Tunceli’nin Pülümür İlçesi, Doğanpınar köyünde yaşayan ve Asık olarak
adlandırılan, bir takım kişilerce Çingene, bir takım kişilerce Alevi halk ozanı
( Aşık) kendilerince de Balaban aşiretinin mensubu olan 4 kişilik bir ailenin,
etnik kimliklerinden dolay köylüler tarafından uğradıkları ayrımcılığı
aktarmaktadır. Filmin kaba montajı bitmiş olmakla birlikte müzik için izin
alınması, küçük bir takım eksikliklerin, hataların giderilmesi, “eksik bir
şey”in bulunarak tamamlanması gibi nedenlerle Ocak 2009 da ancak –yer
bulunabilirse- gösterilebilecektir… Gelişmeleri www.pirdesur.com adresinden
izleyebilirsiniz…
Nıka Waxto Asıkuno !
Şimdi Asıklar Zamanı !
Kimine göre Çingene, kimine göre Aleviliğin yayılmasında en önemli rolü
üstlenmiş olan Aşıkların torunları, onlara göre ise Balaban Aşiretinin üyeleri…
Etnik Köken olarak kim oldukları tartışması hep sürse de, ten renklerinden
dolayı Dersim’de “Asık” adı verilen insanların ayrımcılığa tabi tutuldukları bir
gerçek…
Yıllar önce kendisini Marksist olarak tanımlayan bir Çingene ile yapmış olduğum
bir söyleşi sırasında, “Ezilenlerin, sömürülenlerin de sömürdükleri olur mu ?
Olur ! Çingeneler tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, baskı gören, ezilen
halklar tarafından bir kez daha eziliyorlar” cümlesi oldukça şaşırtmıştı beni.
“Irkçılık” gibi gündelik yaşamda bizim de bir çok olumsuzluğunu yaşadığımız ve
nalet ettiğimiz bir baş belası duruma biz de farkında olmadan düşmüş olamaz
mıydık ? Bir Musevi’ye, “Bütün Museviler zengin midir ? “ sorusunu sorduğumda,
bu tavrın altında bilinçaltlarımıza yerleş-tiril-miş olan Gizli ırkçılığın ne
kadar etkisi altında olduğumuzu, farkında olmasak da bir takım insanlara yönelik
ayrımcılığı, onları ırklarına, etnik kökenlerine göre değerlendirdiğimizi fark
etmemiştik. Ama bir realite vardı ki, o da Anadolu’da hakim etnik kimliğin
ayrımcı, ırkçı yaklaşımlarından sitem ederken, kendimiz farklı etnik kimliklere,
grup yada kişilere karşı, tüm aksi iddialarımız ve düşüncelerimize rağmen
–farkında olmadan da olsa - ayrımcılık uyguladığımızdı. Aynı günlerde,
Anadolu’da yaptığı etnografik araştırmalarıyla bilinen ve Çingeneler üzerine
uzman olan Rüdiger Benninghaus, bu tartışmaya Kürt bölgelerinde yaşayan
Çingenelerini Örnek göstererek katıldı. Asık, Dom, Qereçi, Mitrip gibi farklı
isimlerle tanımladıklarını belirtti. Benninghaus, Kürt illerinde yaşayan,
Kürtçeyi konuşan Çingenelere yönelik tanımlamamızda ise “Kürt Çingeneler”
tanımlamasının yanlış olduğunu, “Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde” yaşayan
Çingeneler” dememizin daha doğru bir yaklaşım olacağını belirtti. Bugüne kadar
dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Çingenelere dair araştırmalar yapılmış olsa
da, Kürt illerinde yaşayan, onlarla aynı dili konuşup, aynı değerlere, inanca
sahip insanların varlıkları bilinse de, bunlara dair tek bir makale dahi
yayınlanmadı. Bu yazı ise, Dersim, Pülümür’e bağlı Doğanpınar köyünde yaşayan 4
kişilik bir aile fertleriyle yapılmış söyleşilerden ve birlikte yaşadıkları
köylülerden yapılmış söyleşilere dayanılarak hazırlanan Muyaşa adlı belgeselin
kısa bir deşifresi , hikayesi olarak hazırlandı.
