı olarak alınır.

Şah'ın İran'a dönüşünden sonra Mirza İbrahim Han tarafından çekilen "Saray Hayvanat Bahçesindeki Arslanlar" ya da çeşitli kutlama gösterileri Sarayda İran kaymak tabakasına gösterilir. Ancak belirttiğimiz gibi bu gösterimler sarayın içerisinde olup, aristokrat kesime hitap ettiği için bu dönemde yapılan gösterimler zenginlerin eğlenme metodu olmaktan öteye geçmemiştir.

1900 senesinde misyonerler tarafından Tebriz'de şehrinde açılan "Sali" sinema salonu halka gösterim yapmaya başladı.
Bu yıllarda sinemanın inanç mekanizmasıyla bağdaş-a-mayacağını düşünen halk, sinemaya mesafeli kaldı ve ilgi alanına dahil etmedi. Bu anlamda sinemanın yaygınlaşması gayrimüslimler vasıtasıyla gerçekleşti. Özellikle kuzey komşusu Sovyetler Birliği'nin İran sinemasının oluşum dönemlerinde önemli katkıları söz konusudur.

Sinematografın İran'a girişinden dört sene sonra, 1904'de Mirza İbrahim Han tarafından Çeraggaz Caddesinde, "Çeraggaz" sineması salonu açıldı. Fransız şirket Pathe'ye ait filmlerin gösterimlerinin yapıldığı bu salon, modern anlamda İran'ın ilk sinema salonudur da.

Adı geçen sinema salonunu ömrü kısa oldu lakin, bir ay gösterim yaptıktan sonra kapatıldı. Bunda Mirza İbrahim Han'ın Meşrutiyet taraftarı olduğunun iddia edilmesinin önemli etkisi vardı.

Tahran'ın ikinci sinema salonu, Çeraggaz'dan üç sene sonra 1907 senesinde, sarayın, Mirza İbrahim Han'dan sonraki fotoğrafçısı olan Rusi Han tarafından açılmıştır. Farus adlı bu sinema salonunda Rusi Han, Sovyetler Birliğinden getirttiği filmlerin gösterimini yapıyordu. Avrupa'da sinema konusundaki gelişmeleri yakından takip eden Han, filmleri müzik eşliğinde göstermek maksadıyla bir viyolacı ve bir piyanist tuttu.

Bunları 1912'de Erdeşir Han'ın Tebriz'de açtığı salon izledi. Hurşid [Güneş] adlı sinema salonunda kadın matineleri başlatıldı. Ali Vekili bunu bir adım öteye taşıyarak kadınlara özel bir sinema salonu açtı. Yeni Salon Sipah'ta Rusi Han geleneğini takip ederek filmleri müzik eşliğinde sundu. Bunu yaparken de iki müzisyen yerine bir orkestra ile çalıştı. Vekili, İran'ın ilk sinema dergisi "Sinema ve Gösteriler" için de yayın hakkı başvurusunda bulundu.

Alinaki Veziri'nin 1925 de Lalezar Caddesi'nde açtığı kadınlara mahsus "Sanat Sineması"nın yanmasının ardından Mutezedi tarafından (Han Babahan Mutezedi, İran'ın üçüncü kameramanıdır, diğer kameramanlardan günümüze bir şey kalmamışsa da Mutezedi'nin kimi çalışmaları günümüze ulaşmıştır.) "Peri" isimli, kadınların sağ taraftaki koltuklara, erkeklerinse sol taraftaki koltuklara oturduğu salonu açıldı. Ve Mutezedi'nin film alt yazılarını orijinal dillerinde Farça'ya tercüme çalışmaları olduysa da bu ülkenin sahip olduğu düşük okur-yazarlık oranından yine üst sınıflara yönelik bir hizmete girişilmiş olarak kaldı.

1930'lara geldiğimizde Ermeni asıllı İranlı Avanes Ohanyan, Sovyetler Birliğinde Moskova Sinema Akademisini bitirmiş, İran'a dönmüştür. Mevcut şartların çalışmaya uygun olmamasından dolayı bir sinema vakfı kurmakla işe başlayan Ohanyan, bu vakfın çevrilen filmlerde oynatılmak üzere aktör ve aktris yetiştirmesini ön plana koymuştur. Ama bu çok önemli adım hedeflediği başarıya ulaşamamış, Ohanyan ve Said Nafi'nin eğitmenliğini yaptığı okul sadece 16 öğrenci sayısına ulaşabilmiştir.