Aşıklıktan Asıklığa giden yol
Mehmet, Kibar Kopuz ile çocukları Murat ve Barış Gezici. Bu gün hala Pülümür’ün
Erzincan ovasına hakim Doğanpınar köyünde yaşayan ailenin 4 ferdi. Karma karışık
bir hikayenin, çok bilinmezli bir denklemin parçalarını oluşturuyor. Eski
sahiplerinin terk ettikleri “eski köy” de yıkık dökük de olsa, sahibinin ölmeden
önce “ölünceye kadar” yaşaması için kullanımlarına açtığı bir evde yaşıyorlar.
Tüm köy halkı ise 1993 Yılında meydana gelen Erzincan Depreminin ardından devlet
tarafından yapılmış deprem konutlarında. “Ayrımcılık” olgusunun en somut
göstergelerinden birisi olarak kabul edebileceğimiz bu “ayrı dünyalardaki yaşam
alanları, uğradıkları haksızlığın sadece bu güne dair olmadığı ve “bir süredir”
var olduğunun da göstergesi aynı zamanda. Köylülerden Kamer Yıldırım, Kopuz
ailesiyle ilişkilerini anlatırken, “köy halkının kendilerine yardımcı
olmadıklarını” biraz utana sıkıla “şey ettiler” gibi muğlak cümlelerle
anlatıyor. Biraz açmasını istediğimizde ise “Deprem konutları yapıldığı zaman
onlara burada konut verdirmediler” gibi ürkütücü bir cümle çıkıyor ağzından.
Ancak devamını getirmesine “dışarıdan” bir müdahale ile izin verilmiyor ve
susuyor… Duyumlardan yola çıkarak gittiğimiz köyde bu kadar bariz bir
ayrımcılıkla karşılaşacağımızı açıkçası hiç tahmin etmiyordum. Bu ayrımcılığı
daha iyi anlayabilmek için buraya not edip filmi başa almalı ve bu gün “Asık“
olarak adlandırılan insanlarımızın hikayesini baştan ve kendi ağızlarından
dinleyerek bu güne getirmemiz daha da anlaşılır kılacaktır.
Aile reisi olan Mehmet Kopuz, kendilerini Balaban Aşireti’nin üyeleri
olduklarını söyleyerek başlıyor hikayesine. “Balaban Aşiretinin ilk ortaya
çıkışı dört kardeş ile oluyor. Hasan, Hüseyin, Süleyman ve bu gün Aşık olarak
bilinen dördüncü kardeş. Diyarbakır’dan buralara gelen Türkmen yaylacıların
kızlarına aşık oluyor. Kız ile evlenmek istese de buna izin verilmiyor. Bizim
aşık oğlan, aşkından vazgeçmiyor ve onları takip ederek Diyarbakır’a kadar
peşlerinden gidiyor. Kızın da üyesi olduğu Türkmen aşiretinin Ağasının yanına
çıkıyor ve durumunu anlatıyor. ‘Kendisinin halk aşığı ( ozan) olduğunu, Türkmen
kızına aşık olduğunu ancak kendisine verilmediğini onları takip ederek
Dersim’den buralara kadar geldiğini’ belirterek yardım istiyor. Ağa ise ondan
ozanlığını –Aşıklığını- ispat etmesini isteyerek, “Eğer ki bana Halk Aşığı
olduğunu ispatlarsan o kızı senin için gider isterim” diyor. Bunun üzerine bizim
Aşık dedemiz kızın çeşmeden su alıp getirmesi üzerine yaptığı besteyi
seslendiriyor.
Ey sevgilim
Sallanıp suya giderdin
Eylenip seyran ederdin
Elmas ellerine kınalar yakardın
Kız da, buna yanıt veriyor, diyor ki “Bende senin yarin olduğum için yad ellere
bakmam”
“Kaldırdı büyük anam / Yüklendi göçüm var / Şükür olsun mevlaya /Yanımda da
yarim var.” Bu besteyi dinleyen Ağa aşıklığına (ozan) , kıza da aşık olduğuna
inanıyor ve Tanrının emrini yerine getirmek için gidip kızı istiyor. Türkmen
kızı ile Aşık dedemizin düğünlerini de oradan yapıyorlar. Bu nesilden Doğan
insanlar ise dedelerinin mesleğini, yani aşıklığı devam ettiriyorlar ve bu güne
kadar bu meslek böyle geliyor” Aslında Mehmet Kopuz’un aktardığı bu hikayenin
son bölümü hariç tamamıyla gerçek. Son bölümde bahsettiği Aşıklık mesleği,
geleneği ise isimleri “asık” olarak kalmış olsa bile bu gün terk edilmiş
durumda.
Bu gün kendi köylerinde uğradıkları ayrımcılıktan dolayı, 3-4 km ötedeki Bük
köylülerinin verdiği iş ve köydeki Cemevi’ne gelen lokmalarla hayatlarını devam
ettiren yurttaşlara neden “asık” dendiği konusunda Cemevi dedelerinden olan Ali
Rıza Büklü’de Mehmet Topuz’u destekler açıklamalarda bulunuyor. Büklü, “Bunlar
Asık ( Çingene ) değiller. Bunlara neden “Asık” denmiş biliyor musun? Dedeleri,
“Aşık” ( ozan ) olduğu için eskiden “Aşıklar” deniyormuş. Ama sonra “ş” sesi
düşer ve “Asık” olarak anılmaya başlarlar. İnanç ve itikat yönünden bizden
hiçbir farkları yok. Çok güçlü inançları var” Rıza Büklü’nün tanımlamasını teyit
eden bir diğer kişi ise köyün eski muhtarı ve yine Cemevi dedelerinden olan
Binali Büklü. Ancak o, Asıkların etnik kökenine dair farklı iddiayı dile
getiriyor. “ İnanç olarak bizdenler, bizim gibi değerleri olan, Hak, Muhammet,
Ali’ye inanan insanlar. Tarihi araştırmalar 12. Yüzyıl civarından Horasan’dan
gelip Malatya’ya yerleşen ve oradan Anadolu’ya dağılan bir aşiretin üyeleri
olduklarını gösteriyor. Aşiret olarak da Balaban aşiretine mensuplar. “
Ancak Asıkların Balaban aşiretine üyelikleri biraz tartışmalı bir durum. Çünkü,
bu güne kadar Balaban aşiretinin bu insanları mensubu olarak kabul etmedikleri,
kendilerinden saymadıkları oldukça yaygın bir iddia olarak anlatılıyor. Binali
Büklü, “ Balaban Aşiretinin bir bölümü, bölgenin ağalığını ele geçirdi ve çok
zengin oldular. Diğerleri ise fakir olarak kaldı. Bu nedenle de isimleri “asık”
olarak anıldı” diyor. Köylülerden Ali Doğan’ın 1980’li yıllarda Tanık olduğu bir
olay ise Balaban aşireti ve Asıklar arasındaki uçurumu ve ayrımı çok çarpıcı bir
şekilde gözler önüne seriyor. “ O dönemlerde Asıklardan bir genç gitti ve
Balaban Aşiretinin üyesi bir kızı evlenmek için kaçırdı. Ancak, kızın babası
gitti ve kızını geri getirdi, sonra da öldürdü. Neden öldürdü ? Çünkü, o
dönemler bu gün töre cinayeti olarak bilinen ayrımcılık bizde de vardı ve kız
aşık ile evlenecek diye kabullenmedi. Sonra da gitti 5 yıl hapis yattı ve af ile
birlikte çıktı“
Bu konuda elbette ki uğradıkları ayrımcılığın genel olduğunu ve tüm halkın
asıklara yönelik ırkçı tutumlar içerisinde olduklarını iddia etmek imkansız.
Alevilik gibi 73 Milleti bir tutan bir yaşam felsefesini benimsemiş insanlar
arasında ayrımcılık yapanlar çıksa da, biraz sonra hikayenin devam eden
bölümünde okuyacağınız gibi, ayrımcılık yapmayan ve buna karşı çıkan insanlarda
mevcut. Ancak, köyde yaptığımız söyleşilerde çok net, bariz ırkçı yaklaşımlara
sahip olanlara da rastlıyoruz. Köyün en eski ailelerinden birisine mensup olan
Hıdır Mendi, söyleşisinde sert bir ses tonuyla aralarına açık etnik ayrım bir
mesafesini koymaktan çekinmiyor. “Onlara “gezici” diyorlar, Asık daha, Çingene
yani. Onların soyu Çingene geldiler yerleştiler köyde çobanlık falan yaptılar.