Ohanyan, sinematografçılığını, Motazedi'nin, yapımcılığını Elidzeh'in ve oyunculuğunu Zorabi ve Sohrabi'nin yaptığı 35 mm'lik siyah-beyaz; biri uzun diğeri kısa olan iki adamın başına gelen komik olayların anlatıldığı, özde Danimarka menşeli komedi filmlerinden "Pat ve Patoş"un kopyası olan "Abi ve Rabi" İran'ın ilk uzun metraj sessiz filmi olmuştur.

Mayak Sinemasında gösterime giren filmin yarattığı sükse Ohanyan ve ekibini "Hacı Ağa Aktor-i Sinema"yı çekmeye itti. Bu filmin senaryosu Sadık Hidayet'in politik bir taşlama olan "Hacı Ağa" romanına dayanmaktadır. Günün sinema sorunlarını perdeye taşıyan, sinemaya karşı ahlaki sapma suçlamaların irdeleyen, ikircikli tavra dikkat çeken, teknik açıdan dönemin tüm inceliklerine sahip bir filmdi.

Film. Kaçar Hanedanlığının son dönemleriyle Rıza Şah dönemini güvenlik açısından kıyaslayan Hindistan'da 1933 de çekilen "Duhter-i Lor / Lorlu Kız" adlı İran'ın ilk sesli filmi ile eş zamanlı vizyonlanışı sebebiyle istenen başarıyı gösteremez.

Bu yıllar İran'da sinema sektörüne Avrupa ve Amerikan sinemasının giriş yıllarıdır aynı zamanda. İranlı yönetmenlere arkasına bürokrasiyi almış yabancı şirketler tarafından zorluklar çıkarılır. Yerli filmlerin gösterimleri için şart koşulan izin belgelerinde alınan ücretler yükseltilir. Bunun sebebi, yabancı şirketlerin İran pazarına tek başlarına haki olma istekleri olduğu gibi, Sosyal Mühendislik planlarıdır da. Sinema; tüketim kültürünün ülkeye, özellikle de zengin kesime yayılması amacıyla Truva Atı olarak kullanılmıştır. Filmlerdeki kadın ve erkek karakterlerinin giyim kuşam ve saç kesimlerinden etkilenen varlıklı kesim bu ürünlerin ve Paris modasının son ürünlerinin bulunduğu yabancı ortaklı dükkanlara daha çok rağbet etmiş; bununla maddi kazanımlar sağlarken giyim-kuşam yaşam tarzı adına ulusal bir ithalcilik başlatılmıştır. Bu dönemde, üst tabak insanlarının taşıdıkları batı etiketi yüksek statünün belgesinin sembolü olarak kabul görüyordu.

Bu yıllarda Amerikan hayranlığı toplumun çeşitli kesimlerinde ivme kazandı. Filmler vizyona girerken tanıtımlarında oyuncuların giysilerinden, eşya ve makyaj malzemelerinden bahsediliyordu.

1930-1950 yılları arası Tahran'da 22 sinema açılmıştı. Artan sayı hükümetin 1935 de ilk sinema yönetmeliğini yayınlamaya itti. 1936 da 100, 1947 de 200, 1950de 400 yabancı film vizyondadır.

Rıza Şah'ın Nazi Almanya'sına yakınlığı Alman şirketlerini İran piyasasında faal hale getirdiyse de Rusların İran işgali bu süreci yıkar. Yönetim değişikliği ithal film furyasında aynı değişikliğe sebep olmadığı gibi çeşitlemeye yol açar: Doğu Bloku Ülkelerinin filmleri gerek yönetim değişikliğinden gerekse ucuz olmalarından dolayı revaç bulduysa da bu dönemde II. Dünya Savaşından Amerikanın galip çıkmasına kadar sürdü. Sektör her zaman galibindi.

Dönemsel olarak İran'da petrolün millileştirilerek İngiliz emperyalizmi ile mücadele edilen Musaddık dönemi yerli sinemanın ikinci dönemi olarak ele alınır

İkinci Dönemde İran filmleri hâlâ çağın gereklerine uzak şartlarda çekilmeye çalışılıyordu. Amerikan sinemasının teknolojik üstünlüğünün aşılmasının imkansızlığına inanan sinema yapımcıları ve gösterimciler şarkı ve dans sahneleriyle İranlı izleyicinin dikkatini çeken Mısır sinemasına ve Mısır sinemasının üslubuna yöneldiler. Bu dönemde bir açılım olarak kabul edilen Farsi Film akımı piyasaya egemen oldu.