Burada kaldılar şimdi buradan köyden gitmek istemiyorlar. Onların aslı Çingene…
Onların bizimle bir ilgisi yok. Hayır, hayır hayır! Onların bizimle bir ilgisi
yok. Alevilerle hiçbir alakası yok “ Etnik kimlik ile dinsel aidiyatı birbiriye
bütünleştiren Mendi’ye onların da Raa Haq’da ( Tanrının yolu, Dersim
Aleviliğinin Kürtçe tanımlanışı ) yürüdüklerini anımsattığımızda ise onları
doğru konuşmamakla itham ederken, ayrımcı yaklaşımını bir kez daha net olarak
ortaya koyuyor.
“Doğru konuşmuyorlar, biraz abartıyor işi. Efendime söyleyeyim. Bize yaklaşmak
istiyorlar onlar ama işin aslı o değil. Doğru konuşmuyor, doğru anlatmıyor
aslını inkar ediyorlar. Aslını inkar edene haramzade derler. Onların bizimle bir
alakası yok… Aleviliğin yolunu, geleneğini bilmezler, kesinlikle bilmezler ! Bir
kere Kıbleyi tanımıyor… “
Hıdır Mendi’nin bu ağır ithamına her iki Cemevi dedesi de katılmıyor. A. Rıza
Büklü, bu gün fakirlikten dolayı çalışmak zorunda kaldıklarını ve ibadetlere
fazla katılamadıklarını, ancak inançlarının gücü konusunda rahatlıkla güvence
verebileceğini belirtirken, Binali Büklü,
“ Onların da Pirleri, Rehberleri ve Mürşitleri var. Onlarda bizim yolumuzu, Ehli
Beyt yolunda yürüyorlar. 12 İmam oruçlarını, Hızır oruçlarını tutuyorlar.
Cemevine ibadete geliyorlar. Eskiden geliyorlardı, tanrı yolu için sadaka da
topluyorlardı. Şimdi çok toplamıyorlar. İnançlılar. Biz pirlerine karşı çok
saygılılar, inançlılar, itikatlarını devam ettiriyorlar.”
İnançları konusunda ise söyleşi yaptığımız günler boyunca her zaman için tüm
aksi iddialara rağmen Dersim Alevi inancını yaşadıklarına tanıklık ettiğimi
belirtmeliyim. Evlerinin bir köşesini ibadet etmek için ayıran bu aile, her
perşembe akşamı Çıla (Tereyağına batırılmış bez parçalarından oluşan kutsal
ateşe verilen isim. Bu gün klasik çıla yerine mum yakılması daha da
yaygınlaşmıştır) yakarak ibadet etmekte. Yaşamın tüm alanında olduğu gibi ibadet
bölümünde de, uğradıkları ayrımcılığın yarattığı çaresizliği görmek mümkün.
Mehmet Kopuz, kayıt ettiğimiz bölümde aynen şunları söylüyordu. “Ey Hazreti
Muhammet Mustafa, Ey sıkıntılı zamanların Hızırı… Sen varsın, Ey Ali… İnancımız,
umudumuz sendedir Ey Ali.
Ey Rabbim, sen ne verirsen artık. Elimizde avucumuzda, evimizde yok. Ey Rabbim,
bizim varımızı da yokluğumuzu da sen biliyorsun ! Sana gözüküyor, Ey Rabbim,
senin için açık ve nettir. Biz artık size sızlıyoruz. Biz, kendimizi sizin
insafınıza bırakmışız. Sizin elinizde kaderimiz. Ne yaparsan, nasıl uygun
görürsen öyle yap…”
Kopuz ailesinin etnik aidiyatına ve “asık” olarak tanımlanmalarına dair bölümü
bir başka köylünün, Ahmet Doğan’ın tanıklığıyla bitirmek istiyorum - “ Bence ten
renginden dolayı olabilir. Bir de zamanında bunlar göçebe insanlar olduğu için,
hep toplamışlar biliyor musun ? Hep toplamışlar o yüzden acaba Zazacası mı,
Türkçesi mi diyeyim o şekilde hitap edildi. Öyle gelmiştir günümüze kadar ”
Göçerlikten Yerleşik Hayata !