Bu filmlerin prototipi Şermser İsmail Kuşan tarafından çekilerek 1950'de Farsi Film etiketi ile sinemaseverlerle buluştu. Gösterdiği gişe başarısı yerli sinemada yeni bir dönemin başlangıcını imlemekteydi. Farsi Film; düşük bütçeli, sınırlı mekanlarda, film istenen uzunlukta olmadıysa sonradan sahneler eklenen; bizde de bir zamanlar revaç bulan, Emrah, İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay'ların başroller oynadığı, "trajedi" ! kökenli filmleri anımsatan, "fakir ama onurlu genç", "kötü kalpli zengin adam", "biçare yetim", "zengin, güzel ama hayırsız aşık", hapishane, genelev, şarkı ve mahkeme sahneleri, arasında gidip gelen-niteliksiz, avam-filmlerdir...
Bu filmlere; tahsilsiz, cahil ve perdedeki "zavallı"yla kendi arasında paralellikler kurmaya meyilli kesimler ilgi duymaktaydı. Diyalogların halk dilinde yapılması, İran'a özgü ailesel yapıdan meydana gelen tartışmalara duygusal yaklaşımlar, ahlaki mesaj kaygısı alt tabakayı bu filmleri izlemeye sevk ediyordu.

Farsi Film, içerik ve teknik açılardan her türlü zayıflığına rağmen Amerikan sinema endüstrisine ve yapıtlarına olan tepkiden beslenmesini bilmiştir.

Uluslararası sinemada 40'lı yıllarda Farsça altyazılı olarak gösterime soktukları filmleri 50'lerde Farsça seslendirerek seyirci tabanlarını genişlettiler.

19 Ağustos 1953'de Amerika, Musaddık'ı devirdi. Bu dönemde çekilen eskiye nazaran daha nitelikli filmlerle ilerleme kaydeden milli sinema yeniden duraklama dönemine girdi. Yabancı tahakküme ve sömürüye karşı milliyetçi ve dini akımları zayıflatan bu darbe beraberinde ağır bir sansür getirdi.

Sansür çekincesi İranlı sinema yapımcılarını Farsi Filmler çekmeye, çekilen filmlere halkın ilgisizliği ise film yapmakla uğraşmak yerine ithale sevk etti.

Bu senelerde yapılan "Tahran Geceleri" İran sinemasının zamanındaki teknik gelişmelerin göstergesi sayılır. Dr. Kuşan'la Yasemi'nin 1955 de çektikleri "Emir Arslan" filmi on yıl boyunca İran sinemasının en çok izlenen filmi olunca, çağdaşları, tarihi ve efsanevi konulara yöneldiler.

Huşenk Kavvasi tarafından çekilen "İdama 17 Gün Kala [1956]" ve 1958 de Gafferi'ce çekilen "Şehrin Güneyi" filmlerinin doğurdukları tartışmalar "nitelikli sinema"yı zayıflatan ve sektörel sinemayı ön plana çıkaran bir sürecin başlangıcı oldu.

1957-1963 yerli film sanayinin gelişme dönemiyken, ithal filmlerdeyse Sovyet egemenliği söz konusuydu. Bu dönemlerde sinemada ahlaki yozlaşma ile mücadele amacıyla kurulan devlet kurumları konumlarını aşarak her türlü sosyo-politik göndermeye sahip filmin önüne set çektiklerinden, Farsi Filmler olanca hızıyla devam etti. Bu filmlerin birbirlerini tekrarlayışı seyircisini, İtalyan, Mısır ve Hindistan filmlerine yöneltti. Yapımcılar yaşadıkları bu krizi yeni oyuncular kullanarak aşmaya çalıştılar.

1962'de Sinema Yapımcıları Derneği devletten karşılık bulmayan yabancı filmlerin ithalinin sınırlandırılması talebinde bulunur, Farsi Filmler yavaş yavaş destan, efsane ve pehlivanların hayatlarını konu alan görece olarak halkın değerleriyle örtüşük filmlere yönelir. Muhammed Ali Ferdin'in başrolde oynadığı bir Yasemi filmi olan 1965 yapımı "Karun'un Hazinesi" filmi bir sene gösterimde kaldı.
Şah'ın toprak reformunu izleyen günlerde yabancı şirketler İran'da şubeler açmaya başladı. 60ların son demleri Lübnan iç savaşında o zamana kadar Ortadoğu'nun sinema pazarı olan Lübnan sinemasının çöküp yerini İran'ın almasına şahit oldu.

60ların ortalarında Hint filmleri, 70lerde Hong Kong filmleri revaç buldu.
1969 sonları ise "yeni dalga" olarak adlandırılacak akımın doğum tarihidir. Bu akımın gösterge filmi olan Mesud Kimiya'nın "Kayser" filmi bu yıl çekilmiştir. Bu akımın ikinci sarsıcı filmi ise Daryuş Mehrcui'nin geçim sıkıntısı çeken bir çiftçinin ineğini kaybetmesi ile ona ruh ve bedenen vücut kazandırmaya başlamasının konu edildiği "Gâv / İnek" dir.

"Gâv"ın ardından aslında on yıl önce başlamış olan toplumsal gerçekçilik yeni bir hız kazandı. Kültür ve Sanat Bakanlığı tarafından desteklenen bu filmin aynı bakanlık tarafından yasaklanması da kelimenin tam anlamıyla bir trajedidir.

Yasaklanan bu filmin uluslararası arenada ilgi çekmesi İran'da iç huzursuzluk yaratırken, ardısıra nitelikli filmlerin üretilmesinde de itici güç olur.

Yeni Dalga filmlerinin etkisi ile şekillenen on yılın ardından MCA ve Ulusal İran Radyo ve Televizyonu kuruldu. Televizyon kraliyet mensuplarınca yönetilip petrol gelirleriyle finanse edildi. Bu kuruluşlar sinemayı teknik ve kültürel anlamda çok yönlü olarak geliştirir. Gene bu yıllarda hükümet devletin yönetimindeki şirketler üzerinden yatırım yoluyla da olsa sinemacılığa girişti. Bu süreç İran'da kaliteli filmlerin yapıldığı döneme tekabül etmektedir. Aynı dönemde bir ilk olarak kısa metraj ve canlandırma filmler de üretilmeye başlanmıştır.

Aynı yıllarda İran'da film okulları ve bir süper 8 film ağı kurulur. Zamanla mevcut devlet-sinema ilişkisinden rahatsız olan ve sinemanın bağımsızlığını savunan Yeni Dalgacılar, "Yeni Film Gurubu"nu oluştururlar.

1970lerde İran film endüstrisi yeni-yine- sancılı bir sürece girer: ithal filmler yerel sinemanın önüne geçmeye başladığı gibi, elde edilen gelirin büyük kısmı da vergiye gitmektedir. Ham film ve teknik teçhizat fiyatları yüksek olduğu gibi, asıl sorunu teşkil eden nokta, çekilen filmlerin yıllar süren sansür kuyruğudur.

Yeni dalgacılar bu sansürel yapıyı atlatabilmek amacıyla yapıtlarında simgesel-örtük bir anlatıma yöneldiler. Bunun faydasını da gördüler ancak halk anlayamadığı bu filmlere mesafe alarak ithal filmlere yönelir.

1972'de Arbi Evansiyan İran sinema tarihine entelektüel film denemesi olarak geçen ve beş gün gösterimde kalan, temsili anlatımıyla eleştirildiğinde "bu filmi ben kendim için çektim" diyeceği, "Çeşme" filmini yapar. Eleştirmenlerce "şiir gibi" tanımlanan film maalesef ki ilgi görmedi. Eleştirmenler bu filmi İran için erken bulurken bir sene sonra Sohrab Şehid Saless'in başsız-sonsuz filmi "Yek İttifak-ı Sade" vizyoma girdi ve aynı kaderi paylaştı.

Devrimi yaşayan ilk günlerde sinema bir mahkumiyet ve acziyet içerisindeydi. Gelenekçilerin sinemayı (burada gelenekçiler, tradisyoneller anlamındaki İslami Hikmet ile ilintili değildir) ülkeyi sömürüleştiren bir düzen olarak görmesinden dolayı 7.Sanat İran'da devrimci sistemin hedef noktası oldu. 1978'de Aboden'de Reks Sinemasında Kimyayi'nin "Geveznha / Geyikler" isimli 1976 yapımı filmi gösterilirken yangın çıktı. Salondaki 700 seyirciden 600'ü yanarak öldü. Sonraki günlerde Tahran'da 25'den fazla sinema salonu kundaklandı. 79'da Şah rejiminin desteğiyle İran genelinde 200'e yakın sinema salonu aynı şekilde yakıldı. Bu infial dalgası içerisinde ithal ve yerel filmler nerdeyse tam anlamıyla yasaklatılırken artık İran sinemasında kadın perdeden siliniyordu.