Bu gün, “Asık” olarak tanımlanan insanların Alevilikteki Aşık - ozan-
anlayışıyla ne kadar ilişkili oldukları, aşıklıklarında Aleviliğin ne kadar yer
tuttuğu konusunda net bir bilgi maalesef mevcut değil. Dinsel aidiyatları ve
meslek olarak ozanlığı seçmiş olmaları bu bağlamda rol üstlendikleri sonucuna
götürüyor bizi. Bu tezi destekleyen en önemli unsurlardan bir başkası ise
“gezici” olmaları ve yerleşik düzeni benimsememeleri. Zayıf bir bağ da olsa,
geçmiş dönemlerde halk ozanlığı yapan kişilerin yaşam şekliyle örtüşmesi
bağlamında önem taşıyan unsurlardan birisi. Bu gün Pülümür’ün bir dağ köyünde
yaşayan Kopuz ailesi de, uzun yıllar göçebe olarak yaşadıktan sonra 40 Yıl kadar
önce yerleşik hayata geçtikleri ancak toprak sahibi olmadıkları için farklı
köyler arasında dolaştıkları bir gerçek.
Mehmet Kopuz anlatıyor - “Yarbaşı –köyünden- Paşa Celal vardı. Biz onların
evinde yaşıyorduk. Onlar geldiklerinde, biz evden ayrıldık ve suyun karşısındaki
köye göç ettik. Biz, karşı tarafa göç ettik. O köyde sadece Hüseyin Mevali
dedikleri birisi vardı. O da göç edip kendi köyüne gitti. Sonra biz o köyde,
1983 Yılında meydana gelen depreme kadar kaldık. 83’de deprem olunca biz de
Erzincan’a göç ettik. Oradan da çıktık ve burada temelli olup, buraya yerleştim.
Allah rahmet eylesin, Kamer Şengül, “Hayatta olduğun sürece benim evimde
kalabilirsin “ dedi.
Bu gün yaşadıklarının aksine, ilk yerleştikleri zamanlarda halkın kendilerine
yönelik olumlu tavrı biraz rahatlamalarını sağlamış. Bunun karşılığında elbette
ki, köyün “yedek işgücü” olarak tanımlayabileceğimiz bir şekilde, tüm
çalışmalarına sembolik ücretler ve bağışlar, karşılıklı dayanışma temelinde
katılmışlar.
Bük köyünde kendilerine iş vererek barınmalarında en önemli desteği sunan Büklü
ailesinden Mehmet Büklü, o günleri şu şekilde anlatıyor - “Benim babam
hayvanlarla tarla sürüyordu. İlkbahar öncesiydi. Annem, yoğurda ekmek doğrayarak
yemek götürmüş kendisine. O sırada Asık gelmiş. Ama tek kaşık varmış. Babam,
“İsmail, gel sırayla yiyelim, birlikte yiyelim” demiş.. İsmail ise, “Hayır Pirim
sen ye, sen yedikten sonra ben yerim” demiş. “Gel buraya” demiş ısrarla ve bir
kaşığı sırayla kullanarak yemeğini yemişler. Benim babamı çok severlerdi. Onlar
gelip buraya çadır kurdukları zaman benim babam giderdi aralarına. Yer
yaparlardı kendisine. Döşek açarlardı, otururlardı.”