Ülkesinde beklediği ilgiye kavuşamayıp çalışmaları sansüre uğrayan Sohrab Şehid Saless ve "Devade", "Ab, Bad, Hak" filmlerinin yönetmeni Emir Nadiri gibi yönetmenler batı ülkelerine göçe başladı.

Göçen bu sinemacılar, yaşadıkları psikoloji doğrultusunda Sürgün Sineması olarak adlandırılan bir tür yarattılar.

Bu zamanlarda Ayetullah Humeyni'nin sinemaya karşı olmadıkları, sinemanın Pehlevi rejimince kötüye kullanılmasına karşı çıktıkları açıklamasını yaptı. Kendiside bir sinema sever olan Humeyni zamanında video gösterimine izin veren kanun onandı! 1983 senesinde sinemaya dair yerli ve yabancı her şeyi bünyesinde barındıran, yöneten ve kontrol eden Farabi Sinema Vakfı kuruldu: Farabi Sinema Kurumu (FCF) etkinlikleri sinema ve film endüstrisinin tüm yönlerini kapsamaktadır; düşük faizle borç verir, hammadde sağlar, kamera ekipmanları ödünç verir, yapım öncesi birimleri sağlar, çeşitli sinemasal edebiyat basımı yapar ve film festivallerini sponse eder.

FCF aynı zamanda tüm dünya üzerinde İran sinemasını tanıtmak ve pazarlamaktan da sorumludur. İran filmlerini festivallerde tanıtmak, bu filmleri değişik ülkelerde oynatmak, film pazarlarına katılmak ve İran filmlerinin dünya üzerinde satışlarını yapmak uluslar arası etkinlikleri arasındadır.

FCF, yabancı yapımcılarla ortak projelere de girer ve İran'da tiyatro ve video filmlerinin tek ithalatçısıdır. Yılların üretken etkinliği ile FCF, yerel film endüstrisi ile ilgili başlıca kuruluş ve yurtdışında İran sinemasının ana temsilcisi olmuştur.

86 sonrasında FCF nin de yoğunlukta olan etkisiyle film sayılarında gözüken artış yapımların niteliklerinde de mevcut bulunmaya başlamıştı. Yakın gelecekteki İran sinemasının devleşecek isimlerinden biri olan Mohsen Makhmalbaf'da İslam Devrimi Sonrası yönetmenleri arasında yerini alarak en çok tartışılan isimlerden biri oldu.

Kendini "toplamaya" başlayan İran sinemasında kadın, perde de ve kamera arkasında yerini aldı.

İran sineması; yaşadığı gelişmelerle, teolojik, ideolojik, sosyo-siyasi harmanlı tematik yapısıyla dünya sinema kamuoyunun da dikkatini çekmeye başladı.

Bu yeni yapılanma sürecinin olumlu getirileri kısa zamanda kendini gösterdi: artık sinemalar ve sinemacılar daha iyi para kazanmaya başlamışlardı; sinema kâr getiren bir sektör konumundaydı. Bunu, İran bankalarının film yapımcılarına uzun vadeli borçlar vermesi de belgelemekteydi.

Hükümet sinemayı desteklemek amacıyla düşük kaliteli dublaj yapımını önleme girişimlerinde bulundu. Tüm bu önlemler İran filmlerinin festivallere gidebilme olgunluğuna erişmesine destekçi oldu. Özellikle devrim sonrası yönetmenlerin filmleri övgüler kazanmaya başladı.
Elbette bu topraklarda geçmişin kötü bir mirası olan sansür ortadan tam anlamıyla asla kalkmadı; 1989'da bir hafifleme yaşandı, kambur ağırlık yitirmişti: kendini ispat etmiş sinemacıların senaryoları sansür kuruluna girmemeye başladı.

209000 kişiye bir sinema salonunun düştüğü bu coğrafyada atılması gereken sonraki adım elbet yeni sinema salonlarının açılması olmalıydı. Ama bu, Irak'la savaşmış, Körfez Savaşından ekonomik yaralara almış, Kuzey Amerika tarafından boykotlanan ve kendini yeniden inşa etmeye çalışan hükümetin alacağı kararların çok uzun vadelere yayılmasına neden olmaktaydı...




Şenol ERDOĞAN
[Şeyh Bedreddin Film Kolektifi - ŞBFK]
http://www.seyhbedreddin.net

Her Hakkı Açıktır... Yazar Adı, Web Site Ve ŞBFK Kaynak Gösterilerek Kullanılabilir...