Bir kaşığı bile paylaşıp birlikte yemek yiyen insanlar olduğu kadar, onları
farklı gören ve evlerine hiç gitmemiş, hatır için bir kez geçerken uğrayıp
çayını içmiş olanlar kadar “Onlar da kendilerini kötü hissetmesinler” diye
yapılan ziyaretler devam etmiş. Renkli kişilikleri ve dünyaya hep pozitif bakıp,
hiçbir şeyi dert etmeyen insanların bu tavrı en çok gençler arasında rağbet
görür. Ne yazık ki, mutlu günler uzun sürmez ve gençlerin bu ziyaretleri bir
süre sonra bedeli ağır olacak bir olaya sebep olur. Mehmet Kopuz anlatıyor -
“Bunlarda -çocuklar- burada büyüyüp yetiştiler. Burada çocuklar, -köy
çocuklarıyla- şakalaşıp birlikte oynuyorlardı. Sonra ne olduysa Tanrı bunlara
küstü. Ne olduysa bu bizim soframızda yemek yerken benim oğluma saldırdı. Benim
oğluma saldırınca, benim oğlum da “Biz komşuyuz, birbirimizin kalbini
kırmayalım. Yapmayın, biz burada kardeşiz, Biz burada komşuyuz. Olmaz ! Durun
kardeşim !” Çocuk ne kadar ısrar etse de “Hayır!” Kendilerini büyük görüyorlar,
kasılıyorlar falan . Oğlum da bir tane vurdu ona. Buradan aşağı yuvarlandı. Taş
falan alıp attı oğluma. Ne bardağım, ne tabağım kaldı ne başka bir şeyim sağlam
kaldı. Peygamber üzerine yemin ederim ki, Ben dedim ki, “buradaki telefonla
karakolu arayayım. Gelip görsünler, benim bardaklarım, demliklerim tabaklarım
kapı önünde darmadağınken gelip görsünler. Ona göre. Eğer ki haksızsam, evet !
Onlar haklıysa, tanrı yukarıdan bizi görüyor. Baktım ki; hayır, olacak gibi
değil ! Oğlum da bana kızdı. “Hayır baba” dedi. “Şikayet falan yok” dedi. “Biz
bugün iki kardeşiz. İki kardeş dövüşür ve iki gün araya girmez yine barışırlar.
Sen bir şey görmedin, bir şey duymadın” Yinede oğlum böyle dedi anlıyor musun ?
”
Bu kavgayla birlikte ise bu güne kadar hiç karşılaşmadıkları, görmedikleri,
belki de görüp de içlerine attıkları bir gerçeklikle, ırkçılıkla karşı karşıya
kalırlar. Basit bir olay büyütülür ve tüm köyü onlara karşı etnik ayrımcılığa
götüren kampanyaya dönüşür. Doğanpınar köyünde yaşayan bir tek “Milletvekili”
hariç insanlardan imza toplar ve ailenin köyden atılması için önce Pülümür
Kaymakamlığına, ardından ise güvenlikten sorumlu olan Jandarma Yüzbaşı’ya
imzaları götürürler. Ancak bu talepleri muhtarın onayı, imzası olmadığı
gerekçesiyle red edilir. Dönemin muhtarı olan Binali Büklü o günleri anlatırken
bu insanların “Asık” oldukları için köylüler tarafından istenmediklerinin
kendilerine açık açık söylendiğini, ancak kendisinin
“Bunlarda bizden, bunlar da insan. Onlar da Tanrı, Muhammet ve Ali yoluna hizmet
ediyorlar. Onlar da Ehli Beyt’e hizmet ediyorlar. Neden aramızdan çıkartalım ki
onları” ısrarıyla bu isteklerinin gerçekleşmediğini söylüyor. Görüştüğümüz
köylülerin hiç birisi böyle bir olayın olmadığını, imza toplanmadığını,
kendilerinin imza vermediklerini iddia ettiler. Aslında, bu inkara rağmen,
“Evlerine ne zaman gittiniz, komşularınızın çayını en son ne zaman içtiniz ? ”
gibi sorulara verilen yanıtlar bir anlamda tüm köyün kavgayı bahane ederek adeta
ambargo uyguladıkları, iş yaptırmak, çalıştırmak haricinde aileyle muhatap
olmadıklarını açıkça ortaya koyuyor. Çok aleni bir şekilde “Onlar pistir.
Onların hiçbir şeyi yenilmez ki ? Ben onların evine hiç gitmedim, gitmemde !”
yada “İşimiz düşerse gidiyoruz. Düşmezse neden gidelim ki ? Zaten yolda
karşılaşınca konuşuyoruz ” yanıtından, “Yok hiç gitmedim çünkü bacaklarım
ağrıyor. Aşağı mahalleye inemiyorum” gibi on yıllardır birlikte yaşadıkları
köylülerine neden gitmediklerini açıklamaları elbette ki farklı bir anlam
çağrıştırıyor.
Mehmet Kopuz’un 19 Yaşındaki küçük oğlu Barış Gezici, köylülerle ilişkilerini
anlatırken, boğazına düğümlenen kelimeleri çıkartmakta zorlanıyor. “Biz yıllık 3
Bin YTL’ye Bük köy halkının hayvanlarının bakımını almışız. İhtiyaçlarımızın un,
şeker gibi kısmını bu parayla karşılıyoruz. Cem evine gelen ziyaretçilerin
bıraktıkları lokmalar ve kurbanları bize veriyorlar. Bük halkının desteği bizim
için önemli. Ama kendi köyümüzdeki insanlar, zengin oldukları için bize işleri
düşmezse Allahın selamını dahi vermiyorlar. Ama biz yine de ne zaman işleri
düşerse zengin fakir ayırmadan gidip yapıyoruz. Bazıları para için, üç kuruş
verdikleri için sanki ölüyorlar”
Uğradıkları bu ayrımcık kuşkusuz ki en çok Mehmet Kopuz’u etkiliyor. Yıllardır
içerisinde yaşadıkları, sofralarını açtıkları insanların hepsinin kendilerine
karşı tavır koymalarını anlamakta, anlamlandırmakta zorlanıyor. Önce tanrı,
ardından ise Bük halkının kendilerine verdikleri desteğin altını çiziyor.
“Şimdi ise ne kimsenin evine, ne kapısına gidiyorum. Aç kalsam da, susuz kalsam
da bunu –köyümden- kimseye söylemiyorum. Benim açlığımı da Bûk köyü halkı
biliyor, susuzluğumu da Bûk köyü halkı biliyor. Böyle çıplak kalsam da yine Bûk
halkı biliyor. Benim hayatımı devam ettirmemin en önemli hayrını Bûk halkı
sağlıyor., Kurtarma varsa, o da Bûklülerin kurtarmasıdır. Efendim, eski insanlar
yok artık. Hepsi yeni yetme. Sen yeni yetme birine laf anlatabilir misin ? Hayır
! Anlatamazsın. Şimdi dünya değişmiş. Eskiden ahlak ve töre vardı, tanrının yolu
–inanç vardı- tanrı için dağıtılan sadaka vardı. Şimdi her şey kalkmış ortadan..
Ama biz yine eski-önceki- yolu takip ediyoruz. Şimdikiler takip etmiyorlar. Bir
eski yolu izleyenleriz.
Nasıl benim zoruma gitmesin ki ? Şimdi sen olsan senin zoruna Gitmez mi ? Eğer
ki sen olsan, senin zoruna Gitmez mi ? Ama yine de ben insanlıkta ısrarlıyım.
Kötülük istemiyorum. Üç tane çocuğum var sadece. O birisini sayma, iki tane. O
birisi, uzak memleketlerde, İstanbul’da… Bu ikisini alıp kimin karşısına çıkayım
? Sen kendin söyle. Bunlarla kime karşı çıkabilirim ? Başka kimim var. Nasıl ki
demişler “Dalım yok, budağım yok bir Allah’tan başka.” Yalnızca Allah’tan başka,
evliyalardan başka. Umudu onlardan kesmem. Bundan başka da umudum yok zaten.”
27.12.2008
ERIO proposed specific recommendations to the governmental officials and to the
representatives of the European Commission. ERIO’s Director Mr. Ivan Ivanov
stated:
In Turkey, a multiethnic country there are many people as poor as Roma, and
there are many people as discriminated against as Roma, there is one fact which
indicates that Roma are the most disadvantaged group kept at the bottom of the
society. This is that members of all other groups are represented in the
political life of the country, in the national parliament, in the government, in
universities and in the business. Roma are nowhere, they do not exist in the
decision-making circles, nor do they occupy positions in the administration,
educational or other fields. This is clear evidence that Roma are excluded from
the society. Roma, according to latest estimations of some experts, number
between 4 and 5 million. They should be given equal opportunities to any other
group in Turkey to participate with their rights and obligation in Turkish
society. Roma should not be accepted only to entertain the society, something we
all in this room agree that they Can do better than anybody else, but also Roma
should be involved in all other fields of live. If they are given the chance
they could be good a lawyers, politicians, teachers and businessmen as they are
musicians, singers and dancers.